ÇEVRE KRİZİ HER ŞEYDEN ÖNCE AHLAKİ BİR SORUNDUR

Birol Biçer 25 Eylül 2025, Perşembe
Asya’dan Amerika’ya sel felaketleri giderek artıyor, Kutuplarda ve Alpler gibi karla özdeşleşmiş dağların zirvelerinde buzullar erimeye yüz tutmuşken Cilo dağlarında bile artık kalmadığı görülüyor, okyanuslarda hüküm süren rüzgâr akımlarının yönü ve şiddeti değişiyor, Katrina’sından Laura’sına, Karl’ına, Harvey’ine, Michael’ına kasırgalara fırtınalara verilen İngilizce isimler tükeniyor. Bir çırpıda 50 milyon hektar yeşil örtünün yandığı Avustralya’dan California’ya, Kanada’ya kadar dev orman yangınları artmaya başladı, Arap çöllerinde bile kar yağışları görülür oldu, dünya genelinde deniz suyu ısınma belirtileri gösteriyor. Kutupların erimeyle birlikte bir ölüm çıkmazına girdiği söyleniyor, Sibirya bile ısınmaya, okyanus akıntıları dahi değişiklikler göstermeye başladı. Çevresel kriz gerçeği artık en inatçı sanayi ve fosil yakıt lobilerinin üstünü örtemediği bir açıklık kazandı. Ama görünen o ki insanoğlu hala akıllanmadı. Belki de asıl kriz iklimden ve çevreden önce insanın değişen, yozlaşan ikliminde.

Çözümü metafizikte gösteren düşünür


İklimlerin değişmesine, dünyada ısı dengesinin bozulmasına ve doğal dengenin tahribine dair eleştiri getiren, tahlillerde bulunan pek çok düşünür,
filozof ve bilim insanı çıktı. Bana kalırsa büyük çoğunluğu yerden göğe kadar haklıydı ama birinin getirdiği eleştiriler ve yaptığı tahliller çok daha
bütüncül ve derinlikliydi. Birçok alanda verdiği eserlerle dünyanın dikkatini çeken ve takdirini toplayan Müslüman mütefekkir ve akademisyen Seyyid Hüseyin Nasr, pek çok konunun yanı sıra insanın tabiat ile trajik ilişkisine getirdiği İslami perspektifle çok daha derinleri işaret eden bir tablo çizdi, pusula sundu, yol gösterdi. Ne var ki bu mütefekkirin tabiat meselesine getirdiği yaklaşım ne dünyada ne de İslam coğrafyasında hak ettiği gibi bir karşılık buldu. Buna hiç karşılık bulmadı desek de yeridir. Nasr'ın bu ciddi sorun konusunda doğal dengenin bozulduğunu söyleyerek insanlığı uyaran diğerlerinden en büyük farkı, bu insan-tabiat dengesizliğinin temelinde insanın yaratıcıyla ve dolayısıyla yaratılış, fıtrat ve tabiatla ilişkisinin
bozulmasını ön plana çıkarmasıdır. İnsanın doğal dengeyi giderek tahrip eden ve büyük bir felaketi tahrik eden hal ve tavrına karşı ise Nasr'ın insanoğluna nasihati, haliyle pek çoklarının önerdiği gibi materyalist ve düz akılcı bir yaklaşımın ötesine geçer ve metafiziği işaret eder: Nasr, tüm dünyanın fareli köyün kavalcısı gibi izlediği ilerleme-gelişme mitinin tutarsızlığını ortaya koymakla kalmaz, öte yandan da insanlığın doğayı ve doğal dengeyi çöküşe sürükleyen yaklaşımının yol açtığı ekolojik sorunun ancak manevi nizamla barışarak ve tabiattan söküp aldığı kutsallık vasfını ona iade ederek çözüleceğini söyler.

