İYİ BİR SEYAHAT SİZ EVE DÖNDÜĞÜNÜZDE İÇİNİZDE DEVAM EDENDİR
Kemal Sayar: Gerçek seyahat insanı terbiye eder
Ruhu dinlendiren bir tatil, hayatın rutinlerinin dışına çıkabildiğimiz, hayatı yeni biçimlerde görmemize ve tecrübe etmemize imkân veren bir tatil olsa gerek. İnsan evinden hiç ayrılmadan da yaşayabilir bu ruh dinginliğini, bir dağ başına çekilerek de. Benim ruh dinginliği için tatil tercihim ise zihnimi şaşırtacak, ruhumu hayret duygusuyla buluşturacak, kaybolmama izin verecek bir seyahat tecrübesi. Kendimden en çok böyle bir seyahatte uzaklaşabiliyor ve öte yandan, içerideki gerçek benliğime daha çok yaklaşabiliyorum.
Dünyamızın ufuklarını genişlettiğimiz ve güvenlik alanımızın dışına çıkarak bilinmeyene kucak açtığımız seyahat, layıkıyla yapıldığında ruha yeni pencereler açar. Seyahat kendi ötekiliğimizi "yerel"lerin gözünden keşfettiğimiz bir imkândır. Seyahat bazen yeni yerler görme arzusundan, bazen de her şeyden bir kaçış arzusundan beslenebilir. Seyahat sanatının turizme evrilmesiyle başını alıp gitmek sterilleşiyor, bir dikizci gibi, turist de kendisini eyleme emniyetli bir mesafeye yerleştiriyor. Çok da içine girmeden, merakı tatmin etme arzusu. Seyirle büyülenmeye dünden razı ama ötekiyle etkileşime geçmek, sorumlu olmak, meydan okumak, rutinlerinden veya güvenliğinden feragat etmek konusunda isteksiz.
Turist ötekinin imgesini kamerasına hapseder. Bir kabile tiyatrosu veya geleneksel dans seyrederek o kültürde doğup büyümenin ne menem bir şey olduğunu hayal etmeye çalışır. Düş kurmak bir sosyal uygulamaya dönüştürülür. Müze ziyaretleri ve kamera mercekleriyle gerçeklik hapsedilerek ehlileştirilir. Böylece dünya bir dizi cansız nesneye indirgenir. Elbette turist şehrin belirli yerlerine akar, yoksul kenar mahallelerde elinde kamera dolaşan bir turist, olasılıkla yolunu şaşırmıştır. Turistin "yerel"le ilişkisi geçicilik üzerine kuruludur, madem geçici olarak oradadır ve bir daha oraya uğraması da gerekmemektedir; sözler, yüzler, ilişkiler hep uçucudur. Hep hareket halinde ve hep bir sonraki koşuya hazır olma heyecanı içindeki turist, modern hayatın muhtasar ilmihali gibidir.
Turiste pazarlanan sahtelik
Bir Güney Afrika seyahatinde rehberimiz bizi otantik bir Zulu köyüne götürmeyi vaat etmişti. Oraya vardığımızda yerel kıyafetleri içinde Zulu köyü sakinleri bizi selamladılar ve köylerini gezdirdiler. Akşam kabile şefinin de iştirak ettiği bir şölene buyur ettiler. Gece misafirler için hazırlanmış rahat
odalarda konakladık. Bir bit yeniği vardı bu işte ama keşfetmek için sabahı beklememiz gerekiyormuş. Zulu kabile şefi gayet spor Batılı kıyafetler içinde valizlerimizi arabaya taşıyordu! Nasıl yani, şef? Dün hürmette kusur edilmeyen adam bugün taşıyıcılık yapıyordu. Akşam yerel kıyafetler içinde
bizi karşılayan Zulu'lar mesaiyi bitirmiş, tebdil-i kıyafet etmiş ve modern günlük hayatlarına dönmüşlerdi. Meğer bu köy Batılı bir beyaz tarafından işletilen ve turistlere "otantik Zulu hayatı"nı pazarlayan bir yermiş. Turist zevkine göre ayarlanmış bir sahte olay. Turist için her olay, tüketilmeye hazır bir sahte olaydır.
