Zeynep Gökgöz: Nisan - Sanat Sepet Servisi

Nisan - Sanat Sepet Servisi
Giriş Tarihi: 1.4.2015 17:06 Son Güncelleme: 17.4.2015 10:15
Zeynep Gökgöz SAYI:12Nisan 2015
Bir heykeltıraş düşünün, malzemesinin değil boşluğun biçimlenmesini mesele edinmiş, yokluğa dokunmak istemiş. Yokluğa dokunduğu yerde varlık kazanan heykellerini çoğu zaman gözden ırak eylemiş. Çoğu eserini, bitirdim deyip de karşısına geçtiğinde zihninde var olan resimle uzaktan yakından alakası yok diyerek bozmuş, yıkmış. Pera Müzesi bugünlerde boşluğu yontan, yokluğa dokunan bir sanatçıyı, Giacometti'yi ağırlıyor. Boşluğu yontmak
Alberto Giacommetti - Pera Müzesi

Sanatçı bir aileden gelen Giacometti, sanat hayatına babasının etkisiyle empresyonizmle başlamış, sürrealistlerle dostluklar kurmuş, soyutla paslaşmış, 1940'lardan sonra ise ismi anıldığında ilk akla gelen uzun, ince heykelleriyle bir nevi kendi akımını kurmuş, incelik karakteristik özelliği olmuş, aynı desenlerindeki çizgiler gibi. Çizgi nasıl kâğıdı yarıp geçiyorsa figürleri de aynı şekilde havayı yarıp geçmekteler. Boşlukta kendilerine yer açarlarken, boşluğu da görünür kılmaktalar. Sanat tarihinde alışık olduğumuz tuval yüzeylerindeki ya da heykellerdeki figürlerin tüm ağırlıkları ile -ben buradayım- diye bağıran varlıklarına karşılık, var olup olmamakta kararsız bu figürlerle karşılaşma anı ezber bozan cinsten. Yaklaşıp bakmak istediğinizde sizden uzaklaşan, uzaklaştığınızda ise tüm heybetiyle karşınıza dikilen heykellerden bahsediyoruz. Sanatçı nasıl oluyordu da bu çifte etkiyi vermeyi başarabiliyordu izleyicisine?

Sadece bu kadar da değildi, heykellerin inceliği bir hafiflik duygusu uyandırırken, kaideleri tüm ağırlığı ile yeryüzüne abanıyordu. Çoğunluğu bronz olması münasebetiyle sertlik taşımaları gerekirken üzerlerinde taşıdıkları parmak izleri sayesinde (ki sanatçı alçı üzerinden kalıp çıkarmaktaydı) yumuşaklık hissini de verebiliyorlardı. Yalnız gözükürlerken bazıları öbekleşerek, bazıları da kaç yönden gölgelerini yanlarına katarak kalabalık hissini de uyandırabiliyor, sanki olandan olmayana mı olmayandan olana mı bilinmez, bir nevi sınırın başladığı ya da bittiği yerin derdini çeker gibi gene çifte düzeneğin işlediği bir anlatıma imkân tanıyorlardı. Tamamlar mı natamamlar mı, yıkılıverecekler mi dimdik ayaktalar mı, kaçmaktalar mı üzerinize doğru mu gelmekteler, ürkekler mi serinkanlılar mı ya da sakinler mi hınçla mı dolular bilemediğiniz... Hakikaten bunu nasıl başarıyordu sanatçısı?

Varlığın kaskatılığına karşılık bir cevap olarak okunabilirler miydi? Hem kendinden öncekilere bir cevap ama en çok da var olanı sorgularken o kaskatılığın dışında tecrübe ettiği duyguyu ifade edebilme derdi. Aynı tam yaklaştım derken elinden kaçıp kurtulan şey her ne ise o şeyin, uçup gidici olanın bir çeşit mührü.