"Tabiatla barışık olmak manevi düzenle barışık olmaya bağlı"

Özelikle çevre konusunu ele aldığı İnsan ve Tabiat adlı kitabından yola çıkarak Nasr'ın düşüncelerini kulağımıza küpe etmek faydalı olacak: "İnsanla tabiat arasındaki dengenin tahrip edilmiş olmasından kaynaklanan sorunları, daha fazla tahribat yaparak, tabiatı biraz daha 'ele geçirerek', onu biraz daha 'boyunduruğa vurarak' ortadan kaldırabileceklerini sanıyorlar. Pek az kişi, bugün insanoğlunun yüz yüze olduğu en acil toplumsal ve teknolojik sorunların 'az gelişmişlik' denilen şeyden değil, 'aşırı gelişmişlik'ten kaynaklandığını kabul edecektir. Pek az kişi, gerçeği olduğu gibi görüp, tabiat ve tabii çevre karşısındaki - saldırıya ve savaşa dayanan - tavır değiştirilmediği sürece insan toplumunda barışı sağlamanın mümkün olmadığını anlayabilmektedir. Dahası, tabiatla barışık olmanın manevi düzenle barışık olmaya bağlı olduğunu kimse anlamak istememektedir. (…) İnsanla tabiat arasındaki dengenin bozulduğunu pek çok kimse kabul etmektedir. Ama bu dengesizliğin, insanla Tanrı arasındaki uyumun bozulmasından kaynaklandığını herkes fark etmiş değildir. (…) İnsanoğlu, Allah'ın mülkünde emanete ihanet etmiştir. Sahip olduğu bilimsel bilgiyi Rabb'in rızasına uygun olarak kullanacağı yerde, tabiatı istismar etmede kullanmıştır. (…) Artık çağdaş insan için tabiatın hiçbir kutsal tarafı kalmamıştır. Çağdaş insan, tabiatı kendisine sevgi beslediği bir eş gibi değil bir fahişe gibi görmektedir. Kendisine karşı hiçbir sorumluluk ve yükümlülük duygusu beslenmeyen bir fahişe. Zorluk şuradadır; bir fahişe gibi kullanılan tabiatın durumu günden güne daha fazla gönül eğlendirmeyi imkânsız kılmaktadır. (…) Tabiatla insan arasındaki barış ve uyum gerçekleşmedikçe insanlar arasında barışın sağlanması imkânsızdır. Tabiatla barış ve uyum içinde olmak da göklerle ve nihayet her şeyin kaynağıyla, uyum içinde olmaya bağlıdır. Rabb'la barışık olan O'nun yarattıklarıyla da barışıktır… Tabiatla da barışıktır… İnsanlarla da barışıktır… (…) İnsan tabiatla ya da yeryüzüyle uyum içinde yaşamak için, gökyüzüyle uyum halinde yaşamalıdır."

"İklim krizi her şeyden önce ahlaki bir meseledir"