Seyyah ne kadar yolun insanıysa, turist de o kadar sahte olayların ve kurgulanmış gerçeklerin insanıdır. Turist parası karşılığında "bir mesafeden" otantisite ve egzotizm satın alır. O yaşantıyı uzaktan gözler ama onun içine nadiren girer. Bir düş kurabilmenin ihtiyacındadır ancak tüketmeyi yapmaya/eylemeye yeğlediği için düşü de sahtedir.
Tüketim toplumu insanın önüne sayısız seçenekler yığıyor. "Seçme özgürlüğü" modern insanın sosyal tabakasının en önemli ölçütlerinden biri haline geliyor ve ne kadar çok seçeneğe sahip iseniz rütbenizin de o kadar yüksek olduğu varsayılıyor. Turizm modern yurttaşın zihninde bir dizi fanteziyi uyarıyor, pek az insanın sahip olduğu bir imtiyazı deneyimleme imkânı, modern zihni cezbediyor. Kendisini fantezi olarak bir "maceracı" olarak kurgulasa da, modern turist, beklenmedik olanın tehdidiyle kendisini gergin hisseder ve bu yüzden Cakarta'dan Petersburg'a kadar mümkünse her şeyin aynı olmasını, otel ve lokantaların ona alıştığı rahatlığı sunmasını yeğler.
Bilinmeyene atılan olta
Hele o paket turlar, yok mu? Onlar tüketim modeline birebir uydurulmuş en saf turizm biçimidir. Her şey baştan sona en ince ayrıntısına dek
hesaplanmıştır ve müşterinin sadece geriye yaslanıp hayatın tadını çıkarması istenir. Turist hareket halinde olmakla selamete ereceğini düşünen kişidir, o yüzden paket turlar tıklım tıkış etkinliklerle doldurulur, oradan buraya telaşla seyirten turistin kaybedeceği ve kaybolacağı zamanı yoktur. Oysa seyahat sadece bilinmeyene atılan bir olta değil, bir bilmeme biçimidir de; hayatın doğal akışına râm olarak, masum bir göz aramaktır. O masum gözle kendime baktığımda, o masum göz bana çevrildiğinde, beni de masum bir benliğe çevirecektir. Rutinden çıkmak ve kendini belirsizliğe
açmakla seyyah, hayattan öğrenmeye hazır bir tilmizdir artık. Yolla yoğrulur, yolda yoğrulur. En güzel yolculuklar içimize en çok yürüdüklerimizdir.
Seyahat etmek bize yeni görme biçimleri, yeni içe bakma biçimleri kazandırabildiği kadar ruhu dinginleştiriyor. İnsan kaybolmaya açık olabildiği kadar kendi ruhunu bulabiliyor, çünkü keşif, gerçek keşif yolculuğu, Proust'un dediği gibi yeni yerler aramakta değil yeni gözlere sahip olmaktadır. Böylece gittiğimiz her yer karşılaştığımız herkes sizin bir parçanız olur. İyi bir seyahat siz eve döndüğünüzde içinizde devam edendir. Her gezen kaybolamaz ve ancak kaybolabilenler seyahati, bir sanat eseri gibi içe doğan bir tecrübeye dönüştürürler. Elbette böylesi bir tecrübe ancak usulca yaşanabilir, gözün ve ruhun temas ettiği her şeye nüfuz etme cehdiyle, uğrak yerlerinde eğleşmeyi göze alarak. Hızlı seyahat olmaz, hız turistlere özgüdür ve yolculuğu bönleştirir. Seyyah ânı yaşayarak kıymetlendirir, ânın ruha değmesine, ruha birikmesine ve onu kanatlandırmasına izin vererek.
Dünyayı inanç, arzu ve beklentilerimizin süzgecinden geçirerek algılıyoruz. Gerçeklik bize çıplak halde ulaşmıyor, bir dizi prizmada kırılıyor onun
ışığı, böylece görmek kuramsal bir etkinliğe dönüşüyor. Neyi görmeyi umduğumuz, gerçekte neyi gördüğümüzü etkiliyor. İşte kaybolmaya açık olmak yeni yaşantıların akışına kapılmaya izin verebilmektir ve eski süzgeçlerin alt üst olarak bizi dünyayı daha farklı biçimlerde bilmeye mecbur etmesidir. Böylece önyargılar kırılır ve dünyanın olanca çeşitliliğini, insan ruhunun sonsuz çeşitliliklerini idrak etmekle kâinatta ne küçücük bir yer işgal
ettiğimizi fark ederiz. Gerçek seyahat insanı terbiye eder. Böylece dış âlemde attığınız her adım, kalbinize doğru yürüdüğünüz yolculuğun bir parçası olur.
