Turgay Bakırtaş: Silinmeyen hatıralar

Silinmeyen hatıralar
Giriş Tarihi: 3.9.2015 14:59 Son Güncelleme: 3.9.2015 15:02
Turgay Bakırtaş SAYI:16Eylül 2015
Toplumla (dolayısıyla kendiyle) karşılaşmaya korkan aydının yabancısı olduğu sıradan insan kültürel hafızayı nasıl taşıyor/aktarıyor? Ya da, nasıl oluyor da daha küçücük yaşta bile uzak geçmişin etkisini hissedebiliyoruz? Çocukluğuma eşlik eden şarkıların hatırı sayılır kısmı hatıralar, hatırlamak, mazi, unutmak, unutulmak üzerineydi. Onların etkisiyle midir bilinmez, daha altı-yedi yaşlarımda yalnız başıma sokaklarda gezer, Çamlıca Tepesi'ndeki vericilerin ucunda yanıp sönen kırmızı ışıklara bakıp tuhaf bir nostalji duygusuna kapılırdım.

Yetişkinliğe eriştiğimde bu mesele kafama çok takıldı. Dünyadaki yaşamı daha çift haneli yıllara bile ulaşmamış bir çocuğa sanki asırlardır hayattaymış hissi veren olgunun ne olabileceğini düşündüm. Ancak tatmin edici bir sonuca varamadım. Psikoloji ilminin getirdiği bazı açıklamalar vardı elbette. Fakat bireyi merkeze alan, toplumu ve kültürü doğası gereği hesaba katmayan bu açıklamalardan bir cevap çıkaramamıştım. Çalışmalarını özellikle kültürel antropoloji, kent sosyolojisi ve mahalle tarihi gibi alanlarda yoğunlaştıran sosyolog Leyla Neyzi'nin İstanbul'da Hatırlamak ve Unutmak: Birey, Bellek ve Aidiyet kitabını okuduğumda, aynı perspektifle olmasa da peşine düştüğüm soruları başkalarının da kovaladığını gördüm.

Ülkemizde aile tarihi, biyografi gibi çalışmaların gelişmediğini, sözlü tarih araştırmalarına yeterince ilginin gösterilmediğini biliyoruz. Neyzi, kitabının girişinde önce bu ilgisizliği sorguluyor. Yazara göre bu alanların maruz kaldığı ilgisizlik, Türkiye'deki aydın kimliğiyle doğrudan ilişkili. Bu kimliği sahiplenmiş sosyal bilimcilerin büyük kısmı, toplumu kanlı canlı, duyguları olan bir insanlar bütünü olarak değil, düşünsel düzeyde tartışılan soyut bir nesne olarak görüyorlar. Medeniyet değişiminin/dönüşümünün yarattığı bölünme, aydının oryantalistleşmesine yol açtığı için sıradan insanın yaşam pratikleri önemsenmiyor.

Peki, toplumla (dolayısıyla kendiyle) karşılaşmaya korkan aydının yabancısı olduğu sıradan insan, kültürel hafızayı nasıl taşıyor /aktarıyor? Ya da yukarıdaki kişisel merakımı tekrar edecek olursak, nasıl oluyor da daha küçücük yaşta bile uzak geçmişin etkisini hissedebiliyoruz?
"Birçok toplumda toruna dedenin yahut büyükannenin isminin verilmesi, küçüğün yaşlının aynası olduğuna, yani toplumsal sürekliliğe işaret eder" diyor Leyla Neyzi bu soruya cevaben, "Yeni kuşaklar yetiştikçe süren ve özellikle dil üzerinden yapılan bu sözel ve yazılı aktarım, zaman üzerindeki bu köprü, insanı insan yapan en önemli öğelerden biri."

1995-1999 arasında yapılan görüşmelerden 37 tanesini bir araya getiren kitap, yalnızca bir 'tanıklıklar albümü' değil. Neyzi söyleştiği hemen herkesten tarihe, siyasete, kültüre, hafızaya dair önemli şeyler koparmayı başarmış. Kitap bu sayede deyim yerindeyse alternatif bir tarih, bir sosyoloji dersine dönüşmüş.

Manzarayı kapatan binalar

Kesişim kümesi İstanbul olan bu 37 yazı içindeki ilgi çekici hikâyelerden biri Enrico Aliotti'ye ait. Dante'nin ünlü eseri İlahi Komedya'da ismi zikredilecek kadar eski ve önemli bir aile Aliotti'ler. Akdeniz havzasında yüzyıllar boyunca ticaret yapan Levantenler, nice devlet yıkılıp yenileri kurulurken hayatta kalmayı başarmışlar. Bunu da çok dilli, çok dinli, çok kültürlü, zamanın ruhunu çabucak kavrayıp ona ayak uydurabilen bir toplum yaratmalarına borçlular.

