Yunus Arslan: Çalkantılı bir ruh macerası: Ayşe Şasa

Çalkantılı bir ruh macerası: Ayşe Şasa
Giriş Tarihi: 27.12.2019 11:49 Son Güncelleme: 27.12.2019 11:51
Şasa, kültürel köklerimiz, yapımız, masallarımız, destanlarımız, epik duruşumuzu bir şekilde kendi sinemamıza yansıtmamız gerektiğini söylerdi.

Hayat herkese eşit oranda acı ve deneyim katmaz. Kimilerinin ıstıraptan nasibi dayanılmaz derecelere ulaşır. Sıkıntıları kendinden uzaklaştırmaya çalışmayıp, benimseyen ve kendine yeni bir yol açan acı sahibinin önüne ise tahmin edilemez kapılar açılır. Ayşe Şasa bunu başarmış nadir şahsiyetlerden biri. O, Türkiye'nin siyasal ve düşünsel tarihinin ıstırabını hem şahsi hayatında hem düşünce dünyasında yaşamakla kalmadı aynı zamanda bu onu derin bir ruh macerasına da mahkûm etti. Kendisiyle benzer süreçlerden geçen yakın dostu ve sinema eleştirmeni İhsan Kabil ile Ayşe Şasa'nın her ikisi de oldukça çalkantılı geçen özel ve sinema hayatına mercek tuttuk.

Ayşe Şasa'yı "yeri doldurulamaz" diye tarif ediyorsunuz. Şasa'yı kendi yapan özellikleri nelerdi?
Onunkine benzer bir süreçten geçen insan nadir bulunur. Ne demek bu? Bütünüyle Cumhuriyet kuşağına hâkim olup, onun kültürel normlarıyla donanmış bir ortamda yetişen ve bulunduğu yolda inançla yürümeyi hedefleyen bir aile ve eğitim ortamına sahipti. Türkiye'nin sosyal, siyasi hareketliliği içinde bu yönelim fazlasıyla görülmekte fakat ne oluyorsa bir noktada bir kırılma yaşıyor. Bu kırılma da muazzam bir dönüşüm… Bu dönüşüm sancılı ve travmatik bir şekilde kendini gösteriyor.

Ayşe Şasa'nın hem önceki hem de sonraki döneminde belirli bir samimilik çizgisinde yol aldığı ortada. İnanan ve kendini adamış bir karakter. Mesela, Türkiye'nin modernleşmesi sürecinde yüzünü Batı'ya dönmesi ve oradaki kültürel parametrelerle yoluna devam etme sürecinde bir inanmışlık var. Batı'nın kültürel hayatı veya fikri oluşumları da bir hareketlilik içinde ve kendi içinde de böyle dallar doğuruyor. Ayşe Şasa'nın da yetişme tarzı olan Batı düşüncesinin sonradan yöneldiği sosyalist hareket de bunlardan biri. Şasa kendi entelektüel yapısı gereği hayatında eleştirel bir konuma yöneliyor.

Hayatının ilk dönemini bir korku filmine benzetiyor. İkinci dönemine bunlar nasıl yansıyor?
Tabii çok doğru bir benzetme. Adeta "öcülük" dönemi o dönem. Çocukluk dönemindeki gayrimüslim, Yahudi mürebbiyeler çok olumsuz etkiler bırakıyor üzerinde. Ciddi bir baskıdan bahsediyoruz burada. Ailesinin onun çok sıkı bir eğitimden geçmesi konusundaki ısrarından dolayı korkulu rüya gibi bir dönem geçiriyor.

Ayşe Şasa ile yolunuzun kesişmesi, sizin de içinden geçtiğiniz süreçle benzerlikler içeriyor sanırım.
Evet, ben de sol gelenekten gelen biriyim. Yakacık Yetiştirme Yurdu, Darüşşafaka Lisesi oradan da Boğaziçi Üniversitesi'ne doğru devam eden bir hayatım vardı. O dönemlerde bir gönül macerası içine düşmüştüm ve ciddi bir kırılma oldu bu benim için. Sonrasında her şey tuz buz oldu. Nihilizm, anarşizm ve var oluşun içinde yuvarlanış… Sonrasında yüksek lisans çalışmaları yapmak üzerine Amerika'ya gittiğimde dünyanın çeşitli yerlerinden çeşitli insanlarla tanıştım. Her şey olacağına varır ve ben de bu dönemdeki okumalarım, araştırmalarım ve yaşadığım dinî tecrübelerle İslam'a yöneldim. Doktora sürecim yarıda kaldığı gibi ülkeye dönmek zorunda kaldım. Zaten döndükten sonra da yolum Ayşe Şasa ile kesişti.

