Nagihan Haliloğlu: İngilizlerin Osmanlısı: Çokkültürlülük ve entrika

İngilizlerin Osmanlısı: Çokkültürlülük ve entrika
Giriş Tarihi: 1.3.2016 16:12 Son Güncelleme: 1.3.2016 16:13
Nagihan Haliloğlu SAYI:22Mart 2016
Osmanlı’nın çokkültürlü mirasına atıfta bulunan Elif Şafak ve Orhan Pamuk gibi Türkiyeli yazarların popülerleşmesinin yanında, İngiliz romancılar da çokkültürlülük meselelerini günümüz gerçekleriyle aramıza bir mesafe koyarak tartışabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nda geçen romanlar yazıyor. Çokkültürlülük kurgusunun önce içsel dinamiklerden dolayı, şimdi de mültecilerin gelmesiyle çatırdadığı bir Avrupa’da, Osmanlı’ya yapılan bu göndermelerin günü ne kadar kurtarabileceği ise ayrı bir konu. Çokkültürlülük politikaları ve edebiyatı denince akla 'kültürel çalışmalar' araştırma sahasının da anavatanı kabul edilen İngiltere gelir. Avrupa'da tüm aksaklıklarına rağmen çokkültürlü uygulamalarda başarılı ülkelerden biri kabul edilen İngiltere, son iki üç yıl içerisinde artan ırkçılığa rağmen yine de farklı kültürlerin bir arada barışçıl bir şekilde yaşayabildiği ve bu birliği sağlamak için devlet desteği alan bir ülke. Günümüzde 'Avrupa'da çokkültürlülük'ten bahsettiğimizde Rwandalıların entegrasyonu, Çinlilerin istihdamı ya da Meksikalıların dini özgürlüklerinden değil, Müslümanların Avrupa'da yaşam alanları ve hakkından söz ettiğimiz herkesin bildiği bir gerçek. Yani çokkültürlülük başlığı altında üretilen politikalar, verilen demeçler ve okutulan kitapların hemen hepsi 'Bu Müslümanları ne yapacağız?' sorusu etrafında dönüyor. Günümüz sorunlarına tarih bilinciyle çözüm getirmeye çalışanlar çokkültürlülüğün Avrupa ve Akdeniz havzasındaki tarihi öncüllerini araştırıp, çokkültürlülüğün soyağacını çıkarmaya, geçmiş çokkültürlü düzenlerin olanaklarını ve sorunlarını tespit edip günümüz için uygulamalar üretmeye çalışıyorlar.

Bu soyağacı çalışmaları, araştırmacıları doğal olarak Osmanlı Devleti'nin uygulamalarına götürüyor. Osmanlı'nın çokkültürlü mirasına atıfta bulunan Elif Şafak ve Orhan Pamuk gibi Türkiyeli yazarların popülerleşmesinin yanında, İngiliz romancılar da, çokkültürlülük meselelerini günümüz gerçekleriyle aramıza bir mesafe koyarak -ki pek çok eleştirmen bunun günümüzü daha berrak bir şekilde görmemizi sağlayacak 'sağlıklı bir mesafe' olduğu kanısında- tartışabilmek için Osmanlı İmparatorluğu'nda geçen romanlar yazıyor. Çokkültürlülük kurgusunun önce içsel dinamiklerden dolayı, şimdi de mültecilerin gelmesiyle çatırdadığı bir Avrupa'da, Osmanlı'ya yapılan bu göndermelerin günü ne kadar kurtarabileceği ise ayrı bir konu.

Osmanlı Türkiye'sinde geçen romanların en çok satanlarından biri 2004 yılında Louis de Bernieres'in yazdığı Kanatsız Kuşlar. Amerika ve İngiltere'de tarih ve edebiyat ders listelerine girmeyi başarmış bu roman Türkçeye de çevrildi. Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesini, savaşı ve savaş sonrasını anlatan ve 600 sayfayı bulan bu iddialı kitap, Osmanlı'nın çokkültürlülüğü, çok dilliliği ve dinliliğine vurgu yapan bir şekilde Orhan Pamuk'un Osmanlı'nın birkaç yüzyıl öncesini anlattığı Benim Adım Kırmızı gibi birden fazla anlatıcının dilinden yazılmış. Kanatsız Kuşlar da pek çok tarihi roman gibi bahsettiği döneme ve coğrafyaya dair her şeyi barındırma iştiyakıyla ansiklopedi görevi görmeyi dert edinmiş gibi. Hikâye, Osmanlının hemen hemen tüm etnik unsurlarının, Rum, Ermeni ve Yahudilerin yurdu olan bir Akdeniz köyünde geçiyor.

