İbrahim Gökburun: Türkiye'nin nüfus meselesi

Türkiyenin nüfus meselesi
Giriş Tarihi: 22.2.2019 16:31 Son Güncelleme: 22.2.2019 16:31
Dünyada 100 yıldır nüfus artışı nedeniyle insanların açlık ve yokluk çektiği yalanıyla nüfus planlamasının alt yapısı hazırlanıyor. Türkiye’de sorun nüfusun artması değil, yaşlanmasıdır. Bu nedenle “en az 3 çocuk” diyoruz! Çünkü nüfus güç kaynağıdır.


Gerçek şu ki nüfus meselesi ciddi bir memleket meselesi ve günümüz Türkiye'sinin en önemli sorunlarından biri. Ülkenin askerî, siyasi, sosyal ve ekonomik gücü nüfus yapısına bağlı… Geçmişte olduğu gibi günümüz dünyasında da nüfus, nüfuz anlamına geliyor. Bilim ve teknik alanındaki bütün gelişmelere rağmen nüfus gücü hâlen ülkeleri ayakta tutan ana omurgayı oluşturuyor. Bir ülkede nüfusun çokluğu o ülkenin güç kaynağıdır; özellikle eğitimli ve donamlı nüfus ülkelerin teminatıdır.

Yüzyıllar öncesinde İbn-i Haldun, Mukaddime eserinde; nüfusun bir ülke için hayati bir önem arz ettiğini vurgular. Nüfus ve refah arasındaki girift münasebetlerin toplumu nasıl etkilediğini ayrıntılı bir şekilde irdeleyen İbn-i Haldun'un tespitlerini şöyle özetlemek mümkün: "Nüfus arttıkça talep artar, talep ise üretimi kamçılar, yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar geliştikçe ihtiyaçlar çoğalır; talep arzı yaratır, arz yani üretim ise talebi oluşturur. Şehir ne kadar kalabalıksa ahali o kadar müreffeh, zanaat o kadar itibardadır." Bu gerçeğin farkında olan günümüz dünyasının süper güçleri ABD, Çin, Rusya ve Japonya gibi ülkeler dünyanın en kalabalık ülkeleri aynı zamanda. Mesela bu gerçeğin farkındaki İsrail, işgal ettiği bir avuç toprağa dünyanın dört bir yanından Yahudileri topluyor. Hatta doğum oranlarını artırmak için neredeyse madalya takacak anne ve babalara. Sadece kalkınma ve refah düzeyi bir ülkenin dünya siyasetinde söz sahibi olmasına yetmiyor. İsveç, İsviçre, Danimarka, Hollanda, İzlanda gibi devletler gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alsalar da uluslararası alanda ancak nüfusları kadar söz sahibidir. Aynı şekilde Kanada, Avustralya ve Kazakistan gibi ülkeler, sınırları çok geniş alana yayılsa da nüfus potansiyeli düşük olduğu için uluslararası alanda etkinliği oldukça düşüktür.

Neden en az 3 çocuk?

Yıllardır meydan konuşmalarında, şahitlik yaptığı nikâh salonlarında, uluslararası toplantılarda, hatta bazı aile ziyaretlerinde evli çiftlere, damatlara, gelinlere ve damat adaylarına en az 3 çocuk tavsiyesinde bulunan Başkan Recep Tayyip Erdoğan son yıllarda bu hedefi yükselterek her fırsatta 4-5 çocuk vurgusu yapıyor. Peki, neden en az 3 çocuk? Türkiye'nin mevcut nüfusu, yüzölçümü, imkânları… Kısacası bu coğrafyada yaşamak için ve Anadolu'nun vatan toprağı olarak yaşatılması için nüfusun artması gerekiyor. Nüfusu azalan bir coğrafyada inşa edilen kültür, terk edilmiş evler gibi yavaş yavaş dökülüp çürür. Nüfusun artması için her ailenin en az 3 çocuk sahibi olması gerekiyor. 2 çocuk, anne ve babanın ölümünde onların yerini alacak; üçüncü çocuk ise artı değer olarak nüfusun çoğalmasını sağlayacak. Böylece gelecekte ülke nüfusu belirli bir oranda kademeli olarak artarak doğal akışını sürdürecektir.