Ülkeye döndükten sonra sol entelektüel kesimlerle olan tanışıklığım birden ağırlıklı olarak İslami camia ile tanışıklığa dönüştü. Ayşe Şasa, Nabi Avcı, Ali Bulaç, Özkul Eren, İsmail Kara, Mustafa Kutlu gibi isimlerle tanıştım. Bu dönemde Ayşe Şasa ile benzer süreçler yaşadığımı fark ettim. Depresif bir dönem, bir nihilizm, anarşizim, Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzche, Dostoyevski okumaları; Martin Luther, Gabrielle Marcell, Sartre, Heidegger gibi isimlere ilgim vardı eskiden. Tabii daha çok teistik bir tavırdı benim yönelimim. Ardından da İslam'a tam olarak yönelmem başladı.

Ayşe Şasa ile hem sinema hem de böylesine bir süreç ile ortak yönünüz olduğunu mu fark ettiniz?
Tabii, bir kesişme kaçınılmaz gibi oldu. Hikâyelerimizin kesişmesiyle sohbetlerimiz yoğunlaştı. Bir ruh uyuşması, dostluğu ortaya çıkmaya başladı. Bu yüzden de Şasa benim için hâlâ yaşayan biridir. Her daim hatıra getirdiğimiz birisi…

Ayşe Şasa'nın yaşadıklarına bakarsak, Türkiye ile ortak bir kaderi var diyebilir miyiz?
Hedeflediğinizle yürüdüğünüz yol farklı olunca bu bir şizofreni oluyor. Kişisel anlamda da bu bir travmaya dönüşebilir. Ayşe Şasa'nın yaşadığı durum da bu.

Dadılarla başlayan gelişme sürecindeki hâller de işkence olarak geliyordu. Baskı altında, aşırı disiplinli bir ortam… Bir çocuğun kaldıramayacağı bir konumdu Ayşe Şasa'nınki. Robert Koleji'ne girmesiyle de Batı yönelimini görüyor. Bu süreç Şasa'da eleştirel bir yön ortaya çıkarıyor. Kendi içinde bulunduğu burjuva aile yaşantısı da dizgelerine karşı bir eleştiri duygusu içine yöneltiyor. Bu süreç sonucu halkın arasına yöneliyor ve kültür sanat çevresinde en çok sinema ile özdeşlik kurarak halka yakın olabileceğini düşünüyor. Yeşilçam sineması da onun için halka yaklaşabileceği, rahatlayacağı, ruhunun feraha erdiği bir ortam gibi görünüyor. Sinemayla yolu kesişen Ayşe Şasa'nın sinemaya dair bir yerlilik fikri ortaya koyduğu görülüyor.

Sinemayla yolu kesişen Ayşe Şasa'nın sinemaya dair bir yerlilik fikri ortaya koyduğu görülüyor.
Ayşe Şasa'nın hayatında filmler daha çok yer almaya başlıyor. Aslında filmlerde bu yönünün yansıdığını söyleyemeyiz. Yeşilçam'ın kendi ticari yapısı açısından özellikle… Bu sebeple senaryosunu yazdığı filmlerden çok tatmin olmuyor. Biraz da bu durum o dönemki yönetmenlerimizden kaynaklanıyor. Yönetmenlerin çoğu piyasa içerisinden gelenler. Yönetmenin kültürel haznesi ne kadar ise filmlerine de o yansıyor. Tabii öne çıkan birkaç ayrıksı isim de var: Halit Refiğ, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Erdoğan Tokatlı, Duygu Sağıroğlu gibi isimleri sayabiliriz.

Aslında bu durumu rahmetli eşi Bülent Oran daha güzel temellendiriyor. Oran, biz filmlerimize masallarımızı uyarladık diyor. Film yaparken şuur altımızda her zaman masallarımızın olduğunu söyler. İnsanların bu dünyada kavuşamasa bile öte dünyada kavuşma ihtimalleri var. Âşıkların bu durumunun farkında olmadan sinemamızda yer aldığını iddia ediyor Oran.

Cumhuriyet'le sinemamız kesintiye uğradı. Normal akışına bırakılsaydı sinemayla bizim en bağdaşan seyirlik sanatımız gölge oyunu, Karagöz ve Hacivat'tır. Sahne sanatları anlamında orta oyunumuz, meddah Pişekâr'dır. Bunların bileşiminden teknik anlamda bir sinema dili doğacak ve içeriklerinden de, bize ve hayatımıza dair kıssadan hisseler ortaya çıkacaktı. Sinemamız normal akışında devam edebilseydi böyle gelişmesi muhtemeldi. Cumhuriyet işte bu akışı kesintiye uğrattı. Sinemada bu yüzden ilk olarak sudan çıkmış balığa dönme durumumuz var. Tabiat boşluk kabul etmez, bu sebeple sinemamız üçlü sacayağı üzerinde sürmüştür: Hint Sineması, Arap Sineması –özellikle Mısırve Amerikan melodramı… B Sınıfı sinemalar; bizde melodram ve komedi arasında, iki uçta bir sinema oluştu. Vasata yakın bir halk sinemasıydı. Bir şekilde halkın nabzını tutmaya, ruhunu okumaya, anlamaya çalışan bir çaba olduğu için orada da hakikate dair belirli değiniler, iz düşümleri husule gelir oldu. Yeşilçam dairesinden ne olabilirse o oldu aslında. Senaristlik anlamında da Ayşe Şasa öne çıktı bu sürede.