Mahmud Erol Kılıç: Yeryüzünde gezmek, dikey yolculuğun talimidir
Dilbilimsel açıdan baktığımızda Türkçedeki "tatil" kelimesi Arapçadan gelen bir kelime. Arapçadaki manası, bugün kullandığımız manadan oldukça farklı. Bir şeyi adeta "iptal etmek, muattal hale getirmek, çalışmaz hale getirmek, engellemek" gibi manaları var. Bu açıdan kelimenin orijinalinde çok pozitif manalar yok, menfi anlamlar var. Bizim bugün tatil olarak kullandığımız kelime, eski dilde yine Arapçadan gelen "teferrüç eyleme" yani birtakım sayfiyelere gitme anlamını taşıyor. Sayfiye kelimesi de "sayf"tan türeyen yani "yaz"dan türeyen bir kelime. Yaz aylarında daha rahat ortamlara, şehir dışlarına, dere kenarlarına, deniz kenarlarına, ormanlık alanlara, yaylalara çıkmak anlamını taşıyor. Aslında kadim dünyada insan bugüne kıyasla daha yeşillik mahallelerde yaşadığı için ve şehirler de bugünkü manada azmanlaşmadığı için şehir hayatı içerisinde bile illa tatile çıkmak pek ihtiyaç olarak zuhur etmezdi.
Ben kendi payıma anlatacak olursam, bir İstanbul çocuğu olarak, gençliğimde yani 70'lı yıllarda İstanbul bir köy gibiydi. Evlerin çoğu bahçeliydi. Çocukluğumuz ağaçlı tepelerde oynayarak geçti. Yenikapı'dan sandal kiralayıp denize girerdik. Florya ve Fenerbahçe gibi İstanbul'un denize girilen başka yerleri de vardı. 14-15 yaşlarındaki çocuklar olarak yaz aylarında Edirnekapı'dan dışarı doğru, Avcılar ve Ambarlı istikametine doğru bisikletlerimizle pikniğe giderdik. Boş arsalarda top oynardık. İncir ağaçlarının tepesinde incir toplardık.
Bunlar olduğu zaman sizde çok da tatil ihtiyacı oluşmuyor. Taşrada yeri olan insanlar da sırf tatil için değil, daha ziyade sıla-i rahim için oralara giderlerdi. Şehirler, mahalleler, iklim bugünkü kadar insanları bunaltmıyordu. Sözgelimi İstanbul'da rutubet yoktu. Evlerde klima nedir, bilinmezdi. Boğaz köylerine, deniz kenarlarına gidilirdi. Daha geriye gidip Osmanlı dönemine baktığınız zaman da insanların Kağıthane'de, Emirgan ve Göksu deresi gibi yerlerde sandal sefasına çıktıklarını görürüz.
Enfüsi bir yolculuk
Aslında tatil, çok tabii bir ihtiyaçtır. Ben burada karşı olunacak bir şey görmüyorum. Eski İstanbul'un irfan ehlinin de bazen dere kenarlarında, yeşillik alanlarda toplanıp hem sohbet hem de zikir yaptıklarına dair elimizde veriler var.
Tasavvufi açıdan seyahate bakınca şunları söyleyebilirim: Tasavvuf dikey manada enfüsi bir yolculuktur, seferdir, seyirdir. Bunun için tasavvufi eğitimden geçmeye "seyr u süluk" denir. Bu yüzden yeryüzünde yatay dolaşmak da bir manada dikey yolculuğun antrenmanıdır, talimidir. Vadiden vadiye dolaşarak Simurg'a seyahat etmek, tasavvufta çok önemli sembollerden biridir. Ayrıca, Mevlana ve İbn Arabî gibi ariflerin doğdukları bölgeden ayrılarak çeşitli şehirlere seyahat ettiklerini görmekteyiz.
Bu arada, Kur'an-ı Kerim'de de gezmeye, farklı kültürleri keşfetmeye, geçmiş kavimlerin neler yaptıklarını görmeye dair teşvikler vardır. Nitekim seyahat etmenin insanın birikimine ve bakış açısına katacağı çok şey var. Ben devletin, özellikle gençlere indirimli bilet imkânı sunarak onların yurt dışına çıkmalarını teşvik etmesi gerektiğini düşünüyorum. Gençlerin ufuklarının açılması açısından başka memleketleri görmek çok faydalı ve bu keşif
hali, dogmatizmin karşısında da en etkili silah. Japonya, Çin ve bazı İskandinav ülkeleri bunu yapıyor. Sultanahmet Meydanı'nda İsveçli, Norveçli, Danimarkalı genç kafileleri görmek mümkün. Onları okulları getiriyor buralara.