Türkiye'de toplam nüfus sürekli artış eğiliminde olmasına rağmen nüfus artış hızı düşmekte... Nüfusumuz 1975'te 40,3 milyonken doğan çocuk sayısı 1 milyon 251 bindi. 80,8 milyona ulaştığımız 2017'de ise doğan çocuk sayısı 1 milyon 291 bin. Bu süreçte nüfusumuz iki katı arttığı hâlde doğan çocuk sayısının aynı düzeyde kaldığı görülüyor. Doğum oranlarındaki bu düşüş, gelecekteki muhtemel tehlikelerin de habercisi. Türkiye, nüfusu hızla yaşlanan ülkeler kategorisine doğru yol alıyor. Bu şekilde devam ederse nüfus meselesi 2050'lerde bir iç tehdide dönüşme riski taşıyor.

1965-2018 arasında Türkiye'de toplam doğurganlık hızı (TDH) yüzde 60 oranında azaldı. Bu düşüşün ana nedeni nüfus planlamasıydı. 1960'ta 27 Mayıs darbesini izleyen süreçte başlayan nüfus planlaması, 12 Mart 1971 darbesinde de revize edildi. 12 Eylül 1980 darbesinde yapılan düzenlemelerle ise yaygınlaştı.

Türkiye'de 1960 darbe döneminde başlayan doğumları düşürmeye yönelik çalışmalar resmi olarak 2014 yılına kadar sürdü ancak 2014-18 yıllarını kapsayan 10'uncu Kalkınma Planı'nda, nüfus alanında uygulanacak politikalarla toplam doğurganlık hızının tedricen yükseltilmesi hedeflendi. Böylece nüfus artışı devletin bekası olarak görüldü ve doğumu teşvik eden (pronatalist) politika resmen hayata geçirildiği gibi çocuk sayısını artırmak için teşvik paketleri de hazırlandı ancak bütün çabalara rağmen Türkiye'de doğurganlık hızındaki düşüş devam ediyor.

Nüfus nasıl soruna dönüştü?

I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nda büyük kayıplar veren Türkiye'de 1960'lara kadar nüfusun artmasını hedefleyen politikalar uygulandı. Bu uygulamalar neticesinde 1927'de 13,6 milyon olan nüfus, 1960'ta 27,7 milyona yükseldi. Demografik yapıyı yeniden inşa sürecindeki nüfus politikaları kapsamında muafiyet ya da ödüllerle çok çocuklu aileler teşvik edildi.

1960'lara kadar doğurganlık çağındaki kadın başına düşen çocuk sayısı sürekli yükseldi. Türkiye'de kadın başına düşen çocuk sayısı 1920'lerde 5 iken; 1950'de 7'ye kadar yükseldi. Bu dönemden sonra düzenli olarak düşüş başladı ve 1980-85 döneminde 4,1'e, 2010-2017 döneminde ise 2'ye yani kritik eşiğin altına indi. Ortalama çocuk sayısının bire düşmesi hâlinde birkaç nesil sonra çocuklarımızın dünyasında dayı, amca, teyze, hala ve kuzen gibi akrabalık bağları yok olabilir. Parksız, bahçesiz, apartman odalarında büyüyen çocuklarımız, yakın zamanda akrabasız ve yalnız büyümeye başlayabilir.

Türkiye nüfusu 1985'te 50,6 milyondan 2018'de 80,8 milyona yükseldi. Bununla birlikte 1985'te 0-14 yaş grubunun nüfusun oranı yüzde 37 idi ve nüfusun dörtte biri çocuklardan oluşuyordu. 2018 Türkiye'sinde ise bu oran yüzde 23'e kadar düştü. Türkiye'de çocuk nüfus oranı düşerken yaşlı nüfus ise giderek artıyor. 1990'larda 2,2 milyon olan yaşlı nüfus 28 yılda 3'e katlanarak 6,8 milyona ulaşmış, toplam nüfustaki payı ise yüzde 8'i aşmış durumda. 65 yaş ve üstü nüfusun bu gidişle 2023 yılında 13 milyonu aşması öngörülüyor. 2050'lerde nüfusumuzun, büyük çoğunluğu yaşlılardan oluşacak 95 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu sonuç Türkiye nüfusu için adeta bir yangın alarmı anlamına geliyor.

