MOR IŞIKLAR
Amerikan cemiyetinde yaşamak için 'hesap bilmek' gerekir. Giderleriniz gelirlerinize uygun olmak zorundadır. "Bu ay sıkıştım, kirayı ödemesem olur mu" diyebileceğiniz bir ev sahibi yoktur. Yasal süre dolduğunda sizi kulağınızdan tutup sokağa atarlar. Evsiz ve yolsuz kaldığınızda yanlarına sığınabileceğiniz akrabalar yoktur.
Kısa ya da uzun vadeli borçlar alabileceğiniz arkadaşlar yoktur. Amerikan toplumu aşırı kurumsaldır. Elbette kredi notunuz iyiyse bankaya
gidebilirsiniz ama 'geçinemiyorum' diyerek kredi almanız imkânsızdır. Yani tökezlerseniz büyük bir ihtimalle düşersiniz, düşerseniz kimse gelip sizi yerden kaldırmaz.
Meslektaşımız Francis Fukuyama çekik gözlü bir Amerikalıdır. Siz onu 'tarihin sonu' teziyle tanırsınız, fakat onun Trust: The Social Virtues and Creation of Prosperity isimli bir başka eseri daha mevcuttur. Weber dostumuzun izinden giderek kültürel ve ekonomik yapılar arasındaki ilişkiyi irdeleyen bu eserinde Fukuyama kardeşimiz Amerikan cemiyetini tenkit eder. Aşırı bireyciliğin sosyal sermayeyi erozyona uğrattığını söyler. Evvelki kitabında yaptığı bazı hataları tekrar etmiş ise de kardeşimizin bu tespitini yabana atmamak lazımdır. Amerikan toplumu bir mancınık gibi çalışır. Uyum sağlamayanları ve tutunamayanları anında dışına fırlatır.
Memleketimizde 'tek düzen' adı verilen ve yazanların bile tam olarak anlamadığı bir muhasebe sistemi yürürlüktedir. Son derece karmaşık olması sebebiyle nevi şahsına münhasır bir idari ezoterizme yol açan bu sistem aracılar vasıtasıyla fonksiyon icra eder. Oysa Amerika Birleşik Devletleri'nde
bireyler son tahlilde vergilerini kendileri hesaplamak ve ödemek zorundadırlar. İşte bu da başta ifade ettiğimiz 'hesap bilme' zaruretini doğuran sebeplerden biridir.
Vergi kaçırmaya kalkarsanız ya da verginizi hesaplarken hata yaparsanız ne mi olur? Kendi müfettişleri ve polisi ile son derece sofistike bir kurum olan vergi idaresi (IRS) üzerinize çullanır. Tabiri caizse hayatınız kayar. Hapis cezası almasanız bile sicilinize kara çalınır. Dürüst bir vatandaş olarak değil şüpheli bir insan olarak görülürsünüz. Bir daha doğru düzgün iş yapamaz ve Amerikan cemiyetinde yaşamak için 'hesap bilmek' gerekir. Giderleriniz gelirlerinize uygun olmak zorundadır. "Bu ay sıkıştım, kirayı ödemesem olur mu" diyebileceğiniz bir ev sahibi yoktur. Yasal süre dolduğunda sizi kulağınızdan tutup sokağa atarlar. Evsiz ve yolsuz kaldığınızda yanlarına sığınabileceğiniz akrabalar yoktur. Kısa ya da uzun vadeli borçlar alabileceğiniz arkadaşlar yoktur. Amerikan toplumu aşırı kurumsaldır. Elbette kredi notunuz iyiyse bankaya gidebilirsiniz ama 'geçinemiyorum'
diyerek kredi almanız imkânsızdır. Yani tökezlerseniz büyük bir ihtimalle düşersiniz, düşerseniz kimse gelip sizi yerden kaldırmaz. Meslektaşımız Francis Fukuyama çekik gözlü bir Amerikalıdır. Siz onu 'tarihin sonu' teziyle tanırsınız, fakat onun Trust: The Social Virtues and Creation of Prosperity isimli bir başka eseri daha mevcuttur. Weber iş bulamazsınız. Ev tutarken, araba alırken bile bu sicil karşınıza çıkar. Bu yüzden şöyle bir deyiş vardır:
Amerikalılar Allah'tan çok vergi idaresinden korkar. Yani Sezar'ın hakkı öyle kolaylıkla yabana atılacak bir hak değildir.
