AİLE NEYE ENGEL YAHUT TOLSTOY YANILMIŞ OLAMAZ MI?

Safiye Gölbaşı 04 Ağustos 2025, Pazartesi

Günümüz edebiyatında bilhassa öyküsünde aile, anne, baba, çocuk ne durumda sorusunun cevabını aramadan önce uzak geçmişe, 1870'li yıllara gideceğiz ama evvela daha yakın bir tarihe, birkaç ay öncesine gidelim.

Sonbaharın son demlerinde ona yakın kadın yazar, beni bir toplantıya davet etti. Kitaplarımı okumuşlardı ve benimle sohbet etmek istiyorlardı. Konu dönüp dolaşıp anneliğime, özellikle ikinci evladımdan sonra nasıl yazabildiğime, bir annenin yazma rutinlerine geldi. Ben, çocuklardan sonra kendimi ve şartlarımı zorlamadığım hâlde daha çok yazabildiğimi, eşimle çocuklarımızı büyütürken kimseden yardım almadığımızı, buna çok da ihtiyaç duymadığımızı söyledim. Çocuklarımın bana verdiği neşeden bahsettim. Çocuğu evliliğin doğal bir uzantısı olarak gördüğümü ifade ettim. Zaten evliliğin temel amaçlarından biri evlat sahibi olmak yani nesli devam ettirmektir, dedim. Ve kelimenin tam anlamıyla bir kıyamet koptu.

Davetli misafirleri olmama rağmen, sohbet o âna kadar gayet güzel seyrettiği hâlde, içlerinden bazıları, birdenbire beni çok sert bir insan ve fazla iddialı bir yazar olmakla, ötekileştirici bir dil kullanmakla itham edip suçlamaya başladılar. Öyle ki iş çığırından çıktı, saygısızlık noktasına geldi. Konuyu bir şekilde bağlayıp kapattık, sohbetten ayrıldım. Daha sonra o gün yaşananlar üzerine düşündüğümde karşılaştığım bu tavrın kişisel bir şey olmadığına, aksine sosyolojik bir anlam ifade ettiğine kani oldum. Benim başıma gelen şey toplumsal olarak geldiğimiz bir yeri gösteriyordu. "Aile, her gelişime engeldir" söyleminin tam karşısında duran bir kadının/bir yazarın, anneliğinden sevinçle bahsetmesi o kadar garipseniyordu ki neredeyse öfkeye sebep oluyordu. Ve bu kesinlikle sadece benimle ya da orada bulunan diğer yazarlarla alakalı bir durum değildi, konjonktürel bir hadiseydi.


Sanatta dikkat ailedeki mutsuzluğa çevrildi

Şimdi 1870'lere gidebiliriz. Tolstoy, 1873 yılında edebiyat tarihinin en etkili giriş cümlelerinden biri olarak kabul edilen o meşhur cümleyi yazdı: "Bütün
mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine özgüdür."

Anna Karenina'nın kesin ve acı bir hüküm bildiren bu ilk cümlesi, üzerinden asırlar geçmesine rağmen muhataplarını ilahi bir buyrukmuşçasına
etkilemeye devam ediyor. Tolstoy, bu cümleyle -bunu ister miydi bilemiyoruz ama- kendisinden sonra gelen sanatçılara yüzlerini dönecekleri bir yön tayin etmiş oldu. Mutlu ailelerde bir hikâye yok dedi âdeta, asıl olay, özgün hikâye mutsuz ailelerde yaşanıyor, siz orayı kurcalayın. Koca Tolstoy'un böyle veciz bir şekilde dile getirdiği bu kesin kanaate/ yönlendirmeye şimdiye kadar çok az yazar/sanatçı karşı durabildi. Sanattaki dikkat ailedeki mutsuzluğa çevrildi çünkü işin ucunda özgün hikâyeler vardı. Tolstoy'dan sonra, mutlu ailelerin de birbirlerinden farklı hikâyeleri olabileceğine yazarları ve okurları inandırmak hayli güç. Üstelik mevzu bugün doğal akışından ayrılmış durumda. "Ailedeki olumsuzlukları da konuşmayalım mı?" noktasından "Sadece bunları konuşalım" noktasına geldik. "Anneliğin zorluklarını da anlatalım" söylemi, "Annelikle ilgili sadece zorluklardan bahsedelim"e evrildi. "Çocukla birlikte gelen zahmetlerden de dem vuralım" dendi ama çocukla gelen neşeden, sevinçten kimse bahsetmez oldu. Bir kadının anne, bir erkeğin baba olmakla tekâmül eden insanlığı nazar-ı dikkate alınmazken anne/baba olduktan sonra sözde biten kişisel hayatlar, değişen bedenler -özellikle kadın bedeni- didik didik edildi.