18'inci yüzyılda İzmir'e yerleşen Aliotti ailesi, yaklaşık 200 yıl boyunca o bölgede ticaret yapar. Aile ilişkilerine son derece önem veren ve kurdukları şirketleri hep aileleriyle birlikte yöneten Levanten toplumunun bu düzeni, 19'uncu yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlar. Dede Aliotti'nin, Enrico'nun babasına yazdığı mektup bu tehlikeyi sezinleyen bir adamın endişesini taşır.

"Bir erkek için iş, her şeyden önemli olmalıdır. Şimdiye kadar işe hiç ilgi göstermedin. Sadece yapmanı söylenenleri yaptın, onu da sıkıntıyla. (…) Kendini işe ve iş saatinden sonra da okumaya vermelisin. Yunancanı ilerletmeli, Türkiye'de yaşadığımıza göre Türkçeyi de öğrenmelisin. Akıllısın ama gayretli değilsin: Gayret akıldan önemlidir. Avukat, doktor, mühendis olamazsın, ancak ticaret yapabilirsin. Bunu da öğrenmen lazım. Sermayesi olan onu yönetmeyi öğrenmek, olmayansa başkası hesabına çalışmak zorundadır. (…) Bir erkek olmak istiyorsan nasihatlerimi oku. Onları ihmal edersen bence kayıpsın."

Baba Aliotti, verilen tavsiyelere uymadığından olsa gerek, iş hayatında başarılı olamaz ve aile maddi anlamda büyük zorluklar çeker. Ancak kardeşi Albert girişken ve zekidir. Dönemin şartlarını iyi analiz ederek sektör değiştirip Şark Halı Şirketi'ni kurar. İran üzerinden ticaret yapan aile Tebriz'e yerleşir. Yıllar sonra, 1939'da aile İstanbul'a göç eder. Sonraki yıllarda ailenin son ferdi olarak kalan Enrico, Robert Koleji'nden mezun olur. Tofaş'ın kurucuları arasında yer alıp İtalyan Ticaret Odası'nın başkanı olacak kadar parlak bir kariyer inşa eder.

Kitaptaki bir başka ilginç isimse John Freely. İrlanda göçmeni bir ailenin oğlu olarak 1926'da New York'ta dünyaya gelen Freely'nin çocukluğu sefalet içinde geçer. Kalabalık ailesinin her üyesi, bulduğu her işte çalışır. John da hem fabrikalarda çalışır, hem gazete satar. New York'un bütün sokaklarına girip çıkan, kenti avucunun içi gibi ezberleyen John, boş vakit bulduğunda halk kütüphanesine gider ve şehir tarihi üzerine kitaplar okur.

Freely'nin hayatının dönüm noktası İkinci Dünya Savaşı'na katılması olur. Savaşa katılanların ücretsiz üniversite eğitimi alabilmesine imkân tanıyan G.I. kanunu sayesinde İrlandalıların kurduğu Iona Üniversitesi'nin Fizik bölümünde okumaya başlar. Bir yandan da derinlemesine tarih ve edebiyat okumaları yapar. New York Üniversitesi'nde doktorasını tamamladıktan sonra, tesadüf eseri Robert Koleji'nden teklif alınca çocukluğundan beri görmek istediği İstanbul'a gelir. 1960'tan 1976'ya kadar kaldığı İstanbul'u sokak sokak gezer Freely, bu büyülü şehre dair yazılmış kitapları iştahla okur.

"Bir mahalle ne kadar yoz, ne kadar rezilse, onu o kadar severim. Beyoğlu'nda genelevlerin bulunduğu arka sokaklarda dolaşan serserilerin arasındayken kalbimin coşkuyla dolduğunu hissederim." diyen Freely, İstanbul üzerine birçok makale ve kitap yazdı. 1993'te, 16 yıllık ayrılığın ardından tekrar İstanbul'a gelen akademisyen, bir fizik profesörü olmasına karşın Boğaziçi Üniversitesi'nde daha çok Bilim Tarihi ve İstanbul Tarihi gibi dersleriyle tanındı.

Freely'e göre şehir demek, hareket ve değişim demektir. Onun şu sözleri, şehir mantığını bir türlü içselleştirememiş elit sınıfın en az 1600 senedir var olduğunu kanıtlar nitelikte:

"Şehre hep birileri gelip birileri gitmeli. Yoksa ölü bir hatıralar denizi olur. İstanbul'da her zaman hareket vardı. Şehrin ilk kayıtları 427 yılından. Gecekondulardan, şehre gelen köylülerden şikâyet ediyorlar. Manzarayı kapatan binaların inşa edildiğini yazıyorlar. Olayın hacmi dışında değişen bir şey yok."

