“MAKUS KADER”DEN “TRAVMA”YA, TERAPİ EKRANI
Popüler sinema, 20. yüzyılın başından itibaren kitlelerin en büyük eğlence aracı haline gelirken, televizyonun ortaya çıkışı bu hâkimiyeti tehdit eden bir medyum haline geldi. 1950'lerden itibaren televizyonun hızla yaygınlaşması, sinema endüstrisini ciddi değişimlere zorladı. Sinemanın büyüleyici
dünyasına kıyasla daha sıradan ve gündelik bir anlatı sunan televizyon, zamanla popüler kültürü şekillendiren önemli araçlardan biri hâline geldi. Bu
yeni mecra, sinemadan ayrı bir alan olarak gelişirken, zamanla onunla iç içe geçerek modern medya ekosisteminin temel taşlarından birini oluşturdu.
Bir zamanlar sinemanın en büyük rakibi olarak görülen televizyon, dijitalleşmenin hız kazanmasıyla kendi varoluş krizini yaşamaya başladı. İnternetin yaygınlaşması, dijital platformların yükselişi ve izleyici alışkanlıklarının değişmesi, televizyonun altın çağını geride bırakmasına neden oldu. Artık izleyiciler, içeriklere zaman ve mekândan bağımsız bir şekilde erişmek istiyor; bu da geleneksel televizyon yayıncılığını ikinci plana itiyor. Popüler platformların, televizyon ve dijital medya arasındaki dengeyi değiştirmiş olması oldukça yeni bir durum. Geleneksel televizyon, izleyiciye belirli bir zaman diliminde belirlenmiş içerikleri sunarken, dijital platformlar seyirciye daha geniş bir katalog içinden kendi tercih ettikleri içerikleri seçme imkânı
tanıyor. Böylece televizyon, seyircinin karşısına çıkarılan dizileri zorunlu olarak izlemeye yönlendirirken, dijital platformlar seyirciye kısmen bir seçim hakkı tanımış oluyor. Bu durum, televizyonun kitlelere yönelik belirleyici rolünü zayıflatırken, bireysel izleme deneyimlerinin daha baskın hale gelmesine yol açıyor.
Bu dönüşüm, izleme alışkanlıklarını değiştirirken, aynı zamanda izleyici ile içerik arasındaki ilişkiyi de köklü bir dönüşüme uğrattı. Dijital platformlarda izleyici, yalnızca sunulanı tüketmekle kalmıyor; aynı zamanda ilgi alanlarına göre içerik seçerek kendi medya diyetini belirleme imkânı buluyor. Bu da televizyonun merkeziyetçi yapısından uzak, daha bireysel bir izleme alışkanlığına doğru önemli bir değişim ortaya çıkarıyor. Tüm bu değişimlere direnen bir unsur olarak televizyon dizileri ise, etkisini sürdürmeyi başarmış görünüyor. Dolayısıyla bu yazıda ele alınan izleme pratiğini, dijital
platformlardaki görece rafine bir seyir deneyimi ile karıştırmamak gerekiyor. Televizyon ekranlarında sunulan dramaların, platformlara göre daha farklı bir izleme alışkanlığı gerektirdiğini öncelikle not edelim.
Terapi odalı diziler
Yabancı dramalar arasında, This is Us ve The Sopranos gibi psikolojik derinliği olan, terapi süreçleriyle örülmüş pek çok yapım bulmak
mümkündür. Bu tür dizilerde her karakterin psikolojik süreçleri ve terapötik dönüşümü ele alınırken, travmaların zamanla nasıl içselleştirildiği, aile bireylerinin birbirlerine nasıl etki ettiği ve duygusal iyileşmenin karmaşıklığı üzerinde duruluyor. Bu yapımlar, yalnızca karakterlerin geçmiş travmalarını değil, aynı zamanda birbirlerine karşı duydukları sevgi, bağlar ve duygusal destek gibi unsurları da işliyor. Ancak Türk televizyonlarında yer alan psikoloji temalı diziler, bu yapımlardan farklı bir yaklaşım sergiliyor. Zamanımızda her yeni gün bir yenisi üretilen terapi dizileriyle birlikte, "terapi odası" teması popüler bir fenomen haline geldi. Bu yapımlar, Doğduğun Ev Kaderindir, Masumlar Apartmanı, Camdaki Kız, Kral Kaybederse gibi isimlerle ortaya konmaya devam ediyor. Fakat bu dizilerde psikolojik derinlik, genellikle yüzeysel bir acı sömürüsüne dönüşmüş gibi duruyor.
Karakterlerin acıları üzerinden izleyiciye bir "duygusal rollercoaster" yaşatılırken ağır tempolu kurgu, sarsıcı hikâyeler ve gözyaşlarını kaçınılmaz kılan müzik seçimleriyle destekleniyor. Masumlar Apartmanı dizisinde, Safiye karakterinin temizlik takıntısının ajite edilerek ele alınması buna bir örnek olarak gösterilebilir. Benzer bir biçimde Camdaki Kız dizisinde de karakterlerin bugünü sürekli geçmişin travmalarıyla şekillenir. 'Ben aslında hep aynıyım, değişemem...' gibi repliklerle, bireyin değişim gücünün küçümsendiği ve geçmişe saplantılı bir şekilde bırakıldığı izlenimi yaratılır.