Öyle ki bugün artık kadınlar annelikten, anneliğin getirdiği rollerden; erkekler babalıktan, babalığın getirdiği sorumluluklardan şikâyet etmeleri konusunda neredeyse teşvik ediliyorlar. Kimse evinizde mutlu olduğunuzu duymak, buna inanmak istemiyor. Aile olmanın sizi manevi ve duygusal olarak nasıl zenginleştirdiğiyle kimse ilgilenmiyor. Annelikten, babalıktan, aile olmaktan ne kadar şikâyet ederseniz o kadar gerçekçi ve inandırıcı oluyorsunuz.

Mesela elinize bir kâğıt kalem alıp yeni anne olmuş ancak bundan ötürü son derece pişmanlık duyan, değişen bedenine bakıp öfke içinde detaylı tasvirler yapan, henüz hiçbir bağ kuramadığı ancak kendisine son derece muhtaç bebeğinden tiksintiyle bahseden bir kadının öyküsünü yazarsanız ve bu öyküyü sağ sol ayırmaksızın bir edebiyat dergisine gönderirseniz inanınız ve ne hazindir ki öykünüz ivedilikle yayımlanacaktır.


"Dışarı çık ve bir daha dönme"


Şimdi kitaplığımın Türk edebiyatı bölümünden seçtiğim yedi öykü kitabına beraberce bakalım. Yazar bilgisini ve isimlerini kişisel bir polemik doğurmasını istemediğim için zikretmeyeceğim bu kitaplar 2008 ve 2024 yılları arasında yayımlanmışlar. Bazıları sağ bazıları sol tandanslı yayınevlerinden çıkmış. Aile, bu kitaplara nasıl girmiş, öykücüler aileyi nasıl görmüş, göstermiş bir bakalım.

Evvela bu yedi kitabın da ailenin huzura, güvene, iletişime, neşeye, gelişime engel olduğu konusunda hemfikir olduklarını söyleyeyim. Kahramanların hemen hepsi ya aile kurmaktan korkuyor ya da hasbelkader kurduğu aileyi yıkmaya çalışıyor. Yedi kitapta toplamda yetmişten fazla öykü var ancak birinde bile aile sıcaklığından eser yok.


Bu kitapların kahramanları, eğer insanî ve temel ihtiyaçlarını karşılamak isterlerse yazarlar, söz birliği yapmışçasına kapıyı açıp usulca dışarıyı gösteriyorlar onlara. İnsanca yaşamak için ihtiyacın olan manevi, duygusal ve maddi destek burada ailede yok, "dışarı çık ve bir daha dönme" diyorlar. Bazısı biraz daha yumuşak bir ses tonuyla söylüyor bunu, bazısı daha yüksek bir perdeden.

İntihar, yine bu kitaplardaki bir başka ortak nokta. Aile üyelerinden herhangi biri intihar ediyor ancak bu diğerlerince biraz şaşkınlık daha çok can sıkıntısıyla karşılanıyor. Yani siz kendinizi öldürmek isteyecek kadar korkunç bir noktaya geliyorsunuz ama aileden kimse bunu fark etmiyor hatta umursamıyor, öyleyse aileye ne gerek var değil mi?


Bu kitapların bazılarında evlendiği ve anne olduğu için pişman olmuş, bir an önce eşinden de evladından da kurtulmaya çalışan kadınlar var. İlk fırsatta çekip giden bu annelerin, tüm kitaplarda özgürleştiği iması varken, hiçbirinde ciddi bir suçluluk ya da sahici bir pişmanlık emaresi yok.

Yine bu kitapların birinde evliliğinden kurtulmaya çalışan ancak hamile olduğunu fark eden bir kadın, hemen kafasına göre bir dizayn yapıyor, çocuğu
babasından saklayıp eski sevgilisiyle bir "aile" kurmayı yani nesli ifsat etmeyi seçiyor.


Bir diğer kitapta beş öykü ve beş ev var. Bu evler yine iletişimsizliğin adresleri. Yazar her seferinde karakterlerini kurtarmak için dışarı çıkarıyor. Evin dışına değil, ailenin dışına. Ailenin dışındaki hayatsa her zaman daha aydınlık bir şekilde tasvir ediliyor.


Diğer bir kitapta ise dört öykü var. İkisi hayli uzun ve birbirine teyelli. Önce babanın ağzından oğlunu sonra oğlunun ağzından babayı dinliyoruz. Bu iki öyküde aile kurumu, evlat sahibi olma isteği o kadar edebi, keskin ve buyurgan bir şekilde aşağılanıyor ki neredeyse anne baba olduğunuz için yazardan özür dileyeceğiniz geliyor. Yazar, bir aileniz olması sebebiyle kendinizi ahmak gibi hissetmeniz için elinden geleni yapıyor.

Diğer bir kitapta ise aileye karşı daha öfkeli ve doğrudan yıkıcı bir tavır var. Kitap müthiş derecede canı sıkılıp ailesinden kaçan bir babayla açılıyor. Aile içi tecavüzler, yalanlar, intiharlar, ihanetler, dinî olan her şeyle sinsice alay etmelerle ilerliyor. Aile bu kitapta tamamıyla işlevsiz, hatta toplumun ve insanın üstünde bir kambur olarak gösteriliyor.


