GÖRÜNÜR OLMAK, YALNIZLIĞIN PANZEHİRİ ZANNEDİLİYOR

Gülseren Budayıcıoğlu 08 Aralık 2025, Pazartesi
Modern insanın belki de en derin çelişkilerinden biri, kalabalıkların ortasında büyüyen yalnızlık hissi. Bir yandan görünmek, fark edilmek, sevilmek istiyoruz; diğer yandan kendi ördüğümüz duvarların ardına saklanıyoruz. Psikiyatr ve yazar Gülseren Budayıcıoğlu, insan ruhunun bu görünmez çatışmasını yıllardır gözlemleyen bir isim. Onunla, “kalabalık yalnızlık” kavramı üzerinden modern çağın duygusal iklimini, dijitalleşmenin ilişkiler üzerindeki etkilerini, geçmişimizle kopan bağlarımızı, özgürlük zannettiklerimizin bedelini konuştuk. Budayıcıoğlu, insanın kendine dürüstçe bakabildiği ve kökleriyle bağ kurabildiği sürece kalabalığın içinde bile yeniden kendini bulabileceğini düşünüyor: “Bilinçdışımız her şeyi kaydediyor. Duygularımızla, düşüncelerimizle, seslerle birlikte… Nereden geldiğimiz çok önemli, onu bilmezsek kendimizi de o kadar iyi tanıyamıyoruz.”

Bugün büyük şehirlerde insanlar belki birbirine daha önce hiç olmadığı kadar yakın yaşıyorlar fakat ters orantılı bir şekilde insanlar duygusal olarak birbirinden giderek uzaklaşıyor. Sizce bu yakınlık içinde uzaklık hissinin kaynağı ne olabilir? İnsan ruhu neden kalabalıkta bu kadar yalnız hissediyor?

Biz doğduğumuz günden itibaren toplu halde yaşamaya programlı canlılarız yani insanın ruhu yalnız yaşamaya aslında hiç uygun değil.
İnsanlık var olduğundan beri bu böyle. İnsan, var olmaya başladığı günden itibaren bir şekilde küçük veya büyük topluluklar olarak yaşıyor. Bu çağdaki en önemli sorun, bu kadar kalabalıkken neden yalnız hissettiğimiz. Biz büyük kalabalıklar içindeyiz ama içinde bulunduğumuz kalabalığı
tanımıyoruz. Halbuki insan toplu yaşamak isterken yakınlık istiyor, ilişki istiyor. İçinde bulunduğu topluluktaki herkesi tanımak istiyor. Bir geçmiş ve bir yaşanmışlık istiyor. Yardımlaşmak istiyor, paylaşmak istiyor. Birlikte yaşamanın anlamı bunlar ama günümüzde çoğu insan karşı komşusunu bile
tanımıyor. Etrafımızdaki insanlarla bir kahve içmeyi bırakın selamlaşmıyoruz bile. Demek ki aslında biz kalabalıklar içinde değiliz, biz tanımadığımız ve ne olduğunu bilmediğimiz bir topluluğun içindeyiz. Hele ki İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük metropollerde yaşıyorsanız kalabalıklar arttıkça
ters orantılı olarak daha yalnız kalıyorsunuz.

Sizce topluluk halinde yaşama arzusu, Türk insanının karakterinde daha mı baskın? Büyük şehirlerde yalnızlaşmamıza rağmen hâlâ paylaşma ve birlikte olma isteğimizin sürmesinin sebebi ne olabilir?

Ben Türk insanının toplu yaşamayı çok istediğine eminim. Bizim insanımız yakın ilişkiyi çok seviyor, paylaşmayı çok seviyor ve alışkın olduğu yaşam şekli de bu. Çocukken annem, babam yaz tatillerinde bizi kendi doğdukları İskilip'e götürürdü. O kadar etkilenmişim ki, oradaki hayatı bütün kitaplarımda hâlâ anlatırım.

Mahallede herkes birbirini tanır, kadınlar ne iş yapıyorsa sokakta yapar, sebzeyi bile birlikte ayıklar, her evin ekmeği oturulup birlikte yapılır, her bahçe imece usulü hasat edilirdi. İnsanlar sık sık bir araya geliyor, beraber bir yerde yemek yiyorlardı. Orada bulunduğumuz zaman diliminde çeşitli düğünlere de gittim. Ne kadar güzel, samimi ve toplu halde eğlendiklerini anlatamam. Büyük şehirlerde özellikle kalburüstü insanların düğünlerine bakın; herkes şıkır şıkır giyinmiş, suratlarda kalın bir maske, herkes birbirinin dedikodusunu yapıyor, başkalarının kıyafetlerini beğenmiyor, gelinle damadı yakıştıramıyor; böyle bir ortam. Tekrar çocukluğumdaki düğünlere döneyim: Herkes birbirine çok benzer düğünler yapıyor, benzer yemekler geliyor, zenginle fakir ayrımı bugünkü kadar net değil. Çünkü herkesle ortak dertleriniz, ortak acılarınız var. Bir hastanız varsa çevrenizdeki herkes sizinle beraber bu acıyı paylaşıyor, sizinle üzülüyor, size yemekler getiriyor, "Sen biraz dinlen, hastanın başında ben oturayım" diyor. İşte böyle bir hayat tarzı yaşanıyorsa yalnızlık diye bir şey söz konusu olmuyor.