Bununla birlikte dizilerde ele alınan terapi, karakterlerin sınırsız itiraflarda bulunduğu bir sürece dönüşürken, muhtemelen gerçek hayattaki psikoterapi
dinamiklerinden oldukça uzak kalıyor. Örneğin, Kırmızı Oda dizisinde terapistin mimikleri ve olaylar karşısında verdiği kişiselleştirilmiş tepkiler yapımın
eleştirilmesine yol açmıştı. Yine aynı dizide terapistin her seansın sonunda, 'bu konuya haftaya devam edelim' diyerek hikâyeyi sürekli bir merak unsuru haline getirmesi de bu bağlamda verilebilecek bir diğer örnektir.
Travmalar üzerinden kurulan hiper-gerçeklik dünyası
Son dönemlerde ekranlarda yayımlanan bu diziler, gerçek hayat hikâyelerini anlattıklarını güçlü bir şekilde vurguluyor. Bu yolla izleyiciden daha güçlü bir bağ kurması talep edilmiş oluyor. Böylece yaşanan travmalar ve acılar üzerinden bir hiper-gerçeklik dünyası oluşturularak izleyicinin duygu
dünyasına bir çeşit yanılsama sunulmuş oluyor. Bunun bir sonucu olarak, dizi izleyicisine kişisel ya da toplumsal gerçeklikten uzaklaşan bir bağlamda yalnızca duygu merkezli bir deneyim yaşatılıyor. Psikolojik sorunlar ve ailesel travmalar sürekli gündemdeyken, neyin gerçek, neyin sanal olduğu
arasındaki ayrım da doğal olarak belirsizleşiyor. Terapi dizilerinin, gerçeklik algısı ve toplumsal bilinç üzerindeki etkileri üzerine bir okuma yapma ihtiyacı da tartışılması gereken güncel konulardan biri olmaya talip gözüküyor.
Öte yandan Yeşilçam'dan Hollywood'a, Hint dizilerinden K-dramalara kadar pek çok yapımda, izleyiciye katarsis yaşatmak amacıyla ağır trajedilere,
fedakârlık ve baskın duygulara odaklanıldığı görülebilir. Selvi Boylum Al Yazmalım'da "sevgi mi, emek mi?" sorusunun dramatik gerilimi, bugün terapötik dizilerin yaratmaya çalıştığına benzer bir etki yaratıyor. Ancak Yeşilçam melodramları, meseleleri ahlaki bir çerçeve içinde ele alırken, günümüz dizileri bireysel travmalara odaklanarak bireyi sürekli olarak toplumsal bir figür olmaktan çıkarıp onu geçmişin acılarına sıkıştırıyor. Böylece kişinin toplumsal sorumlulukları ve öznel seçimleri görünmez hale geliyor. Artık her şeyin sorumlusu ebeveynlerdir. Karakterlerin, anneleri ya da babaları tarafından uğradıkları baskıların sonucunda bugünkü hâllerine dönüştükleri ima edilir. Bu döngü ise kırılmaz bir yazgı olarak sunuluyor. Tehlikeli bir biçimde, bu yaklaşım bireyin kendini gerçekleştirme çabasını sekteye uğratan bir kolaycılık inşa ederken, aynı zamanda toplumda
suçlu kavramının buharlaşmasına yol açarak, suçluluğun belirginliğini ortadan kaldırıyor.
Seyircinin bilincini artırmak
Bunun yanında özdeşleşme mekanizması, dizilerde yoğun olarak kullanılan bir anlatısal strateji haline geliyor. Masumlar Apartmanı'ndaki Gülben'in "Ben normal olamıyorum abla" repliği, seyircinin kendi korkuları ve baskılarıyla özdeşleşmesine yol açıyor, patolojik ilişki dinamikleri en provokatif şekilde verilerek, izleyicinin gözyaşlarının ve duygusal bağının sürekli tetiklenmesi bekleniyor. Trajedi tekrar eden bir döngüye yerleşerek, çoğunlukla
belli noktalarda kilitleniyor. Oysa dramatik anlatıda yalnızca trajedinin değil, çözüm arayışlarının ve bireyin dönüşüm sürecinin de yer alması beklenir.
Dolayısıyla bu yapımlara atfedilen bir olumluluk olarak, "seyircinin bilinç düzeyini artırma" iddiasının oldukça sınırlı bir işlevi olduğu ifade edilebilir. Bu yapımlar duygusal bir haz arayışıyla şekillenirken, bir çözüm arayışı ya da karakterlerin içsel dönüşümü çoğu zaman ilgilenilen şey olmaktan çıkıyor. Yeşilçam melodramlarında görülen "makus/kötü kader" olarak karşımıza çıkan durum, bugün 'travma' olarak adlandırılıyor ve tüm değişen ve ayrışan yönlere rağmen, benzer kodlarla bugünkü dizi evrenine uzanan bir köprü kuruluyor.