Yabancıları yargılıyorlar

Trabzonlu bir babayla Tireli bir annenin kızı olarak 1976'da İstanbul'da dünyaya gelen Nagihan Haliloğlu'nun da dikkate değer bir hikâyesi var. Nagihan, İstanbul'a dışarıdan gelenlerden farklı olarak, İstanbul'un dışını görmeyi çok arzulayan bir genç kızdır. Onun bu isteğinin en büyük tetikleyicisi ise İngiliz edebiyatıdır. Beyoğlu Anadolu Lisesi'ndeki İngiliz, İskoç ve Amerikalı hocaları sayesinde tanıştığı İngilizce edebiyat klasiklerinden yoğun tat alan Haliloğlu'nun Türkçe ilgisi zamanla sönmeye başlar. Bir süre sonra sadece okurken değil, yazarken de İngilizceyi tercih etmeye başlar. Ne var ki ilgisinin dışarı yönelmesi sadece bir zevk alma meselesi değildir; Nagihan, yoğun-seküler bir atmosferde başörtülü bir genç kız olarak ciddi kimlik çatışmaları yaşayacağı durumlarla karşı karşıya kalır. Kendi ağzından dinleyelim:

"Okuldayken okulun kapısına kadar kapalı gelip, içerde başımı açıyordum. Bir hafta sonu okulla beraber tiyatroya gittik. Cumartesi günü olduğundan ben de başörtümle gittim. Ertesi hafta okula gittiğimde müdür yardımcısı beni odasına çağırdı. 'Sen ne hakla böyle gider, okulu küçük düşürürsün' dedi. Ben tiyatroya gitmeye, herkesle beraber bir şey yapmaya çalışırken bu yaptıkları korkunçtu. Bir anne gibi yaklaşmış olsaydı, en azından 'Kızım, zorla kapanıyorsan anlat derdini' derdi. Böyle bile yaklaşmadı, kötü kelimeler kullandı. Zorunluluk hissettiğim için kapandığımı düşünüyor birçok insan. Benim için inanmak, örtünmek demek. Ailemle alakası yok. Kapanmam gerektiğine inandığım halde kapanmazsam çok kötü hissederim kendimi. Toplumla çelişmek kendimle çelişmekten daha iyi."

Başörtüsü konusundaki bu hassasiyeti ve gördüğü toplumsal baskıya rağmen, Nagihan dini hiçbir zaman yaptığı işlerde motif olarak kullanma taraftarı değildir. Edebiyatın ya da sinemanın 'dinî' diye kategorize edilmesini de saçma bulur. Yine de yazdığı veya yazmayı düşündüğü işlerde yaşadıklarının etkisi açıkça görülür. Başörtülü olduğu için derin bir ayrımcılıkla karşılaşmış olmanın yarasını taşır.

Özgür Canel, 1974'te Çankırı'da doğmasına rağmen iki yaşından beri Hollanda'da yaşamaktadır. Avrupa'da yaşayan hemen her Türk'ün başına gelen 'her iki ülkede de yabancı görülmek' belası onu da bulur. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının yoğun olduğu Hollanda'da yaşaması bu sorunu daha da büyütür.

Özgür'e göre, liberalizmle maskelenmiş bu yabancı düşmanlığı sebebiyle Türk ve Müslüman kimliklerine daha sıkı sarılan bir kuşak yetişmiş Hollanda'da. "Hollandalılar aslında ikiyüzlüler" diyor Özgür, "Kendilerini hoşgörülüymüş gibi gösterseler de arkadan arkaya yargılıyorlar yabancıları."

Bu etki-tepki durumunun özellikle kızlar için hiç hayırlı olmadığını söyleyen Özgür, gittikçe tutuculaşan Hollandalı Türklerin Türkiye'de bile şaşkınlıkla karşılandığından, "Sizin gibiler buralarda kalmadı" tepkileri aldıklarından bahsediyor. Tatil için İstanbul'a geldiği zamanlarda ise 'yabancılığı' bir kez daha yüzüne çarpar. Özgür'ü görenlerin bir kısmı ona Hıristiyan olup olmadığını sorar. Bu yüzden de bir gün İstanbul'a yerleşse bile bunu Türk olduğu için değil, bir yabancı olarak yapacağını söylüyor Özgür Canel.

Buraya sığdıramadıklarım da dâhil, yayınlanmalarının üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen okuduğumuz hemen her hikâyenin bizde bir karşılığı olduğunu görüyoruz. İzmirli bir Levanten, Hollandalı bir Türk, Osmanlı torunu bir İstanbullu, Dersimli bir Alevi… Hiçbiri bize yabancı gelmiyor. Bu da kültürel hafızanın, dolayısıyla sözlü tarih bilincinin çok da farkında olmadığımız görkem ve gücüne; yedi yaşında Çamlıca'nın vericilerine bakan bir çocuğu bile etkileyecek kadar büyük bir güce işaret ediyor.
BİZE ULAŞIN