MODERN DÜNYANIN KÂBUSU: YAŞLILIK
Tam olarak nerede başlar yaşlılık? Ruhumuzda mı, bedenimizde mi yoksa belleğimizde mi? "Ne oldu böyle birden? Bir ömür geçti ve ben artık yaşlı biriyim" diyen Aragon için ellerinin üzerinde beliren bakır lekelerdir yaşlılık. Wagner içinse bir mağazanın vitrinindeki yansımasına bakıp "Bu kurşuni kafanın içinde kendimi tanıyamıyorum. Mümkün mü altmış sekiz yaşında olmam?" diyerek hayret ettiği kır saçlarıdır. Yaşlılığın işaretlerine bedenimizde rastladığımız zaman bir kuruntu sarmaya başlar içimizi. Saçlarda çoğalan aklar, kırışan eller ve sararan gözler bir şey anlatmaktadır.
Adım adım gelir yaşlılık. Yine de habersiz yakalanmış gibi ürpeririz fark ettiğimizde. İnsanı kendiyle yüzleşmeye davet eder aslında. Bilgeliğin keşfi için ruhun saf tepelerine doğru bir davettir. Belki de hikâye asıl şimdi başlıyordur. Öyle ya, bellekteki en canlı resimler son gördüğümüz resimlerdir. Nasıl hatırlanmak istiyorsak öyle yaşayacağımız günler başlamıştır.
İnsan özünde bu değişiklikleri kavrayacak güce sahiptir. Erikson'a göre yaşlılıktaki benlik bütünlüğü evresinde, daha evvelki psikososyal evrelerde kazanılmış özellikler iyice olgunlaşır ve bir bütünlük kazanır. Bu evrede, benlik bütünlüğüyle çaresizlik arasındaki mücadeleden bilgelik doğar.
Bu ise geleceği korku ve endişeyle beklemek yerine hayatın acı tatlı bütün yönlerini kucaklamamıza ve onu olduğu gibi kabul etmemize yardımcı olur. İnsan, yaşlansa da hayatının geri kalanını yeniden inşa edebilme gücüne sahip olduğunu bilir.
Geraskofobi ve Gerontofobi
Modern dünyada yaşla gelen bilgeliğin pek de kıymetinin olmadığına tanık oluyoruz. Sağlık ve güzellik endüstrileri için değerli olan tek şey onları ilgiyle takip eden müşterileridir. Modern toplumda gençliğe verilen abartılı değer, yaşlanmaktan korkan insanları büyük bir endüstrinin müşterisi haline getirmiş durumda. Bütün ekranlar genç görünmeye çağırıyor. Yaşlılığı gizleyen ürünler kutsanırken, genç kalmayı başaran insanlar birer ikona dönüştürülüyor. Yaşlanmamak için yapılan operasyonlar, genç gösteren telefon uygulamaları, anti-aging ürünler; pahalı ve acılı
yöntemler olsa dahi her daim alıcı buluyor. Güzellik endüstrisi kendi ürünlerini pazarlarken bir yandan da bu pazarı ayakta tutacak felsefi zemini sağlamlaştırmak için yaşlılıkla ilgili olumsuz düşüncelerin yaygınlaşması için büyük çaba sarf ediyor.
Literatürde yaşlanma korkusunu açıklayan iki kavramla karşılaşıyoruz: "Geraskofobi" ve "Gerontofobi." Bu kavramlar, yaşlanmanın beraberinde getirdiği fiziksel, zihinsel ve sosyal değişimlere karşı duyulan yoğun korkuyu ifade ediyor. Yunanca, "yaşlı adam" anlamına gelen "geron" kelimesinden türeyen Gerontofobi; yaşlılardan ve onların olduğu ortamlardan kaçınmayı, yaşlılarla göz teması kurmamak ve konuşmamak için mazeretler aramayı, yaşlı insanlarla karşılaştığında başka yöne bakmayı veya kendini başka bir yerde hayal etmeyi, yaşlılığı düşündüğünde dahi çok fazla kaygılanmayı ifade ediyor.
Geraskofobi ise; yaşlanma korkularını tetikleyecek etkinlik ve kişilerden kaçınmayı, yaşlandığını hissettirebileceği ortamlara girmek istememeyi, yaşlanma karşıtı tedavilere takıntılı bir biçimde başvurmayı, fiziksel olarak kendini yoracak veya yıpranmasına sebep olacak şeylerden uzak durmayı işaret ediyor.