Ortada 'ben' yok 'beden' yok, başka bir şey, belki benden ve bedenden arta kalan. Pek yakın oldukları Jean Paul Sartre'dan öğreniyoruz ki; yaratım halindeyken kendi aradan çekilsin, silinsin ve kendiliğinden yapıtları varlığa gelsinler ya da yokluğu şekillendirsinler... Aradan çıkma isteği, sanatçı egosuna normalmiş muamelesi çeken bizler için ne gariptir oysa. Bu istek bile ne çok şey anlatmakta hem de hiçbir izini görmediğimiz halde. Heidegger "İz, ölümlülerin tereddüdüdür" dediğinde bahsettiğiyle ne kadar benzer. Bu izden kaçınmış kaçınabildiği kadar.

Sartre, heykeller için bir yükselme hareketinden bahseder ki o yükselmenin nereye doğru olduğunu sormak lazımdı kendisine. İncelen figürler yükselme değil de daha çok -pıt- diye kaybolma halinin bir öncesi ya da yazının başından beri bahsettiğimiz şekliyle tam tersinde ifadesini bulur gibi. Bu his insana en aciz olduğu anlarda musallat olmaz mı? Elinizden bir şey gelmeyen, değiştiremeyeceğiniz, sizi çok üzen bir durum karşısında küçülüp küçülüp -pıt- diye ortalıktan kaybolma isteği. Kimsecikler görmeden. Böyle bir duyguya bir yoğun bakım kapısının önünde yakalandığımdaki şiddeti zaman zaman aklıma gelir, şaşırtır beni. İşte heykeller de, klişe olacak ama var olmanın dayanılmaz ağırlığını inanılmaz bir hafiflikle dile getirirlerken insanın her hal ve ahvali içinde taşıyabilecek bir kap misali oluşunu ne de güzel dile getirirler.

Boşluğun da bir doluluk olduğunu bilmek, hakkını teslim etmek... Çevrendeki nesneye farklı nazar ederken aynı nazarı asıl çoğunluğa kaydırmak. O çoğunluğun imkanını keşfetmek. Ve figürlerini çoğunluğun içine yerleştirirken ızdırap duymak, bundan imtina etmek. Bu şekildeki birbiri ardına gelen hassasiyetleri anlamaya gayret gösterirken yazıya dökülenlere dönüp bakınca uçuyor muyum yoksa diye kendimden şüphelenmek. Aynı tereddüdün yazıya geçtiğini görmek ve yazmak yazmamak arasında salınmak…

Sergiye geri dönelim ve eserlerle salınmaya devam edelim: Giacometti, figürlerini ne kadar eksiltmeye çalışırsa o kadar dolgunlaştıklarını, ne kadar inceltirse o kadar yoğunlaştıklarını, bunun nasıl olup da gerçekleştiğini bilemediğini, bu yüzden bilmenin yolunun yapmaya devam etmek olduğunu söyler bir röportajında. Bunun için önce nesneleri yalnızlaştırıp bütün dikkatini onlara vererek sırrın peşine düşmüş bir hazine avcısını oynar. Dostu Jean Genet kendisinden aktarır: "Bir gün, odamda, iskemlenin üzerinde duran havluya bakıyordum; o an, her nesnenin, sadece yalnız olmakla kalmayıp bir de ağırlığı olduğu -ya da daha doğrusu- bir başka nesnenin üstüne abanmasını engelleyen bir ağırlıksızlığı olduğu izlenimini edindim. Havlu yalnızdı, o kadar yalnız ki, sanki iskemleyi çeksem bile yerinden kıpırdamayacaktı. Havlunun, kendine özgü bir yeri, bir ağırlığı, hatta bir suskunluğu vardı. Dünya ne kadar hafifti, ne kadar hafif…"

Bu hafiflik kendini büyülediğinde etrafına verdiği dikkat yeni dünyalar açmış önüne: "Bir şeyler görme merakım azaldı çünkü masanın üstünde duran bardak beni eskisinden daha fazla şaşırtıyor. Eğer bu bardak gitgide daha da harikalaşıyorsa, dünyadaki tüm bardaklar da harikalaşır. Aynı şekilde diğer nesneler de…