Modernizm bize özgürlük, bireysellik, bağımsızlık vaat ediyordu ama sözü edilen özgürlük ve bağımsızlık, köksüzlük ve bağsızlığa dönüşmüş gibi görünüyor. Bugün hissedilen yalnızlığın bir köke ve bağa mensup olamamakla ilgisi var sanırım.


Öncelikle şunu tartışmamız gerekiyor: Özgürlük ne demek? İnsanlara ne getirir ne götürür? Yoldan geçen herhangi birine sorsak özgür olmak istediğini söyleyecektir. Herkes özgür olmak ister ama "özgür olmak istiyorum" derken herkesin beklentisi asla birbiriyle aynı değildir. Mesela gençler özgür olmak isterken aslında aile baskısından tamamen kurtulabilmeyi, istediği saatte istediği kişiyle istediği yere gidebilmeyi, istediğini yapabilmeyi kastediyor. İlerleyen yaşlarda da evli ve çocuklu biri, eşi ve çocuğundan dolayı özgür olamadığını düşünebiliyor. Bir psikiyatr olarak benim özgürlükten anladığım, insanın bütün kararlarını kendi başına alabilmesi anlamına geliyor. Hayatımızla ilgili tüm kararları, kimsenin baskısı ve etkisi altında kalmadan alabilmek… Biz insanlar aslında karar vermekten çok korkarız çünkü özgürce bir karar alıyorsak bunun bize getirdiği sorumluluklar vardır. Bu sorumluluk genelde bize ağır gelir. Bir de baskı yokken karar almak gerçekten çok zordur. Birtakım kurallar, yasalar, alışkanlıklar, ayıp ve günahlar bizim kararlarımızı çok etkiler ve hızlı karar alabilmemize sebep olur. Sınırsız bir özgürlüğümüz yoksa, yaşadığımız ortamın kuralları bizi bir tarafa
doğru yönlendirir. Çok özgürlük, çok yanlışlığı da beraberinde getirir. Etrafınızda yakın ilişkide olduğunuz insanlar varsa mutlak anlamda özgür
değilsinizdir zaten. Çünkü topluma uymak durumundayız. Bunun aksi durumunda yalnız kalırız. Dolayısıyla özgürlük, bireysellik gibi kavramların
yanlış anlaşılması insanı belli bağlardan yoksun bırakır, bu da insanın yalnızlaşmasına sebep olur.

Danışanlarınızdan sık sık "kimse beni anlamıyor" cümlesini duyuyor olmalısınız. Bir insanın görünmediğini hissetmesi psikolojik olarak neye işaret eder? Anlaşılamama hissi, kişinin kendisinden bir tür kopuşu mudur sizce?

Görünmek ve görünmemek konusu aslında hepimizin hayatının merkezinde olan bir mesele. Doğduğumuz andan itibaren zihnimize kodlanmış bazı temel beklentilerimiz var: biri bizi sevsin, değer versin, başının üstünde taşısın, bize özen göstersin… Bu, tıpkı yemek içmek gibi insani bir ihtiyaç. Ama bu ihtiyaçların karşılanabilmesi için önce bizi ilk muhataplarımızın, yani anne babamızın görmesi gerekiyor. Maalesef her çocuk bunu yaşamıyor.
Bu sadece bizim ülkemize özgü bir mesele de değil; dünyanın en medeni ülkeleri olarak gösterilen ülkelerde bile insanlar aynı acıyı yaşayabiliyor. Bazı aileler çocuklarını istemiyor, evde bir fazlalık gibi görüyorlar. Ancak kızdıklarında, bağırdıklarında, dövdüklerinde hatırlıyorlar o çocuğu. Ne değer veriyorlar ne önem gösteriyorlar. Sadece şiddet, eleştiri, aşağılamayla bir ilişki kuruyorlar. Özellikle kız çocukları bu durumu çok sık yaşıyor. Mesela şu anda üzerinde çalıştığım bir dizide "Fadi" diye bir karakter var. Görülmeyen kadınlara çok güzel bir örnek. Ailede dört kız çocuğu var; son çocuk
Fadi yine kız olunca, "Yeter artık, bize bir oğlan lazım, bir de bu niye doğdu?" diyorlar. Yani bu kız doğduğu andan itibaren fazlalık olarak görülüyor. Ve bu hiç görülmeyen, hiç değer verilmeyen kız çocuğu bir gün herkesin "kral" dediği bir adamla karşılaşıyor. Adam ona ufak bir ilgi gösteriyor, yardım
ediyor, "seni görüyorum" diyor. Düşünsenize, bu kadın bugüne kadar hiç kimse tarafından fark edilmemiş, sonra birden herkesin saygı duyduğu biri ona insan gibi davranıyor. Tüm hayatını o adama adıyor, onun için her şeyi yapıyor, adeta kulu kölesi haline geliyor. İnsanlar, görülmemenin getirdiği
boşluğu sağlıklı bir şekilde doldurabilmek durumunda. Aksi halde telafisi zor bir yalnızlıkla baş başa kalabiliyor.

