İSRAİL NASIL DOKUNULMAZ OLDU?
ABD'deki en büyük ve en eski Yahudi örgütlenmelerinden olan ADL (Anti Defamation League- İftira ve İnkârla Mücadele Birliği) Ağustos'ta resmi sosyal medya hesabından bir anma notu paylaştı. Bu notta ADL'in kuruluşuna neden olduğunu söyledikleri "antisemitizm kurbanı" Leo Max Frank'ın linç edilerek ölümünün 110. yılı anılıyor ve kısa tarihçesine değiniliyordu.
İddialarına göre Leo Frank, ABD'de o dönem yerleşik olan antisemitik öfkenin kurbanı olmuş ve Yahudi olduğu için öldürülmüştü. Peki kimdi bu Frank? Teksaslı bir Yahudi ailenin oğlu olarak dünyaya gelip New York'ta büyüdükten sonra Atlanta'ya yerleşip bir akrabasının kalem fabrikasına müdür oldu. Bu şehirde üst orta sınıf bir Yahudi ailesinin kızıyla tanışıp evlendi ve kısa süre sonra dünyanın en eski Yahudi örgütü olan (kuruluşu 1843) Siyonist B'nai B'rith'in Atlanta şube başkanı seçildi.
Öldürülmesine sebep olan olayın ise antisemitizmle alakası yoktu. Nisan 1913'te, Frank'in müdürü olduğu fabrikada çalışan 13 yaşındaki bir kız çocuğu, işten çıkarıldıktan birkaç gün sonra, son kalan ücretini istemek üzere fabrikaya gitti. Ertesi sabaha karşı fabrikanın gece bekçisi kızın cesedini
fabrikanın yakma fırınının yanında boğulmuş halde buldu. Kızın elbisesi sıyrılmış, iç çamaşırı kan içindeydi ve kendi kombinezonundan bir şeritle boğulmuştu.
Gece bekçisi önce çelişkili ifadeler verse de sonradan Frank'in kendisine para teklif ettiğini ve kızın cesedini birlikte sürükleyerek oraya götürdüklerini itiraf etti. Sonraki soruşturmalarda Leo Frank'in başka kadınlarla ofisinde ilişkiye girdiği, çalışanlarına açıkça cinsel tekliflerde bulunduğu gibi detaylar ortaya çıktı. Nihayetinde Frank suçlu bulundu ve idama mahkûm edildi.
Ancak cemaati onu kurtarmak için uğraşmaya devam etti. Pinkerton bürosundan bir dedektif kiralayıp araştırma istediler. Fakat dedektif istedikleri kanıtları bulamayınca onun da polis şefinin arkadaşı olduğunu, bu yüzden örtbas ettiğini yazıp çizdiler. Sonunda yüksek mahkemedeki en son temyiz başvurusu da reddedilmesine rağmen vali aracılığıyla cezası müebbet hapse çevrilerek bir cezaevine nakledildi (Valinin görev süresi idamdan dört gün sonra doluyordu. Kararı aldıktan sonra karısıyla birlikte şehri terk etti). Bu ceza indirimi infial yarattı ve bir grup organize olarak Frank'i cezaevinden kaçırıp ölen kızın memleketinde linç yoluyla öldürdüler.
Yahudi cemaati ölümünden sonra da Frank'i aklamak için çalışmaya devam etti. Defalarca af için ilgili kurumlara başvuruldu ve reddedildi. Sonunda 1986 yılında Af ve Tahliye Kurulu bir af çıkardı. Ancak bu af Frank'i cinayet veya tecavüzden aklamıyor, sadece cezaevinden kaçırılmasında ve katillerinin bulunmasında devletin sorumluluklarını tam yerine getiremediğinden bu yetkisini kullanıyordu. Ama bu "belge" ADL ve diğer Yahudi kuruluşları için bir "haklılık" zemini yaratmış gibi sunuldu. 2008'de Frank'in linç edildiği adreste küçük bir taş anıt dikildi. 2015'te ise son anda
idamı müebbet hapse çeviren vali anısına, onu onurlandıran bir tarih derneği işareti adandı. 2018'de ulaştırma bakanlığının belirlediği Leo Frank anıt alanına linç karşıtı bir anıt yerleştirildi.