Türkiye'de 15-64 yaş grubunu oluşturan üreten nüfus yüzde 67,9 civarında bulunuyor. Şu anda orta yaş fırsat ülkesi olan Türkiye'de doğum oranları bu çizgide azalmaya devam ederse bu durum tam tersine dönebilir. Üreten genç nüfus bir süre sonra yaşlı nüfus hâline gelecek ve 2050'lerde çalışacak, üretecek ve bizlere bakacak genç oranı da oldukça azalmış olacak.

2018'de 21 milyon civarında kayıtlı çalışanın bulunduğu ülkemizde 12,5 milyon civarında emekli mevcut. Her ülkede emekli nüfusun yükünü çalışan ve üreten nüfus sırtlanır. Yaşlı nüfusun üreten nüfus üzerindeki ağırlığının şimdiden hissedildiği söylenebilir. Türkiye'de özellikle son dönemde TBMM'deki emeklilik tartışmaları durup dururken ortaya çıkmış bir polemik değil. Ülkenin gelecekteki nüfus durumuyla ilgili öncü sarsıntılar diyebiliriz bu tartışmalara.

Türkiye'de son 60 yıldır uygulanan nüfus politikası ve değişen hayat tarzı, doğurganlık oranını düşürürken ülkedeki çocuk sayısını hayli azalttı. Kadının sosyal statüsü, eğitim düzeyi ve beklentileri, gelir düzeyi, evlenme yaşı, örf, adetler, inanç, tıbbî gelişmeler de doğurganlık hızını etkiliyor. Ancak bir ülkede doğurganlık düzeyini belirleyen ana unsur nüfus politikalarıdır. Türkiye'de doğurganlığı düşürmeyi hedefleyen nüfus politikalarının planlamasında ise uluslararası bazı güçlerin ve darbecilerin rolü yadsınamaz.

Darbecilerin nüfusumuzla derdi

Bütün gelişmiş ülkeler nüfusun artmasını teşvik ederken Türkiye'de nüfus planlaması neden? Pro-natalist politikalar neticesinde1965'te 31,3 milyona ulaşan nüfus 30 yılda ikiye katlanırken Türkiye'nin uluslararasındaki etkinliği de hissedilmeye başlamıştı. Şayet 1960'lardaki doğum oranı aynı çizgide sürdürülseydi bugün nüfusumuz 100 milyonu aşmış ve Türkiye iş gücü, ordusu, güvenliği, insan potansiyeli ile bu coğrafyada daha etkin konuma gelecekti. 50-100 yıl sonrasının hesaplarını yapan uluslararası güçler, sermaye ve darbecilerin Türkiye'nin nüfus artışından tedirgin olduğu açık. Bu nedenle Türkiye'de doğum oranının düşürülmesi 1960'lı yıllarda 27 Mayıs darbesinden sonra gündeme gelmesi tesadüfle açıklanamaz.

Böylelikle 1963'te uygulamaya konulan I. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda, doğurganlığın düşürülmesi resmen devlet politikası hâline getirildi. Türkiye'de kişi başına düşen gelir oranı bahane edilerek doğumların azaltılması planlandı. 1965'te çıkarılan Nüfus Planlaması Kanunu ile doğumların resmen kontrol altına alınması hedeflendi ve Nüfus Planlaması Genel Müdürlüğü kurularak doğumların azaltılması için faaliyetlere başlandı. 12 Mart 1971darbesini takip eden süreçte 1965 tarihli kanunun yeniden gündeme gelerek revize edildi. Ancak yapılan bütün faaliyetlere rağmen kültürel değer ve geleneklere bağlı olan Türk toplumunda doğurganlık oranı artmayı sürdürdü. Türkiye'de doğurganlıktaki asıl kırılma ise 1980 sonrası yaşanacaktı.