Herhangi bir şeyin ufak bir parçasına sahip olmanız durumunda evrenin tümünü anlama şansınız, bütün gökyüzüyle uğraşmanız sonucu elde edeceğinizden daha fazladır. Bir bardağı gördüğünüz gibi basitçe çizmeye çalışmak daha mütevazı bir davranış. Ama bunun bile neredeyse imkansız olduğunu bilmenizden dolayı, bunun bir tevazu veya kibir olup olmadığını söyleyemezsiniz. Sonuç olarak her şey olduğu yerde döner durur."

Siz de döner durursunuz heykellerin etrafında, Giacometti'nin keşfettiği ya da yaklaştığı sırrın ne olduğunu anlamak için. Ama elinizden kaçıverenle yetinmek durumunda kalmaktır payınıza düşen, olsun yaklaşmak da bir marifet, görmek için bakmak da, ama yüzeye değil ta derinlere, tıpkı onun yaptığı gibi…

Aynı derinlik resimlerinde de sizi esir alır. Bu sefer kâğıdın belirlediği sınırla cebelleşir ve sanki derinleşmek için kâğıdı oyar da oyar. Bu sefer boşluğa değil beyaza dokunmakta ve onun içinden geçmekte, ona da unutulan varlığını geri iade etmektedir. Kendi portresini yaparken Genet'nin benzetmesi ne kadar sanatkâranedir; başları çizdiğinde, atkuyruğu şeklinde arkaya toplanan saçın alınla şakaklardan sıkıca gerilmesinde olduğu gibi, vermesi gereken anlamın geriye doğru kaçtığıdır söylediği. O derinlik, o anlam sürekli firardadır. Sanki onu yakalamaya ant içmiş gibi ısrarlı ve mütemadiyen hissi veren kalem hareketleri dediğimiz gibi yüzeyi oymakta ve resimler birer rölyefe dönmekte, heykelleşmeye doğru gitmektedirler. Onun için insan, insan olarak ne ifade etmekteydi de arada derede, tüm çekingenliğiyle, kibre düşmeden onu anlatabilsin?
Francis Ponge'un sözleriyle bitirelim, dünya ne kadar hafif diyen adamdan aldığımız ilham ile uçuşumuzu yarıda kesip ayaklarımızı yere basalım ve dinleyelim, sonrasında siz karar verin ikircikli imgelerin sağladığı salınımda hangi tarafta yer almak istediğinize:

"İnsan… insani kişi… özgür birey… ben… hem işkenceci hem kurban… aynı anda avcı ve av…

İnsan – ve yalnız insan – bir ipliğe indirgenmiş – dünyanın harap ve sefil halinde – kendini arıyor – hiçlikten başlıyor.

Tükenmiş, ince, sıskalaşmış, çıplak. Amaçsızca dolanıyor kalabalıkta.

İnsandan kaygılanan insan, insandan korkan. Kendisini son bir kez yüce zarafetin papaz duruşuna sokuyor. Aşırı sıskalaşmanın pathosu, ipliğe dönmüş birey.

Çelişkilerinin kazığında insan. Artık çarmıha gerili değil. Yanmış. Haklısın, sevgili dostum.

İnsan kaldırımda yanan demir gibi; ağır ayaklarını kaldıramıyor.

Ah! Yunan heykelinden beri ne diyorum, Laurens ve Maillol'den beri, insan iyice yandı kazıkta.

Nietzsche ve Baudelaire'den bu yana değerlerin yok edilmesinin hızlandığı doğru…

Değerleri, yağı, çevresine damlıyor; alevleri beslemek için!

Sorun sadece insanın başka hiçbir şeyi olmaması değil; o bu benden başka hiçbir şey değil."
BİZE ULAŞIN