Yahudi cemaatinin girişimleri sadece yasal yollardan af çıkarmaya çalışmakla kalmamıştı. Vakayla ilgili sayısız kitap, makale, roman, film, belgesel, TV dizisi ve hatta 1998'de bir Broadway müzikali bile üretildi ve bu müzikal, yeniden sahnelendiği 2023'te iki ödül (öncekilere ek olarak) kazandı.
Siyonist anlatının temelleri
Görüleceği üzere Yahudi toplumu Siyonist bir örgütün yöneticisi konumundaki üyesinin (en adi suçlara bulaşmış da olsa) lekelenmiş olarak kalmasına müsaade etmiyor. 70-80 yıl sürse de bir resmî belge elde etmek için sonuna kadar uğraşıyor. Belgeye kavuştuktan sonra da olayı tersine çevirip o üyesini neredeyse aziz mertebesine yükseltiyor, hatta bundan bir de mağduriyet üretip antisemitizim sopasını tüm topluma sallayacak zemini oluşturuyor.
Bu "belge" elde etme çabasına 1917 Balfour Deklarasyonu konusunda da şahit oldu insanlık. İsrail'in kuruluşuna giden yolda en önemli adım sayılan bu belgeye sahip olmak için Siyonistler uzun mücadeleler verdi. Öncesinde hem Abdülhamit Han ile hem de Alman imparatorluğuyla uzun temaslar kurup başarısız oldular. Ama vazgeçmeyip sonunda, İngiliz dışişleri bakanının dört cümlelik bir yazısıyla, devlet kurmak için gerekli "resmî belgeye" kavuşmuş oldular. Bakanın babasının çiftliğinden arsa tapusu bağışlar gibi verdiği bu "belge" hâlâ Rothschild ailesinin koleksiyonunda bir camekan içinde muhafaza ediliyor.
Bugünlerde gündemde olan bir antik tablet de bu bağlamda değerlendirilebilir. Eylül ortalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan Kudüs patriğini kabul
etti. Patrik şık bir çerçeve içinde Hz. Ömer'in 638 yılında Kudüs halkına verdiği emannamenin bir kopyasını hediye getirmişti. Patrik 1400 yıllık bu belgeyi hatırlatarak esasen Türkiye'den koruma istemiş oluyordu. Belge de Kudüs'teki Müslüman hakimiyetine apaçık bir delildi. İsrail bunun karşısına
derhal bir "belge" koymalıydı.
Soykırım suçlusu Netanyahu iki gün sonra ortaya atılıp 2800 yıllık bir tableti gündeme getirdi. Güya İstanbul'da bulunan bu tableti eski Başbakan
Mesut Yılmaz'dan istemiş ama alamamıştı. Ama Yılmaz ona "Kudüs'ün Yahudilere ait olduğunu gösteren bir belgeyi size veremem yoksa İslamcılar
güçlenir" demiş. Şeytanlığa bakın! Yani güya Başbakan, Kudüs'ün aslında İsrail'in hakkı olduğunu teslim etmiş.
Erdoğan'a da parmak sallayarak "Burası senin şehrin değil, bizim şehrimiz ve hep öyle kalacak" diyor. Ve bunu da yıllardır kazdıkları Mescid-i
Aksa'ya uzanan tünelin içinde, ABD Dışişleri Bakanı Rubio ile birlikte poz vererek dile getiriyor. Yani Netanyahu yine "belge" peşinde. Erdoğan'a
1400 yıllık bir gerçek belge gelince, "Al sana onun iki katı kadar eski belge" diye suyu bulandırıyor. Belge dediği de şehre su getirmek için tünel açan
işçilerin çalışmalarının not edildiği basit bir taş tablet.