Sinema Ayşe Şasa için bir hakikat arayışıydı diyebilir miyiz?
Düşünen, anlayan, tefekkür eden insan yeryüzüne boşuna gelmiş bir varlık olmadığını bilir. Bir hikmeti olduğu açıktır ve nedir bu hikmet, bilmek ister. Hakikatin yegâne gayesi hakikati bilmektir. Gerçek çerçevesi, temeli, başlangıç noktası da bir yerden bir yere gitmektir. Yani varmaktır. Hem toplumsal iyileşmeyi arayış -ki Şasa'nın sosyalistlik dönemlerine denk gelir bu- hem de bir ideal uğruna gidiş var: Bir adalet arayışı. Üst katmanlarda yaşayanların halkın üzerinde hâkimiyet kurmaması… Tabii burada çok maddi temellerle hareket ediliyor, ideoloji gereği. Mevzunun metafizik ve manevi yönü eksikti. Hakikaten de durum böyledir. Bizim sadece beş duyu ile bedenimizin algılamaları ile bir yere varamayız. Neden böyledir? Çünkü bir ruh yanımız, sezgi ve sezi dünyamız var. Bu ikisi de yarı yarıya eşit orandadır. Maddi olan manevi olanla birleşmedikçe gerçek manada sağlıklı tutarlı bir şekilde yol alamaz. Bütüncül anlamda maddi arayışın manevi olanla bir araya getirilip daha bütüncül bir yapı oluşturulmalı. Ayşe Şasa'nın içinden geçtiği durum da buna benzer.

Ayşe Şasa, 70'lerin başında bir yabancılaşmaya uğruyor. Belki de 12 Mart da bilinçaltında etkili olmuş olabilir. Sosyalist hareketlerin bir darbe ile kesildiği görülüyor. Ayşe Şasa'da bu dönemde bir travma, bir şizofrenik durum, geri çekilme ortaya çıkıyor. Bir yerde inançların gerçekleşmemesi gençliğinde psikolojik acı, sancı ortaya çıkarıyor. Orada her şeyi bırakış, inançların yıkılışı, bir boşluğa düşüş ve çekilme görülüyor.

Bir maneviyata geçiş görülüyor…
İnsanın inandığı bir yolda; bir kırılma, yıkılma, başkalaşım, dönüşüm olursa başka şeylerle rastlaşması muhtemeldir. Kişinin kader örgüsü bir yerde devreye girecektir. Çünkü biz bir kader üzerine yeryüzünde bulunuyoruz. Günü geldiğinde dünya sahnesinden çekileceğiz. Travma da insanı bir yere taşıyor. Ayşe Şasa da İbn Arabi'nin eseri olan Füsus'ül-Hikem'in İngilizcesini okuyor ve tramvatik durumuna, depresyon hâline çare olacak bir tedavi usulüyle karşılaşıyor. Çok güçlü manevi bir yönle tanışıyor. Yalnızlık, yıkılma durumundan hayret makamına geçiş başlıyor. Bu sefer yaratılışı seyretmeye koyuluyor. İşlerin bizim düşündüğümüzün, inandığımızın dışında da bir yönü varmış gibi bir idrak oluşuyor.

Çevresiyle ciddi bir sohbet ortamı vardı. Onlara hem sinemaya hem hayata yönelik tavsiyeler verirdi değil mi?
Çok açık biriydi. Yeni yapılan çalışmaları sıkı takip ederdi. Her yazıyı, yapımı takip etmeye çalışırdı. Gençlerin gelip sohbet etmesinden heyecan duyardı. Gençlerden hem bir şeyler öğrenir hem de onlara bir şeyler verirdi. Böylesine dinamik bir iletişimi vardı. Her kesimden kendisini ziyaret edenler olurdu. Bu diyalog hep devam etti.

Ayrıca bir telefon trafiği vardı. Rahmetli Akif Emre bu durumdan "telefon şebekesi" diye bahsederdi. Birçok kişiyle telefonda uzun uzun sohbet ederdi. Biz de hep konuşurduk tabii. Ben daha çok yapıcı, olumlu şeylerden bahsetmeye çalışırdım.

