BELKİ DE BİR İNSAN KURAKLIĞI YAŞIYORUZ
İletişim imkânlarının, ulaşılabilirliğin ve bağlantıların damga vurduğu bir teknoloji devrindeyiz. Neredeyse insanın dingin kalamayacağı bir hayat tarzının içinde bulduk kendimizi. Bununla birlikte insanlar yalnız olduklarını söylüyorlar. Bunu nasıl açıklamak gerekli sizce?
Aslında temelde insanın kendisiyle ilişkisini kuramaması söz konusu. Hepimiz bunun kurbanıyız. İnsanın kendisiyle baş başa kalmayı becerememesi, ilişkilerinde de her şeyin görüntüye dönüşmesi, her şeyin sığlaşması, "olmak" değil "görünmek" üzerinden bir hayata zorluyor bizi. Çünkü insanlar
içlerindeki değeri harekete geçirmek yerine, dışarıdan sürekli onay arayan ve dışarıdaki bakışlarla kendini cilalayan ve dışarının takdiriyle kendini var kılmaya çabalayan içi boş bir şeye dönüşüyor. Meşhur Fransız psikiyatr Jacques Lacan samimiyet, mahremiyet, içtenlik anlamlarına gelen
"intimacy" kavramından hareketle "extimacy"den bahseder ki bunu "dıştanlık" olarak ifade edebiliriz. Bir şeyin kendi merkezini kendi çerçevesinin alanının dışında görmesi ve devamlı sürüklenmesi. İşte bizim geldiğimiz yer. Bunun bizim dindar ya da seküler olmamızla da hiçbir ilgisi yok. Yani
insani düzlemde hepimiz aynı mağduriyeti yaşıyoruz. Gerçekten kendimizden uzaklaştık. İçtenliğin yerini bir "dıştanlık" hükümranlığı aldı. Bunun sebebinin bizim müfredatımızda olmayan ama İslam'ın temeli, insanlığın temeli olan bir kavram olduğunu düşünüyorum: İhsan kavramı. Malum bir Cibril hadisi vardır. Beyazlar içinde bir adam gelir. Yabancıdır ama üzerinde yolculuk alameti yoktur. Peygamberimizin karşısına geçer
ve dizini dizine dayar. Sorular sormaya başlar. Birinci soru: İslam nedir? Peygamberimiz cevaplar. Der ki, "Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir." Ama oradaki ibadet bizim anladığımız ritüeller değil. Çünkü ihsanı bilmezseniz İslam'ın şartı olarak bize öğretilen altı madde çimentosuz tuğla
gibi kalır. O yüzden İslam Allah'ı görüyormuş gibi yaşamaktır. Sen Allah'ı görüyor olmasan da Allah seni görüyor. Aslında Allah'ı görmek Allah'ın beni gördüğünü görmemdir: "Beni Allah görüyor, Allah dinliyor, sözümü Allah değerlendiriyor, ayıbımı Allah örtüyor." Böyle olunca bütün esma üzerinden bir karakter inşasına başlıyoruz. Bu ekseni kaybettiğimiz için, kime görüneceğimiz meselesini kaybettiğimiz için, kendi ekseninden, özünden, merkezinden uzaklaşmış görünmeler üzerinden bir şahsiyetimiz oluyor. Ve bu seküler ya da dindar fark etmiyor; çok insani bir şey. Bu yüzden kurduğumuz bağlarda kendimiz yokuz. Asıl o benliği, özü ve közü oraya getiremiyoruz. Bu durum Covid gibi sessiz bir salgın. Bu nedenle kalabalıklar içinde yalnızlık çekmek aslında yalnızlıkla baş edememe meselesi, yani insanın kendisiyle baş başa kalamama sorunu. Halbuki kalabalıkta yalnızlık (halvet der encümen) diye bir tasavvufi kavram vardır ve biz bunu takdir ederiz.
Yani yalnızlığın olumlu tarafı da var demek istiyorsunuz. İnsanı yücelten bir boyutu da var herhalde değil mi?