12 Eylül 1980 darbesini izleyen günlerde devletin nüfus kontrolü konusunda yeterli etkinliğe ulaşamadığını gözlemleyen küresel güçler ve dönemin darbe yönetimi, doğurganlığı düşürmeyi amaçlayan nüfus planlamasını bir kez daha gündeme taşıdı. Nüfus artışının ülkede ekonomik, sosyal ve sağlık sorunlarına yol açtığını düşünen darbe yönetimi kürtajı, kısırlaştırmayı kolaylaştıran ve teşvik eden birtakım yasa ve kanunlar çıkardı.

Nüfus planlaması 18'inci yüzyıl başlarında konuşulsa da somut uygulamaların dünya genelinde yaygınlaşması 1952'de David Rockefeller'in New York merkezli Dünya Nüfus Konseyi'nin faaliyetleriyle başladı. 1960 Dünya Bankası Başkanı olan ABD eski Savunma Bakanı Robert McNamara, bazı Müslüman ülkelerde doğurganlığı düşürmek amacıyla özel çalışmalar yürüttü. Dünya Bankası, ABD başta olmak üzere bazı uluslararası kuruluşlar ve küresel güçler Türkiye'nin nüfusuyla her zaman özel olarak ilgilendi. Bazı vakıflar aracılığıyla ekonomik olarak nüfus planlaması finanse edildi.

Nüfus güç kaynağıdır

Coğrafi literatürde Neo-Malthusculuk olarak bilinen nüfus planlaması, Türkiye'nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkeler ve az gelişmiş ülkelerde yerli burjuvazi eliyle uygulanmaya konulmuştu. Türkiye'de nüfus artışı konusunda henüz 1970'li yıllarda bazı söylemlerde bulunan Vehbi Koç uluslararası kuruluşlar, bazı işadamları ve bazı akademisyenlerin katılımıyla nüfus artışının düşürülmesine öncülük etti. Özellikle bazı vakıfların desteği ile gazetelerde ilanlar, televizyonlarda program ve reklamlarla Türkiye'de doğurganlığın düşmesi için faaliyetlerde bulunuldu. Bu faaliyetleri nedeniyle 14 Haziran 1994'te Cenevre'de yapılan bir törende "Dünya Nüfus Planlaması Ödülü" BM Genel Sekreteri Dr. Boutros Ghali tarafından Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı (TAPAV) başkanı Vehbi Koç'a verildi. 1984'te kurulmuş olan TAPAV günümüzde "Güvenli Annelik Projesi", "Kadın Sağlığı Eğitim Programı" ve "Üreme Hakları Farkındalık ve Savunuculuk Projesi" gibi farklı isimler adı altında yürütülen projelerle nüfus planlamasını amaçlayan faaliyetlerini sessiz bir şekilde devam ettirmektedir.

Dünyada 100 yıldır nüfus artışı nedeniyle insanların açlık ve yokluk çektiği yalanıyla nüfus planlamasının alt yapısı hazırlanıyor. Oysa bugün ABD, Rusya, Japonya ve Avrupa ülkeleri nüfusun yaşlanmasını engellemek ve doğurganlığı artırmak için çalışıyor. Doğum oranlarını arttırmak amacıyla ailelere maddi destek, vergi indirimi, bedava konut, anne olan kadınların iş hayatına devam etmesi için ücretsiz kreş ve yuvalar, belirli bir süre tam maaşlı doğum izni, çocuklu ailelere ücretsiz ulaşım fırsatı gibi somut uygulamalar hayata geçiriliyor. Fetvalarla uyguladığı doğum kontrolü politikasından dolayı BM'de ödül alan İran, şimdilerde nüfusu canlandırmak için yine fetvalarla doğurganlığı artırmayı çalışıyor. Türkiye'de sorun nüfusun artması değil, yaşlanmasıdır. Bu nedenle "en az 3 çocuk" diyoruz! Çünkü nüfus bir ülke için güç kaynağıdır.

BİZE ULAŞIN