İklim değişiyor ama öncelikle insanın iklimi değişiyor; yani karakteri, yapısı, maneviyatı, zihniyeti… İnsanın iklimi değiştikçe doğayla ilişkisi bozuluyor ve haliyle doğa da bozuluyor. İklim krizi başta olmak üzere doğal dengedeki bozulmayı ele alan düşünürler çoğunlukla insan-doğa ilişkisinin
üretim, tüketim, kirletme, suistimal etme boyutlu somut yansımalarını ön plana alsalar da meseleyi öncelikli olarak ahlaki ve manevi perspektife bağlayanlar da var. Bunlardan biri Hüseyin Nasr ise, diğeri de Fransız biyolog ve filozof Bernard Feltz. Feltz'in yaklaşımını iyi özetlemesi bakımından "İklim değişikliğinin felsefi ve etik sorunları" adlı makalesinden alıntılarla vermek isterim: "İklim krizi her şeyden önce ahlaki bir meseledir, ardında doğaya, canlılara ve insanlığa karşı gözetilmeyen bir etik vardır" diyen Feltz bu yaklaşımıyla tesirlerini her geçen sene daha bariz gördüğümüz ve hissettiğimiz çevresel felaketin en temel sebeplerinden birine odaklanıyor. Ona göre insanlık doğaya karşı vahim bir konuma düşmüş durumda: "İnsanlık borç batağında. Yıldan yıla, doğanın sağlayabileceğinden daha fazla kaynak tüketiyor. Bu aşırı tüketim, iklim üzerinde doğrudan bir etkiye sahip. (…) İklim sorununun ortaya çıkmasında bilimin büyük bir sorumluluğu var. Yeni teknolojilerin yarattığı etkileyici güç ve ekonomik imkânların sınırsız kullanımı sayesinde (insanın dünyaya hâkimiyet kurduğu) Antroposen çağa girmiş bulunuyoruz: Tarihte ilk kez, insan faaliyetleri tüm insanlık için belirli çevresel özelliklerin değişmesine yol açıyor. (…) Bununla birlikte, ekolojik kısıtlamaların belirleyici bir şekilde dizayn ettiği bir topluma doğru bir geçiş sürecine girdiğimizi kabul etmeliyiz. Çünkü asıl mesele, insanlığın geleceğidir. Eylemi yönlendiren şey, kontrolsüz iklim değişikliğinin dünyadaki insan yaşamını çok daha zor, hatta imkânsız hale getirebileceği bilincidir. Alman filozof Hans Jonas'ın 1970'lerin sonlarında, özellikle
ekolojik meseleler üzerine düşünerek geliştirdiği "sorumluluk ilkesi"ni biliriz: "Eylemlerinizin etkileri gerçek bir insan yaşamının kalıcılığıyla uyumlu olacak şekilde hareket edin." Artık mesele, sisteminçok uzun vadede sürdürülebilirliği kaygısını birleştirerek ve gelecek nesilleri sorumluluk
alanımıza dâhil ederek çağdaş bir toplumsal yaşam tasarlamaktır. Bu ekolojik kaygılar, insan haklarına saygı ve tüm insanlara eşit muamele gibi çağdaş ahlaki gerekliliklerle bir arada var olmalıdır."

Doğa insan ilişkisinde anlayış sorunu

Gündelik haya290x93tın yanı sıra dünyanın jeopolitik düzenini de etkileyecek boyutlara varan küresel ekolojik krizin bir boyutunu oluşturan iklim değişikliği, insan ve doğa arasındaki karmaşık ilişkinin doğrudan bir sonucu. Bernard Feltz bu karmaşık ilişkide temel düşünsel suçluyu şöyle gösteriyor: "İlki, doğayı insanların kullanımına sunulmuş bir nesneler kümesi olarak ele alan Descartes'ın yaklaşımı: Modernitenin büyük öncülerinden kabul edilen filozof, "canlı makine" fikrini savunur. Yalnızca insanların bedenden ayrı, özsel bir ruhu vardır ve bu da onları tek saygın tür yapar. Doğanın geri kalanı, ister canlı ister hareketsiz olsun, insanlığın erişebildiği nesneler dünyasına aittir. Bu tür varsayımların, doğanın her biçimiyle utanmazca kullanılmasına nasıl yol açtığını görebiliriz." Diğer doğa-insan ilişkisinde daha makul bulduğu yaklaşımları da şöyle ifade ediyor Feltz: "1937'de İngiliz botanikçi Arthur George Tansley, doğayla bilimsel ilişkide devrim yaratacak 'ekosistem' kavramını ortaya atar. Bu kavram, çeşitli canlı türlerinin birbirleriyle ve tüm canlıların fiziki çevreyle (toprak, hava, iklim vb.) etkileşimlerini ifade eder. Bu bağlamda, insanlar kendilerini doğaya ait, ekosistemin bir unsuru olarak yeniden keşfederler. Dahası, bu ekosistem, insan faaliyetlerinin hem öncesinde hem de sonrasında sınırlı kaynaklara sahip, sonlu bir ortamdır. Ancak birçok düşünür, bilimsel ekoloji yaklaşımının yetersiz olduğuna inanmaktadır. Örneğin, derin ekolojistler, ekolojik yaklaşımlar da dahil olmak üzere bilimsel yaklaşımın temel sorununun insan merkezcilik olduğuna inanırlar. İnsanları, onlara özel bir statü tanımadan, canlılar dünyasına bir bütün olarak entegre eden bir bütünlük felsefesini savunurlar. Hayvanlara saygı, insanlara saygıya benzer. İnsan/ doğa ilişkilerine dair son bir anlayış, şudur: Doğa ve insanlar, daha saygın bir yaşam dünyasında bir arada var olur ve iç içe geçerler. Bir hayvan, insanlarla aynı statüye sahip olmasa bile, kendi başına saygın olabilir. Canlı bir türe, belirli bir ekosisteme, tıpkı bir sanat eserinin insanlığın olağanüstü bir başarısı olması gibi, doğanın olağanüstü başarıları olarak saygı gösterilmelidir."