İnsani hiçbir değerin izi, nişanı yok
Kitaplığımdan seçtiğim son kitap ise diğerlerine rahmet okutturacak kadar "çirkin" bir kitap. Aile bireyleri arasında insani hiçbir değerin izi, nişanı yok. Herkes çok soğuk ve tehlikeli. Ailede hiçbir güzellik aranmamış ve bulunmamış. İnsanın ahsen-i takvîm potansiyeli ile ilgili tek bir satır yok. Âdemoğluna her bakış esfel-i sâfilîn düzeyinde. İnsan yalnızca gölge yanlarından ibaret yani. Bu kitaptaki karakterlerin rahatlaması da yine bu doğrultuda oluyor tabii. Şeytana kulak verdikleri her an bir çeşit katarsis yaşıyorlar. Aileden kaçtıkları, evi yıktıkları, yuvayı bozdukları, kardeşliği baltaladıkları, birilerine sadistçe zarar verdikleri anda sinsice sırıtıyorlar.

Şimdi işin ilginç tarafına gelelim. Yukarıdaki kitapları rastgele seçmedim. Hemen hepsi hem sol hem sağ camia tarafından beğeni, takdir ve taltif görmüş kitaplar. Örneğin son anlattığım kitap, yayımlandığı sene muhafazakâr bir kurum tarafından yılın en iyi kitabı seçilip ödüllendirildi. İnsanı, aile kurduğu için neredeyse özür dilemeye zorlayan yazar ise yine her iki camia tarafından o denli yüce bir şahsiyet olarak addediliyor ki kendisi neredeyse peygamber, kitapları kutsal metin muamelesi görüyor. Çocuğu için hangi babayı uygun görüyorsa onu tayin eden karakterin anlatıldığı kitabı da yüksek takipçili bir vaiz, sosyal medya hesabından muhabbetle paylaşıp övdü. Diğer kitaplar ve yazarları da son yılların en iyi yazarlarından seçildiler. Yine muhafazakâr dergilerde kendileriyle ilgili özenli söyleşiler yapıldı, bu kitaplar övgüyle tanıtıldı, hâlen de haklarında süslü başlıklarla yazılar yazılıyor.

Bunları şunun için söylüyorum. Bir işe alkış tutmak, bazen o işi bizzat yapmak anlamına gelir.

Bütün aileler değil ama aile kutsaldır

Nihayetinde herkes, her istediğini yazabilir, söyleyebilir, yapabilir, yapıyor da. Her zaman yanlışı, çirkini, kötüyü allayıp pullayacak süslü masalarda servis edecek insanlar vardı, olacaktır da. Bugün İsrail, Gazze'de kan donduran bir soykırım yapıyor ancak ne eli tutuluyor ne önü kesiliyor. Yani "herkes kemalini söyleyecek", kötü kötülüğünü yapacak. Verilen bir mühlet var çünkü. Ama işte bu mühlet yalnız kötüye değil kötünün seyircisine yani bize de veriliyor. İş bir noktadan sonra kötünün, yanlışın, çirkinin kimler tarafından nasıl değerlendirildiğinin, nereye konumlandırıldığının, nasıl
isimlendirildiğinin önem arz ettiği bir yere geliyor. Zira bu şekilde kötülüğün önüne geçilebilir yahut yaygınlaşmasına sebep olunabilir.


Sorumluluk burada bu ülkenin entelijansiyasına düşüyor. Bunun için de evvela neyin güzel, neyin değerli, neyin anlamlı, neyin iyi, neyin doğru olduğu konusunda entelektüelin kafasının net olması gerekiyor. Akabinde çirkine çirkin deme iradesini çekinmeden göstermesi icap eder ki peşinden de iyi olanı, güzel olanı çoğaltmaya yönelik bir amacı bir gayreti olsun.

Bugün anneliğe ve aileye yönelik bir saldırının olduğu muhakkak. "Annelik/aile kutsal değildir" sloganı zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor mesela. Ne yazık ki çoğumuz bu saldırılara kolayca teslim oluyoruz, bazen kimseyi kırmayayım diye bazen de menfaatlerimizi kaybetmemek adına uyumlu görünmeye çalışıyoruz. Açıkçası benim, şahsi çıkarlarımı gözetmek ya da uyumlu görünmek gibi bir motivasyonum yok. Bu sebeple de "annelik kutsal değildir" söylemini bir Müslüman, bir yazar, bir anne ve bir evlat olarak özgürce reddedebiliyorum. Hayır efendim, annelik kutsaldır. Bütün anneler kutsal değildir evet, ama annelik kutsaldır. Bütün aileler kutsal değildir evet, ama aile kutsaldır ve Tolstoy da pekâlâ yanılmış olabilir. Belki de mutlu ailelerin de kendilerine özgü mutlulukları vardır, öyle ki yazsak roman olur.

Benzer Haberler

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.