Günümüze gelirsek… Bir süredir yaşanan sosyal dönüşümle beraber tatil adeta bir zaruret haline geldi. Yoğun ve kalabalık metropollerde yaşayan insanların sabah erken saatlerde kalkıp işe gitmeleri ve bütün gün stresli ortamda çalışmaları ister istemez yaz aylarında tazelenme, kafayı toplama ve en azından bir süreliğine yoğunluktan uzaklaşma ihtiyacı doğurdu. Tabii ki bununla beraber bir endüstri de oluştu. Ülkemizin bazı nadide köşeleri, maddi durumu iyi olanlar için ayrıldı. Bu arada tatil bölgelerine aşırı hücum, oraların dokusunu bozdu ve bu bölgelerin sakin yapıları da erozyona uğradı. Artık modern hayatta şehirde yaşamak da o şehirden kaçıp tatile çıkmak da ayrı problem arz ediyor. Tatilden enerjiyle dolmuş ve yorgun zihnini rahatlatmış şekilde dönen insanlar yerine artık tatilde daha da fazla yorulmuş insanlar görebiliyorsunuz.
İnsanoğlu tabiatı özlüyor
Netice olarak insanoğlu tabiatı özlüyor. Orman havasının ve deniz suyunun enerjisinden, çıplak ayakla toprağa basma enerjisinden gökdelenlerde yaşayan gençler mahkûm büyüyorlar. Bu sebeple herkes statik elektrik yükleniyor. Sokaktaki kavgaların bir sebebi de bu.
Tatil, insanı atalete sevk etmediği sürece, teferrüç anlamında gezmek, görmek, keşfetmek çok önemli. Az önce sözünü ettiğim Japon, Çinli veya İskandinav kafileleri deniz kenarında pek göremeyiz. Onlar daha ziyade tarihi yerleri gezerler ve entelektüel birikimlerini artırmaya çalışırlar. Kapadokya'da, Süleymaniye'de, Ayasofya'da görürüz onları. Bizim de kültürel seyahatlere ağırlık vermemiz gerekir. Buhara, Endülüs, Balkanlar duruyorken, maddi imkânlar el verdiği sürece buralara gitmek teşvik edilmeli.
Tatil, insanı atalete sevk etmediği sürece, teferrüç anlamında gezmek, görmek, keşfetmek çok önemli. Az önce sözünü ettiğim Japon, Çinli veya İskandinav kafileleri deniz kenarında pek göremeyiz. Onlar daha ziyade tarihi yerleri gezerler ve entelektüel birikimlerini artırmaya çalışırlar. Kapadokya'da, Süleymaniye'de, Ayasofya'da görürüz onları. Bizim de kültürel seyahatlere ağırlık vermemiz gerekir. Buhara, Endülüs, Balkanlar duruyorken, maddi imkânlar el verdiği sürece buralara gitmek teşvik edilmeli.
Siz normal hayatınızı adeta yavaşlatılmış şehir gibi daha sakin, daha huzurlu bir ortama çevirirseniz tatil ihtiyacı da ister istemez azalır. Çünkü tatilden döndükten sonra bir tür pazartesi sendromu oluştu. Bu durum da insandaki motivasyonu çok etkiliyor. Hayatı yaz ayları ayrı, kış ayları ayrı diye parçalamamak lazım. Aslında bizim gibi dört mevsimi yaşayan ülkelerde güzel imkânlar var. İnsani olan, tabii olan neyse ona dönmek lazım.
Netice itibariyle huzurlu bir hayat sürebilmek hem kendisi için hem maneviyatı için hem çevresi için hem toplum için faydalı bir şeydir. Devletin bunu kolaylaştırması gerekir. Büyük şehirlerimizdeki aşırı nüfus yığılmasının da durdurulması gerekir. İstanbul'da artık iş işten geçmiş durumda ama en azından İstanbul olmaya aday şehirlerde çok katlı apartman kültürünü bir şekilde engellemek gerekiyor.