İklim krizinin yıkıcı sonuçlarına bir bakış

Düşünürlerin insanlığı sorumluluk bilincine çağırması boşuna değil, çünkü çevre krizine sebep olan faaliyetlerin neredeyse tamamı insan kaynaklı. "Carbon Brief" adlı uzman bir web sitesi geçtiğimiz yıl aşırı hava olaylarıyla ilgili 600'ün üzerinde bilimsel çalışmayı tahlil etti ve bunların yüzde 83'ünün insan kaynaklı iklim değişikliğiyle bağlantılı olduğu sonucuna vardı. Görünen o ki dünya insanoğlunun iflah olmaz hırsı ve aç gözlülüğü nedeniyle ortaya çıkan iklim değişikliği, küresel ısınma ve bunların yol açtığı olumsuzluklar vasıtasıyla adım adım ekolojik bir felakete doğru sürükleniyor. Sadece içinde bulunduğumuz 2025 yılında şahit olduğumuz tabii felaketlerin sayısı ve boyutları bile bunu göstermeye yeterli. Geçen yıl da durum böyleydi ve önceki yıllarda da. Aradaki tek fark her yeni gelen yılın doğal felaket ve dengesizlikler bakımından öncekileri aşmaya başlaması. Son olarak 2024 yılı tamamlandığı için ondan örnek verelim: Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) birkaç ay önce 2024 yılında değişen ekolojik dengelerin etkisiyle dünya çapında meydana gelen afetlerin bir listesini içeren "Küresel İklim Değerlendirmesi 2024" raporunu yayınladı. Rapora göre 2024, iklim açısından kasvetli rekorların kırıldığı, küresel ortalama sıcaklığın sanayi öncesi seviyeleri 1,5°C'den fazla aşmasıyla, 175 yılın en sıcak yılı oldu. Bu raporda sadece 2024 boyunca insan kaynaklı iklim değişikliğine ve ekolojik dengesizliğe bağlı olarak "eşi benzeri görülmemiş" ve "son 16 yılda kaydedilen en fazla yeni yer değiştirmeye yol açan" rekor sayıda 152 aşırı hava olayı kaydediliyor. WMO Genel Sekreteri Celeste Saulo söz konusu raporu "iklim değişikliğinin hayatlar ve geçim kaynakları üzerindeki artan risklerine dair bir alarm niteliğinde" sözleriyle yorumluyor. Raporda aynı sene içinde tropikal fırtınalar, seller ve kuraklıklar nedeniyle "800 binden fazla insanın yerinden edildiğini ve evsiz kaldığı" belirtiliyor. Bugün yapılan yorumlar ise bu yıl içinde olanların çıtayı daha da yükseğe taşıdığı yönünde.

"Artık dönüş yok; bari dünyanın sonunun tadını çıkarın!"