Müslim ve gayrimüslimlerin barışçıl bir şekilde yaşadığı bu köyde, özellikle Türkler ve Rumların birbirlerinin âdetleriyle bazen dalga geçtiğini ama bazen de 'diğer'inin dini ritüellerinden medet umduğunu görürüz. Değişik dinlerden insanların beraberce yaşaması ancak bu insanlar dinleri hakkında yeterince şey bilmezse ve dini ritüellerinde bir geçişkenlik varsa barış sağlanabilir diyor Bernieres. Yazara göre eğer Ayşe kilisede mum dikiyor, Eleni imamdan dua istiyorsa sürdürülebilir bir çokkültürlülükten bahsedebiliriz. Bernieres'in Kanatsız Kuşlar'daki reçetesi insanların dinlerine ve ideolojilerine çok da bağlı olmadığı bir çokkültürlülük. Romanda okuyucuyla bir bağ kesbeden anlatıcıların hiçbiri dindar değil. Nitekim Türk romanlarında zor bulunan bir karakter olan 'iyi imam'ın bile aslında agnostik olduğunu anlatıyor bize Bernieres. Çokkültürlülüğün ancak dinler aşılınca sürdürebilir olduğunu, romanın en akıllı ve öngörülü karakteri olan İzmirli Rum tüccar Georgio Efendi'den öğreniyoruz. Yunanistan'daki Yunanlıları beğenmeyen, onları 'geri' ve 'köylü' bulan Georgio Efendi 'Ben reaya Rum'uyum' diye böbürlenir. Benim için der, hangi dinden biriyle ticaret yaptığımın önemi yoktur, önemli olan ticarettir. Tüccarımız barışın sadece serbest piyasayla; malların, insanların, ideolojilerin kolaylıkla sınır ve el değiştirdiği kapitalist bir dünyada sağlanabileceğini söyler. Osmanlı belki de bu el değiştirme sürecine belirli bir sınır getirdiği için Avrupalı komşularına yenik düşmüştür.

Romandaki Güzelbahçe adlı köy, günahtan önceki cennet gibi tasvir edilir ama birkaç kere görüntünün altında yatan şiddet açığa çıkar. Bir kadın ve bir Ermeni linç edilir: Biri eşini aldattığı için taşlanır, diğeri bir manada 'köyün huzurunu' bozduğu için dövülür. Taşlanan Ermeni tekmelerden korunmak için 'Ben Osmanlıyım' diye bağırır ama 'kalabalık' bir kere birini 'istenmeyen şahıs' olarak damgaladığında, romanda en yüksek değerlerden biri olarak kurgulanan Osmanlılığın bile yardımı olmayacaktır. Nitekim Osmanlılık taşlanan kadını da kurtaramaz. Anadolu'da örneği olup olmadığı konusunda şüphe duyduğum bu taşlanma sahnesi Bernieres'in günümüze bir uyarısıdır: Geçmişten beğendiğimiz bazı toplum modellerinin aksayan yönleri olacaktır, bize düşen ders alarak iyi sistemleri yeniden üretmektir. Romandaki yüksek değer Osmanlılığın en büyük düşmanı da milliyetçiliktir ve ilginç bir şekilde Bernieres bunun temsilcisi olarak bir Türk'ü değil bir Rum öğretmeni seçer. Megali İdea'nın ateşli bir savunucusu olan öğretmen Daskalos Efendi Rumlarda bir ulus bilinci oluşturmaya çalışmakta, ama Rum köylüler onun didaktik yaklaşımından hoşlanmamaktadır.

Romandaki anlatıcılarından biri olan 'her şeyi bilen ses' Osmanlı çokkültürlülüğünün çöktüğü sürecin bir parçası olan Ermeni tehciri hakkında uzunca açıklamalar yapar -ki bu her konuda tarihi/ansiklopedik bilgi verme iştiyakı romanın anlatı ritmini bozar. Bernieres'in kendiyle eşleştirebileceğimiz anlatıcısı tehcir konusunda Türk devletinin söylemini benimsemiş gibidir. Eğer 'Ermenilere yapılan soykırımsa, Balkan Harbi esnasındaki hiç kimsenin bahsetmediği Müslüman kıyımı ve göçü neydi?' diye sorar. Roman üç-dört bölümde bir, tefrika şeklinde ve istihza dolu bir sesle Atatürk'ün kariyerini anlatır. Çocukluğundan itibaren ülkesinin 'geriliği'nden hoşlanmayan, Avrupa hayranı, oldukça hoşgörüsüz bir Mustafa Kemal resmedilmektedir bu bölümlerde. Mustafa Kemal'in katı fikirleriyle köylülerin esnek yaşamları birbirinin antitezi olarak sunulur. Bernieres Mustafa Kemal'in kişiliği üzerinden bir çeşit Cumhuriyet eleştirisi yapmakta, genç Mustafa Kemal'in öngördüğü cumhuriyettense Osmanlı Devleti'nin köyünde yaşamanın daha renkli ve zevkli olduğunu ima etmektedir.