Şehirde yalnızlıkla baş etme biçimlerinde bir değişim gözlemliyor musunuz? 2000'lerin öncesine kıyasla insanlar yalnızlığı daha mı bastırıyor, yoksa daha mı açığa çıkarıyorlar sizce?


Bence artık insanlar yalnız olduklarını daha net görüyorlar. 2000'li yıllardan önce bugünkü kadar yalnız değildik. Ama şehirler büyüdükçe, kalabalıklaştıkça yalnızlık da arttı. Ben kendi hayatımda da bunu yaşadım. Yalnızlık giderek de artacak gibi görünüyor. İnsanlar bunun farkına vardı, bununla baş etmenin yollarını arıyorlar. İstanbul'da mesela akşam işten çıkan biri artık doğrudan evine gitmiyor; bir kafede oturuyor, bir
yerde yemek yiyor, arkadaşlarıyla buluşuyor. Bir de insanlar artık çok daha fazla seyahat ediyor. Bence bu da yalnızlığa karşı alınan bir önlem gibi. Ama o seyahatlerin, gerçekten yalnızlığa çare olup olmadığını bilemiyorum.

Yeni tip yalnızlığın bir özelliği de bazen başarı, statü veya güçle kamufle edilmesi. Bu durumda kişi başkalarını değil, daha çok kendisini kandırıyor olmalı?

Evet, bence hepimizin kendimizi biraz kandırmaya ihtiyacı var. Çünkü hayata bir kere geliyoruz. Bazen kendimizi kandırarak yaşamak bile iyi gelebiliyor. Ama önemli olan şu soruyu sormak: Kendimize nasıl bir hayat yaşatıyoruz? İyi yaşamak herkes için farklı. Benim için iyi yaşamak,
daha çok üretmek, daha çok insana ulaşmak, bugüne kadar edindiğim bilgileri ve tecrübeleri paylaşmak demek. Ama bunun yanında dostlarımla görüşmeyi de ihmal etmemeye çalışırım. Bazısı için iyi yaşamak ünlü olmaktır, bazısı için para kazanmak, bazısı için özgür olmaktır. Herkesin ölçüsü farklı. Ama şu bir gerçek: insanlar görünmek istiyor. Eskiden ünlü olmanın yolları belliydi; sanatçı, politikacı ya da oyuncu olurdun. Şimdi sosyal medya sayesinde herkes görünür olabiliyor. Herkesin bir kanalı, bir hesabı var. İnsanlar "fenomen" oluyor, sürekli paylaşımlar yapıyor. Çünkü
görülmek istiyoruz. Görülmek, bir anlamda yalnızlığa panzehir gibi geliyor insanlara. "Birileri beni fark etsin, beni duysun, ben de varım" ihtiyacı çok güçlü bir içgüdü.

Şehir hayatı çoğu zaman insanı kendi hikâyesine yabancılaştırıyor. Kişi, kendi hikâyesini yeniden hatırlamak ve sahiplenmek için ne yapmalı sizce?