Aslında İsrail kendisine bir tarih kurgulamak için belge, bilgi üretiyor. Söylediklerinin aksini ispatlayan belgeleri ise inkâr ediyor, reddediyor, olmazsa karalıyor veya görünmez kılıyor. Bugün literatüre girmiş olan "Siyonist arkeoloji"nin temel amacı da budur. Siyonist anlatının temelini oluşturan "Büyük Yahudi Krallığı" ve "vadedilmiş topraklar"a dair destekleyici kanıtlar bulunamasa da İsrail ısrarından vazgeçmiyor. Çünkü yerleşim adı altında Filistin
topraklarını işgaline meşruiyet kazandırması gerekiyor. Kurgulanmış bir tarih Tevrat anlatısına dayandırmaya çalıştıkları, Nil'den Fırat'a uzanan topraklarda büyük ve güçlü bir İsrail krallığı kurulduğu, bu krallığın siyasi ve dini açıdan büyük bir merkez haline geldiği iddiasını doğrulayacak kanıtlara bir türlü ulaşamıyorlar. Böylesine görkemli bir krallığa dair büyük mimari eserler veya yazıtlar bir yana dış kaynaklardan belgeler bile ortada yok.
MÖ 10. yüzyılda kurulduğunu iddia ettikleri Büyük Yahudi Krallığı döneminde Kudüs surlarla çevrili küçük bir şehirdi. "Davut'un şehri" olarak anılan bölgede dahi ne Davut'a ne de sonra gelen Süleyman'a ait saray veya büyük mimari yapılara rastlanmıyor. Tersine Kenanlar, Romalılar, Bizanslılar ve İslam medeniyetine ait çok sayıda arkeolojik bulgu var. Örneğin Mescid-i Aksa bölgesinde bulunan yaklaşık 200 tarihi eserden 80'inin Memlukler dönemine, kalanının da Osmanlı dönemine ait olduğu biliniyor. İsrail anlatısının sebebi ise "vadedilmiş toprak" ve "büyük krallık" söylemiyle
diaspora Yahudilerini Filistin'e çekerek oradaki Yahudi nüfusunu çoğaltmaktı. Bugün kısmen de olsa bunu başarmış görünüyorlar.
Belge üretme ya da istediği konuyu öne çıkarıp istemediğini görünmez kılma çabası Holokost meselesinde de geçerli. Siyonist örgütler Nazilerin soykırımının sadece Yahudilere uygulandığını, Holokost'un eşinin ve benzerinin dünya tarihinde bulunmadığını ve bundan sonra da olamayacağını iddia eder. Örneğin Nazi soykırım yöntemlerinin ilk önce engellilere, sonra romanlara/çingenelere ve komünistlere uygulandığını dile getiren yazarları derhal susturma yoluna gitmişlerdir.
Onlara göre Holokost sadece Yahudilere uygulanmıştır ve biriciktir çünkü Yahudiler biriciktir, eşsizdir. Böylece sınırsız bir mağduriyet algısının yanı sıra alttan alta bir üstünlük anlatısı da ortaya konabilir. Güya, Yahudiler üstün ve haklı, geriye kalan herkes suçlu ve antisemittir. Bu yüzden Yahudi acılarına sonsuza kadar saygı duyulmalı ve bu büyük "ortak" kefaretin bedeli onlara ödenmelidir. Bunun kanıtı olacak "belgeler" nasılsa üretilecektir. Örnek verecek olursak 1967 Arap-İsrail savaşına kadar ABD'de Holokost pek de kimsenin umurunda değildi. Hannah Arendt 1963'te Eichmann Kudüs'te kitabını hazırlarken İngilizce yazılmış sadece iki akademik kaynak bulabilir. 1967'ye kadar Holokost hakkında bir iki kitap ve
film vardı ve yalnızca bir üniversitede ders veriliyordu. Bugün ise Holokost dersi verilmeyen üniversite yok gibidir.