Malulen emekli
Dedeleri Avusturya'dan göç etmiş Yahudiler olduğu için uzun, telaffuzu zor ve tuhaf bir soyadına sahip olan Daniel, kısaca Dan, böyle bir dostumuzdu.
Sezar'la başı belaya girmişti. Bankada çalışırken vergisini yanlış hesapladığı için işten atılmış, bir daha da dikiş tutturamamıştı. Malulen emekli olduğu için bir şekilde idare ediyor, kalbur altı işlerde çalışarak kıt kanaat geçiniyordu.
Malulen emekli deyince orta yaşlı ya da yaşlı bir insandan söz ettiğimi sanmayın. Benimle aynı yaştaydı. Orduya intisap edip sınır ötesi görevlere gönderilmiş, bu sırada tahtalardan bir ya da birkaçı kırıldığı için mecburen emekli edilmişti. Bir nevi gazi sayılmış ve elbette kendisine birkaç ayda bir kafa doktoruna görünme hakkı verilmişti.
Dan ile aynı binada mukimdik. Hakikaten de filmlerde gördüğümüz travma geçirmiş askerlere benzeyen bir tipi vardı. Kızıla çalan sarı saçlarını mütemadiyen kısa kestirirdi. Uzun boylu ve zayıftı ama çuval gibi bol kıyafetlerin altına yaz kış ayırmaksızın postal giydiği için bir kamyon lastiği gibi görünürdü. Onu zaman zaman havuzun başında, elinde bir şişe ile görürdüm; oradan geçenlere, bu arada bana da laf atar, sosyalleşmeye çalışırdı. İlk karşılaşmamızda bana kim olduğumu sordu. "A man with a name" diye cevap verdim.
Birkaç cümlelik konuşmalarımız zamanla birkaç dakikalık sohbetlere dönüştü. Nihayet bir gün elinde bir basket topu ile çaldı kapımı. Annesinin hayatta olduğunu o gün öğrendim. Babası Dan küçük bir çocukken onları terk edip gitmişti. Nerede olduğu hususundaki rivayetler muhtelifti. Kesin olan tek şey annenin oğlunu göstermemesiydi.
Baba gittikten sonra anne başka bir adamla birlikte yaşamaya başlamış ve koleje başladığında da oğlunu evden nazikçe kovmuştu. "Artık" demiş
"Kendi başınasın." Her ayın ilk haftasında belli bir günde, muhtemelen erkek arkadaşının evde olmadığı bir saatte, annesini ziyaret ediyordu.
Annesinin nasıl bir kadın olduğunu asla anlayamadım ama bir meseleyi çok iyi hatırlıyorum. Bir baltaya sap olamamış oğluna her gidişinde bir sırrı açıklar gibi ünlü ve başarılı insanların aslında Yahudi olduğunu anlatıyordu. Bir Türk arkadaşının olduğunu öğrenince o sıralar çok popüler olan Dr. Öz'ün de öyle olduğunu söylemişti. Bu garibanlık değilse nedir?
Tarikatlar arasında
Konumuza dönecek olursak… Dan o gün annesini ziyaret ettiğinde evde bir basketbol topu görmüş ve bu topun kendisine ait olduğuna karar vermiş. Alıp gelmiş. Birlikte binanın yakınlarındaki basket sahasına gittik. Orada kısa boylu iki Meksikalı bulup onları yendik. Lisede iken basket takımında olduğumu bilmediği için oyuna vukufiyetim onu şaşırtmıştı.
Mahallede tek bir kahveci vardı ve hepimizin yolu bir şekilde oraya düşüyordu. Dan kardeşimiz ile orada da karşılaşır ve selamlaşırdık. Basket maçından sonra artık birlikte oturmaya başladık. Onun mahalledeki çevresi ile benim mahalledeki çevrem de iç içe geçmeye başladı. Artık uzun sohbetler ediyor ve birlikte daha çok zaman geçiriyorduk. Bu sohbetlerimiz sırasında ilginç bir durum keşfettim. Dostumuz bitmek bilmeyen bir arayışta idi. Los Angeles çevresinde bulunan ve 'new age' olarak adlandırılan tarikatlara girip girip çıkıyordu.