Sosyal medyada sık sık şunu görüyorum: "Geçmişinizi unutun, anne babanızı suçlamayın, anı yaşayın, geleceğe yatırım yapın." Ama ben buna katılmıyorum. Çünkü geçmişi unutsak da o bizi unutmuyor. Bilinçdışımız her şeyi kaydediyor. Duygularımızla, düşüncelerimizle, seslerle birlikte… Nereden geldiğimiz çok önemli, onu bilmezsek kendimizi de o kadar iyi tanıyamıyoruz. "Kolektif bilinçdışı"diye bir kavram var; bizim 7 göbek önceki atalarımızın yaşadıkları bile biz farkında olmasak da ufak ufak bizim zihnimizde işlemeye devam ediyor. Bu yüzden geçmişimizi tanımamız çok önemli. Ailemizi, köklerimizi, hatta yedi göbek öncemizi anlamaya çalışmalıyız. Annemiz babamız ne yaşadı, onların anne babaları onlara nasıl davrandı, bunları bilmek bizi bize yaklaştırır. Bazen "Annem bana bunu yaptı, babam bana bunu yaptı" diyoruz. Evet, yaptı. Ama onların anneleri, babaları da onlara yaptı. Bu bir zincir. Biz de kendi çocuklarımıza istemeden benzer şeyler yapıyoruz. Hayatı o yaralarla tanıyoruz. Yarasız insan yoktur. Yarasız büyüyen çocuklar, hayatı tanımadıkları için o yaraları sonra mutlaka bir yerden alır. Önemli olan bu yaralara takılı kalmak değil.
"Evet, bana bunu yaptılar ama ben bunu nasıl onarabilirim?" diye sormak lazım. Kendimize yaklaşmak için bunu yapmalıyız.

Kitaplarınızda sıkça gördüğümüz bir "duvar örme" teması var. İnsan ne zaman kendine duvar örme ihtiyacı hisseder ve bu duvarlar ne zaman kendine bile bir kapı bırakmaz hale gelir?

Hiçbirimiz hayatın içinde tam olarak olduğumuz gibi görünmek istemiyoruz. Çünkü hayat bizi yargılıyor. Hepimizin farklı maskeleri var: işte, evde, yolda, aile içinde… Bu bir savunma biçimi. Ama bazen bu maskeler o kadar kalınlaşıyor ki duvar haline geliyor. Duygularını bastıran, öfkesini yok sayan, kırgınlıklarını içine gömen insanlar kendi içlerine duvar örüyorlar. O duvar ne kadar kalınsa, kişi o kadar yalnız, o kadar mutsuz oluyor. Benim insanlara en çok söylediğim şey şu: kendinize karşı zalim olmayın. Başkalarına daha toleranslıyız ama kendimize karşı çok
acımasız davranıyoruz. "Zaten beceremedin, zaten kimse seni beğenmiyor" gibi cümlelerle kendimizi hırpalıyoruz. Halbuki kimse her konuda mükemmel olmak zorunda değil. Kendimize şefkatli olmayı öğrenmeliyiz.


Pandemi sonrası dijitalleşme çok hızlandı. Fakat duygusal bağlar aynı oranda zayıfladı gibi görünüyor. Online ilişkiler, dijital arkadaşlıklar, hatta yapay zekâ ile kurulan diyaloglar… Sizce bu yeni ilişki biçimleri yalnızlığı artırdı mı?

Kesinlikle artırdı. Pandemi döneminde insanlar adeta yeni bir yaşamın provasını yaptılar. Hiç alışık olmadığımız bir dönemdi. Özellikle bizim gibi kalabalık yaşamayı seven toplumlar çok etkilendi. Bir anda evlere kapandık, kimseyle görüşemedik. Düşünün, dışarı çıkamıyorsunuz, yiyecekler torbalarla geliyor, onları yıkayıp kaldırıyorsunuz. İnsanlar o dönemde "tamamen yalnız yaşamanın" provasını yaptı. Ve bu provadan sonra çok şey değişti. Artık pek çok iş uzaktan yapılabiliyor. "Zoom yapalım, gerek yok ofise gelmeye" diyorlar. Ben de bu alışkanlıktan etkilendim. Eskiden öğrencilerimle yüz yüze toplanırdık, şimdi çevrim içi görüşüyoruz. Ama ben bunu doğru bulmuyorum. Çünkü bu, insan ilişkilerini zayıflatıyor. Dünya bu yöne gidiyor ve bu yalnızlıkları daha da derinleştirecek.

Son olarak, kalabalıklar içinde yalnız olmanın bazen insanı geliştirici tarafları da olabiliyor gibi. Sizce yalnızlık her zaman olumsuz bir şey mi?

Koyu, keskin bir yalnızlık çok sağlıksız. Ama arada bir yalnız kalmak, insanın kendisini dinlemesi için çok gerekli. Ben de kendi hayatımda buna çok ihtiyaç duyarım. Yalnız kaldığımda çalışırım, müzik açarım, gecenin bir vakti sessizlikte düşünürüm. Bu bana iyi gelir. Herkesin bu şansı yok ama.
Özellikle kadınlarımızın çoğu yalnız kalmanın önemini fark etmiyor. Herkese şunu önerebilirim: arada bir kendinizle baş başa kalın. "Ne yapıyorum, nereye gidiyorum, kendime nasıl bir hayat yaşatıyorum?" diye sorun. Bu soruları sormazsak, hayat bizi bir yerlere savurur.

Benzer Haberler

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.