Bir de Kemal Tahir'le tanışması var. Ayşe Şasa'nın hayatında nasıl bir etkisi oldu?
İnsanın içinde Ying ve Yang vardır ya, siyahın içinde beyaz, beyazın içinde siyah. Şasa'da da böylesine bir uyumsuzluk var. Yolu da bu şekilde Kemal Tahir'e çıkıyor ve kendini ona yakın hissediyor. Tahir'de tarihî ve felsefi bir bakış açısı var. Aynı zamanda sol bir duruşu da var ama bu topraklarla barışık, yerli bir duruş... Tahir'de de bir dönüşüm var bu dönemde ve bize has bir sol ortaya çıkarıyor. Dışarıya bakan solculuktan, eski Sovyetler Birliği solu, Avrupa solu gibi duruşlara bir üçüncü yol gibi sol hareketliliğin içinde yeni bir akım ortaya çıkıyor. Kemal Tahir, Ayşe Şasa üzerinde en çok yerlilik kavramı üzerinden etkili oluyor. Solun içerisine girmiş ama buradaki insanlardan bu topraklardan kopuk bir sol da Ayşe Şasa'nın ruhunu tatmin etmiyor açıkçası. Tabii o yıllarda Şasa, boğazda su kayağı yapan biri. Tuzla Mercan'da yerli ve yabancı elitlerle vakit geçirmekteydi. Ailesinin maddi ve sosyal yapısı buna imkân veriyor tabii.

Son olarak Ayşe Şasa'nın hayatı bize ne söyler?
Ayşe Şasa, günümüzün bulanık, müphem dünyasının aksine netlikleri olan bir insandı. Bunun en önemli sebebi de kendini köşeye çekmesi ve olayları temaşa etmesiydi. Bir yere daha yüksekten, ufuktan bakması berrak bir bakış sunuyordu ona. İfadelerinin netliği de bu yüzden. Yeşilçam Sineması üzerine, özellikle manevi bir bakış ve duruşa sahip olmasıyla aşkın bir boyutta değerlendirmeleri vardı. Sinema düşüncemizde, duruşumuzda, pratiğimizde neler yapılması gerektiğini çok net bir şekilde ortaya koydu. Dünya sinemasından da örneklerle sinemamıza yönelik yapılması gerekenleri söyledi. Tabii kendi kültürel köklerimizi, yapımızı ve masallarımızı, destanlarımızı ve epik duruşumuzu bir şekilde kendi sinemamıza yansıtmamız gerektiğini söylerdi.

Ayşe Şasa Kimdir?
1 Ocak 1941 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelen senarist ve yazar
Ayşe Şasa, şimdiki adı Robert Kolej olan Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nde okudu. Daha sonra Robert Kolej'in İdari Bilimler Bölümü'ne devam etti. 1963 yılından itibaren Yeşilçam Sineması olarak bilinen dönemde birçok önemli yapımın senaristliğini üstlendi. 1980'li yıllarda ağır bir psikolojik rahatsızlık geçirdi ve on yıllık inziva sürecine girerek sinemadan uzaklaştı. Bu süreçte Şasa'nın yanında üçüncü evliliğini yaptığı Bülent Oran vardı. İnziva süreciyle birlikte düşünsel anlamda, daha manevi bir hayat sürmeye başlayan Şasa, İbn Arabi'nin eserlerini okumaya başladı. 16 Haziran 2014 tarihinde bir süre tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti ve Sahrayıcedit Mezarlığı'na defnedildi.

Eserleri:
Bir Ruh Macerası, Yeşilçam Günlüğü, Düş Gerçeklik Sinema (Sadık Yalsızuçanlar- İhsan Kabil- Ayşe Şasa), Delilik Ülkesinden Notlar, Şebek Romanı, Vakte Karşı Sözler (Ömer Tuğrul İnançer- Ayşe Şasa- Berat Demirci), Bir Ruh Macerası

Senaryoları:
Çapkın Kız (1963), Murat'ın Türküsü (1965), Son Kuşlar (1965), Ah Güzel İstanbul (1966), Toprağın Kanı (1966), Harun Reşid'in Gözdesi (1967), Balatlı Arif (1967), Kozanoğlu (1967), Köroğlu (1968), Cemile (1968), İlk ve Son (1968), Battal Gazi Destanı (1971), Unutulan Kadın (1971), Güllü (1971), Yedi Kocalı Hürmüz (1971), Utanç (1972), Cemo (1972), Kambur (1973), Deli Kan (1981), Hacı Arif Bey (1982), Ve Recep ve Zehra ve Ayşe (1983), Ölmez Ağacı (1984), Merdoğlu Ömer Bey (1986), Gramofon Avrat (1987), Arkadaşım Şeytan (1988), Hiçbir Gece (1989), Her Gece Bodrum (1992), Kanayan Bosna (1993), Dinle Neyden (2008)

BİZE ULAŞIN