Kendi hocalarının yakındığı üzere öğrencilerin çoğu Holokost'un ne zaman yapıldığını ve kaç kişi öldüğünü Amerikan İç Savaşı'ndan daha iyi bilmektedir. Kamuoyu anketlerinde de Amerikalıların Holokost'u Pearl Harbor baskınından veya Japonya'ya atom bombası atılmasından daha iyi bildiğini gösteriyor.
Holokost endüstrisi nasıl var oldu?
Ancak 67 savaşından sonra bu konuda adeta bir patlama yaşanır. O güne kadar Soğuk Savaş konsepti içinde ABD resmi politikasıyla uyum içinde, Holokost'u dillendirenleri bile hükümete şikâyet eden kuruluşlar birden Holokost anlatıcılarının ön sıralarına yerleşir. Kitaplar, filmler, kürsülerde
dersler, belgeseller (ve tabii peşi sıra büyük paralar) yağmur gibi yağmaya başlar. Öyle ki Yahudi Profesör Norman Finkelstein'ın mükemmel adlandırmasıyla bir "Holokost endüstrisi" oluşur. Nazi kamplarından kurtulanlara Alman devletinin tazminat ödemesi gündeme gelince daha önce 100 bin kişi olarak bildirilen sayı uydurma belgelerle bir milyona kadar çıkar.
İlginç sahtekârlar da peydah olur. Örneğin Nazi zulmünden kurtulan bir çocuğun (kendisinin) trajedisini anlattığı anı kitabı Fragmanlar ile Binjamin Wilkomirski bunlardan biridir. Holokost'tan sağ kurtulup İsviçreli bir aile tarafından evlat edinilen küçük Binjamin dünyanın hâlâ Yahudilere büyük acılar çektirdiğini etkileyici biçimde anlatır. Kitap Holokost edebiyatının klasiklerinden biri haline gelir, 12-13 dile çevrilir, ödüller alır. Yazarı da konferansların,
seminerlerin, belgesellerin yıldızı olur.
Fakat bu "Holokost gazisiyle" ilgili bir sorun vardır. Kendisinin İsviçre doğumlu olduğu ve savaş boyunca İsviçre'de bulunduğu (ki bu ülke savaşta tarafsız kalmıştı), adının da Bruno Doessekker olduğu, hatta Yahudi bile olmadığı ortaya çıkar. Yahudi örgütleri yine de onu savunmaya devam ederler. Boyalı Kuş kitabıyla dünyaca ünlü olan yazar Jerzy Kosinski'nin hikâyesi de çok benzerdir ama uzatmayalım, araştırmayı meraklı okuyucuya bırakalım.
Kendilerine kurgulanmış bir tarih yaratmakta mahir olan Siyonistler, Holokost'un acılarını da sonuna kadar istismar ederek hem siyasi ve sınıfsal çıkarlar elde etmiş hem de bunu vazgeçilmez bir ideolojik silah olarak kullanma becerisini göstermişlerdir. Bugün artık "Holokost inkarcısı" diye etiketleme çabasına bile girmiyorlar. Bunun yerine İsrail'i koydular. İsrail'le ilgili en ufak eleştiriyi bile antisemitizm olarak yaftalıyor ve susturmaya çalışıyorlar.
"İsrail'in var olma hakkı" diye bir kavrama yaslanarak dünyayı hizaya sokabileceklerini düşünüyor, işledikleri ve işleyecekleri her suçtan muaf tutulmalarını talep ediyorlar. Gazze soykırımına kadar, elde ettikleri bu dokunulmazlığı uydurulmuş veya çarpıtılmış tarihe ve "belgelere" borçlulardı.
Ama artık dünyada rüzgâr bu sahte dokunulmazlığa karşı esiyor.