Çok çabuk etki altında kalıyor ve çok çabuk vazgeçiyordu. Ortalama iki haftada bir yeni bir grupla tanışıyor, hemen kendini kaptırıyor, gelip bizi
bıktırana kadar günlerce bu yeni grubun öğretilerini ve yöntemlerini anlatıyordu. Bu etkilenmelerin temelinde hep bir kadın meselesi olduğunu
çok sonra anladım. Onu oraya sürükleyen kişiden umduğunu bulamayınca tarikata olan ilgisi de bir anda azalıp tükeniyordu. Dan ne zaman 'ilk buluşmada nasıl daha az para harcanır' konulu radyo programında geçen konuşmalardan bahsetmeye başlarsa bir tarikat macerasının daha bittiğini anlardık.
Dan'in bu müesseselere devam etmesinin bir başka sebebi de yemeği bedavaya getirmekti. Bu fikir bana da cazip geldi. Birlikte Los Angeles'ta bedava yemek dağıtan dini kuruluşların bir listesini çıkardık. Toplanma zamanlarını yazarak bir ajanda hazırladık. İki kafadar birkaç hafta boyunca hemen her akşam bir yerde olacak şekilde plan yaptık. Gidiyorduk, ayinleri izliyorduk, konuşmaları dinliyorduk ve bu sayede yemeği bedavaya
getiriyorduk.
Evli ve çocuklu
Bizim binanın az ilerisindeki köşede bir gazete büfesi ve bu büfeyi işleten Hintli bir aile vardı. Bir ara bu ailenin genç oğlunun beni görünce aşırı sevinç ve saygı gösterileri yapmaya başlaması tuhafıma gitti. Büfesinden fırlayıp eğilerek beni selamlıyor, bana sakız vs. hediye etmeye çalışıyordu. Meğer bir akşam gittiğimiz Hindu tapınağının müdavimlerinden imiş ve beni orada görmüş. Hiç bozuntuya vermedim.
Bu etkinlikler benim için bir köşede oturup eşsiz gözlemler yapma fırsatı sunuyordu ama saadetim kısa sürdü. Gittiğimiz yerlerden Dan'in dengesiz ve münasebetsiz hareketleri yüzünden kısa sürede kovulmayı başardık. Dan münasebetsizliğin vücut bulmuş haliydi. Bazı günler şirazeden iyice çıkardı, öyle ki yanında yürümeye, onu tanıdığınızı itiraf etmeye utanırdınız. Böyle günlerde kapıya en yakın masaya oturup gelen geçen herkese laf atar,
sulu şakalar yapardı. Nitekim bu özelliği başına bela oldu. Kahve sırasında tanıştığı ve geçici bir macera hevesiyle yaklaştığı kendisinden 15 yaş büyük bir göçmen kadın hamile kalarak ve daha önceki evliliğinden olan çocuklarını da alarak Dan'in dairesine taşındı. Dan artık eve ekmek getirmek zorundaydı, taksicilik, hamallık gibi işlerde çalışmaya başladı.
Bu hadisenin gerçekleşmesinden kısa bir süre önce bizim arkadaşlığımız da nihayete ermişti. Bir akşam okuldan çıkıp eve dönerken yol üzerinden kendisini almamı rica etti. Arabaya binince yine o saçma hikayelerinden birini anlatmaya başladı. "Beni yanlış anlamanı ve korkmanı istemem ama" diye başladı. "Geceleri mor ışıklar görüyorum." Otoparka gelene kadar bu ışıkların ne olabileceği hakkındaki fikirlerini sıraladı. Yorucu bir gündü ve artık bu saçmalıklardan gına gelmişti. Arabayı park edince Dan'e dönüp şöyle dedim: "Beni yanlış anlamanı ve korkmanı istemem ama ben o ışıkları gündüzleri de görüyorum."
Şaşkın bir şekilde yüzüme baktı. Son derece ciddi olduğumu anladı. Bir daha beni aramadı ve kapımı çalmadı.