"Kocamak" ve "elden ayaktan düşmek"
Kırışıklıklar, beyaz saçlar, sarkmış bir cilt gibi toplumun ideal görüntü standartlarına uymayan değişiklikler bu korkuyu tetikliyor. Yaşlanma, insan yaşamının doğal bir evresi olsa da modern dünyada, özellikte Batı toplumlarında korku ve kaygıyı beraberinde getiriyor. İnsanlar yaşlandıkça görünüşlerinin değişmesinden, bağımsızlıklarını kaybetmekten, üretkenliklerini yitirmekten, hareket kabiliyetlerinin bozulmasından ve hastalıkların başlamasından endişe ediyorlar. Bütün bu korkuların çeşitli stratejilerle dayatıldığını söylemek de mümkün. Bu uğurda reklam kampanyaları planlanıyor, haberler servis ediliyor. Yaşlanan insanların özsaygısına, yaşam doyumuna ve psikolojik iyi oluşuna zarar verecek her türlü içerik çeşitli kamuflajlarla pazarlanıyor.
Medya ve sosyal normların neden olduğu toplumsal baskı, yaşlanmayı olumsuz bir süreç olarak gösterirken bu türden fobilere çok da şaşırmamak gerekiyor. Genç kalmanın canlı ve dinç olmakla eş tutulduğu, yaşlanmanın "kocamak" ve "elden ayaktan düşmek" olarak ifade bulduğu bir dünyada
yaş almaktan korkmamak ne kadar mümkün. Fizyolojimizin doğal belirtilerinin birer bozukluk olarak tedavi edilmeye çalışıldığı bir çağdayız.
"Kocamış" ilan edilmek hayatın etkin ve canlı dönemlerinin sona erdiğine yönelik bir damga değilse nedir! Bu damga modern dünyanın yaşlılara karşı tavrını özetliyor bir bakıma: "Artık üretime eskisi gibi katkıda bulunamayacaksan ortalıkta görünmene de gerek yok." Royal Society for Public Health'in (RSPH) araştırma raporlarına göre yaşlı yetişkinler iş yerlerinde sistematik olarak ayrımcılığa ve dışlanmaya maruz kalıyor. Bu kişiler, çalıştıkları kurumlarda yeni tecrübeler için kendilerine müsaade edilmemesinden yakınıyorlar.
Ölüm fikrini uzakta tutmak
Doğu kültürleri yaşlılığı bilgelik ve saygıyla karşılarken, Batı onu bir zayıflık belirtisi olarak görüyor. Üretilen içerikler, yaşlı insanları evlerde baş tacı edilen, duasına muhtaç olduğumuz, bilgisiyle bize rehberlik eden şefkat kaynakları olmaktan çıkarıp bakım gerektiren, unutkan, huysuz ve hırçın kişilere dönüştürdü. Ölümden nasıl korkuyorsa yaşlılıktan da öyle korkuyor modern insan. Yaşlılığı durdurmak bir bakıma ölüm fikrini de uzakta tutmak anlamına geliyor onun için. Ölüm meleği geldiğinde onu tanımasın diye türlü yollara başvuruyor. Bu filtre kırışıkları ütülüyor, bu krem yüzü aydınlatıyor, bu işlem yirmi beş yaş gençleştiriyor! Yazık ki bütün bu çaba insanı fiziksel olarak yenilerken ruhu tüketiyor.
Genç kalmanın sihirli formülleri havada uçuşurken; yaşlanmayı olgunlukla karşılayan, anti-aging sektöründen kendini koruyan, bedenindeki yavaşlamalara karşın üretkenliğini sürdüren insanların varlığı ümit veriyor. Onların bu çağın bilgeleri olduğunu söyleyebiliriz. Bize hayatın bütün armağanlarını şükürle karşılamayı öğretiyorlar. Yaş alırken, bir ömür avuçlarında biriktirdikleri hikayeleri insanlığın yararına olacak şekilde toprağa saçma peşindeler.
Kuşkusuz "Sıfat kocar ama gönül kocamaz" diyen Karacaoğlan insanı bu çağın pazarlamacılarından daha iyi tanıyordu.