Bizans'tan miras kalan entrika

Bir romancı olan Bernieres'in elinden çıkan bu hikayede hayal gücünün oynadığı rol elbette 'tarihe uygunluk'tan daha önde. Osmanlı'nın yaklaşık bir yüzyıl öncesinde geçen detektiflik romanları yazan Jason Goodwin ise bir Bizans tarihçisi. Bernieres Osmanlıdaki köy hayatına odaklanırken, Goodwin İstanbul'a ve muhtemelen arşivlerden iyi bildiği Babıali'deki siyasi oyunlara odaklanmış. Goodwin'in romanlarında Osmanlı'nın 'yerel' olarak adlandırabileceğimiz çokkültürlü yapısından öte Avrupa'dan gelen siyasi mültecilere de kapılarını açan bir devlet olarak resmediliyor. Goodwin'in başkarakter olarak seçtiği hadım dedektif Yeşim'in (elbette hareme gönderme olmadan olmaz) en iyi arkadaşı, Rusları 'uyuz etmek için' Osmanlı'nın hâlâ bir paye verdiği Polonya İmparatorluğu sefiri Palewski'dir. Çokkültürlü Osmanlı'nın İstanbul'u, her yerden insanı barındıran bir metropol olarak, suçluların kolayca saklanabileceği, kılık değiştirip kalabalığa karışabileceği bir yer olarak Goodwin'in detektiflik hikâyeleri için çok mümbit bir zemin sağlar. Bu romanda da, Lady Montegue'den tutun Busbecq'e kadar Osmanlı döneminde (evet yaklaşık bir 500 yıldan bahsediyoruz, nasıl bir dönemse) İstanbul'a gelen seyyahların gönderme yaptığı Galata Köprüsü çokkültürlülüğün en çok hissedildiği mekan olarak tasvir edilir. Türkler, Rumlar, Arnavutlar, Ermeniler, Afrikalı köleler ve birbirine karışan farklı diller... Serideki romanlardan biri, haremden sonra Avrupalıların zihnini en fazla meşgul eden Osmanlı kurumlarından birinin kaldırılmasını konu edinen Yeniçeri Ağacı'dır. Bizans tarihçisi olan Goodwin'in detektifi Yeşim esrarengiz ve vahşi şekillerde öldürülmüş kurbanların katilini ararken, okuyucuyu şehrin surları ve dehlizlerinde bir yolculuğa çıkarır. Bu İngiliz tarihçi için Osmanlı'yı Osmanlı yapan, çokkültürlülük yanında Bizans'tan miras kalan entrikadır. Aslına bakarsanız son 20 yılın yükselen (sonunda da inen) değeri olan çokkültürlülükten çok önce, Shakespeare ve Byron'da görebileceğimiz Osmanlı ve Türk özelliği entrikanın ta kendisidir (bkz. Jale Parla'nın Efendilik Şarkiyatçılık Kölelik'i). Bu arada Yeşim, Osmanlı'nın tüm coğrafyasını harmanlayan tarifleriyle mükemmel bir aşçıdır. Hem Kanatsız Kuşlar'da, hem de Yeniçeri Ağacı'nda uzun uzun anlatılan ve ağzı sulandıran yemek pişirme ve yeme sahneleri vardır.

Türkiye'nin, Osmanlı'nın çokkültürlülüğünü pazarlaması, Avrupalıların, özellikle de İngilizlerin buna icabet ederek bu yeniden inşaya katkıda bulunması elbette birbirini besleyen şeyler. İngiliz romancıların çokkültürlülük hikâyeleri için Osmanlı'yı seçme sebeplerinden biri -Goodwin'in romanında Osmanlı'nın hâlâ Polonya krallığını tanıması gibi- Türkiye'yi Avrupa'nın 'çokkültürlü' bir parçası olarak kurgulayarak Kıta Avrupası'nı kızdırmak da olabilir elbet, ma romanlara konu olan çokkültürlü bu geçmiş hem bizim, hem de İngilizler için ne yazık ki çözüm üretmeye yarayan bir değer değil, hayalimizde gidip sığınabileceğimiz bir yer olarak kalacağa benziyor.
BİZE ULAŞIN