Bu yaz, 120 uzman bilim insanının ortak çalışmasıyla hazırlanan ve 18 Haziran'da Earth System Science Data tarafından yayınlanan "Indicators of
Global Climate Change 2024" (İklim Değişikliğinin Küresel Belirtileri 2024) adlı rapor, lafı hiç evelemeden gevelemeden söylüyor: "İnsanlık artık kırmızı çizgiyi geçmiş durumda." Bu durum, 2015 yılında Paris Anlaşması'yla belirlenen küresel atmosfer ısınmasını +1,5 derece ile sınırlama
şartının insanlık tarafından gerçekleştirilemeyeceği anlamına geliyor. Kısacası sizin anlayacağınız, artık doğal normale dönüşümüz yok. Bir başka
deyişle, atmosferin ısınmasını yavaşlatmak ve iklim değişikliğini durdurmak üzere belirlenen bu hedef sanayileşmiş ülkeler tarafından ciddiye alınmadığı için, atmosfere salınan gazlar onlarca yıl boyunca ısıyı hapsetmeye devam edecek ve bu da küresel ısınmada olay ufkunu yani geri dönüş çizgisini aştığımız anlamına geliyor. Hatta atmosfere gaz salımını sınırlayan bu anlaşmadan sonra karbondioksit salımı 2022'de 35,7 ve 2023 yılında 36,8 milyar tona çıkarak bu açıdan rekor bile kırıldı. Raporu hazırlayan uzmanlara göre ısınma eşiğinin +1,5 derecede kalma şansının makul düzeyde yani yüzde 50 olabilmesi için yalnızca 275 milyar ton karbondioksit emisyonu kalmış durumda ve mevcut gaz salımıyla bu eşiğe beş ila altı yıl içinde ulaşılacak. Daha iyimser hesaplamalar yapan uzmanlar ise geri dönüş eşiğinin ancak 30 yıl içinde aşılacağını düşünüyor. Mevcut konjonktürde bunu sağlayabilecek bir uluslararası irade görülmediği için söz konusu durum dünya için geri dönüş imkânının sıfıra yaklaştığını gösteriyor. Karamsar bilim insanlarının bazıları ise insanlığa çağrıları sorulduğunda artık şöyle diyor: "Geri dönüş imkânı kalmadı. Onun için hiç olmazsa keyfinize bakın ve dünyanın son yıllarının tadını çıkarın!"

Doğal dengenin kurtarılmasına konjonktür el vermiyor


Raporlar, rakamlar, bilimsel veriler, ölçümler, çıkarımlar, felsefi düşünceler, uyarılar tamam da… İklimlerin değişimini, sıcaklığın artışını, buzulların erimesini, bazı yerlerde sellerin artışını, bazı yerlerde kuraklık ve çölleşmeyi, bunlara bağlı olarak ortaya çıkacak olan sıkıntıları, açlık ve susuzluğu, türlerin yer değiştirmesini kim önleyecek dersiniz? Çünkü ben de dâhil herkes sadece akıl veriyor ama durdurmak için elini taşın altına sokan yok. Büyük ve sanayileşmiş devletler azılı bir ekonomik, stratejik ve teknolojik güç rekabetinin içindeyken doğal dengeyi korumak adına kolay kolay hiçbir adımı göze alamıyorlar. Gelişmekte olan ülkeler, "herkesin endüstri ve teknolojisini kurduğu bir dünyada kısıtlamalara gidersek gelişemeyiz, bizim başımız kel mi?" modunda takılıyorlar. Geri kalmış ülkelerin doğal kaynakları ise zaten eko-sömürgecilerin elinde talana uğratılıyor. Açıkçası her gün yeni bir dünya savaşı hesapları yapılan dünyada hiçbir gücün tabiatın dengesini, iklimlerin normalleşmesini gerçekten ve somut adımlar atacak şekilde umursadığı yok. Hele hele teknoloji ve gelişme çılgınlığının zirvelere ulaştığı, çok ulusluların kâr hırsıyla devletleri bile solladığı, tüm dünyanın
tüketim gayyasına düştüğü böyle bir dönemde bu pek mümkün görünmüyor. Kısacası dünyadaki güçlerin bir araya gelip "Hadi dişimizi sıkıp, kolları sıvayalım, beraber şu dünyanın doğal dengesini kurtaralım!" demesini beklemek büyük hayalcilik olur. Peki, başka bir çözüm var mı? Var ama biraz
patırtılı olabilir: Eko-terörizm.

Benzer Haberler

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.