İnziva, Ramazan'ın son on gününde yapılan itikaf. Bunlar aslında temel insani dönüşümlerin eşi. İnzivada ne olur? İnsan kendi başına kaldığında kendi korkularıyla yüzleşmeye başlar. Yalnız kaldığımızda ilk gelen korkularımız olur. Dışarıdaki gürültü ve gözümüzün önünden akıp giden görüntüler bizi o korkudan uzaklaştırır, oyalar, biraz avutur. Sakinleştirmez ama avutur, bize unutturur. Bu yüzden inziva ya da çile vardır. Kişisel ya da benlik gelişiminin temeli o korkularla yüzleştikçe insan yine Jung'un tabiriyle kendi gölgeleriyle yüzleşmeye başlar. Çünkü gölge kötü de olabilir olduğumuzu bize hatırlatan taraftır. İçimizdeki ağacın görünen yüzünde hep neşe vardır. Dal, budak, meyve, çiçek, yaprak vardır. Ama onun bedeli ağacın toprağa, karanlığa, soğuğa, katılığa en az onun kadar kök salmasıdır. Yoksa ayakta duramaz. Jung bize şöyle der: "Kendi karanlığı ile yüzleşemeyen, kendi aydınlığını inşa edemez." Onun da tasavvufi karşılığı tezkiye-i nefstir, nefsi arındırmaktır. İçimizdeki bu gölgeyle, karanlık tarafla yüzleşmişsek buradaki duruşumuz sahihtir. Bu yüzden kendi başımıza kalmak içimize doğru bakmakla ilgilidir. İçimize doğru baktığımızda şunu görüyoruz; biz insanoğlu kötülüğe meyledebilen bir varlığız. Gazze olayında benim cehenneme imanım arttı mesela. Öldürülen 30 bin çocuktan bahsediyoruz.
Söz konusu insanın kendi çocuğu olsa ikincisini sayamaz bile. Allah korusun benim çocuğumun başına Netanyahular yüzünden bir şey gelse ben istatistik yapamam, saymayı unuturum. İşte bu korkunç gerçeğe bizi alıştırdılar. İnsan eliyle yapıldı ve seyirci kaldık. Bu çocukların katilleri ebedi ateşi hak ediyorlar ve bu var. Felsefe ve psikolojinin ortak bir cümlesi vardır: "Ben ötekidir." Bir insanın yaptığı her şeyi her insan yapabilir.
Dışarıda bu kadar kötülük, soykırım, zulüm varsa ve bu bizim önümüzde bir manzaraysa, şartlar uygun olsaydı, bağlam seni hazırlamış olsaydı bir Netanyahu da sen olabilirdin diyor Cenab-ı Hak bize. Herkesin içinde bu kötülüğe meyil potansiyeli var ama biz sadece sınanmadığımız için bu tarafta kalıyoruz. Netanyahu olmak korkunç berbat bir şey ama Netanyahu'nun sessiz destekçisi olmak ondan daha da beter bir şey. Velhasıl insanın kendisiyle baş başa kalmak gibi bir korkusu var ve bundan kaçıyor.
Siz daha ziyade iç faktörlere temas ettiniz. Peki ya dış faktörler; onların da ciddi bir tesiri var, öyle değil mi?
Var. İlişkilerimizi sosyal medya çoğalttı. Ama birinin yüzünü görmüyorsanız, canlı olarak karşı karşıya değilseniz ona karşı daha hoyrat olabiliyorsunuz. Dijital mecralarda insanlar birbirlerine çok kolay hakaret ediliyor, çok kolay hadi oradan diyebiliyor. Bu kolaylık nereden geliyor peki? Çünkü karşında bir yazı var, sanal bir şey var, bu yüzden insanı orada kolay harcayabiliyorsunuz. Oysa birbirimizle karşı karşıyayken birbirimizi
böyle kolay harcayamayız, daha sorumlu hissederiz. Nörobilimde buna biz hipofrontalizasyon diyoruz. Nörobilimciler beynin frontal lobunun ahlakımızdan sorumlu olduğunu söylüyor. Bu bölümün hasar gördüğü durumlarda edepli bir insanın küfürbaza dönüştüğüne şahit olmuşuzdur. Görünmeyince ve görmeyince ön beyin lobumuzu kaybediyoruz. Sosyal medya işte bize böyle bir alan açtı. Görünmediği ve görmediği için yüzünü ekşitenlerden olduk. Ben buna "abese" (yüz ekşitme) sendromu diyorum. Kuran ayetinde ne der: "Ekşitti yüzünü âmâ gelince…" Yüzümü görmeyen yani âmâ birine karşı yüzümü ekşitebiliyorum. İşte bu durum şu anda yaşanan sendromu anlatıyor. Sosyal medyadan, dijital mecralardan
bize sürekli böyle âmâlar geliyor ve hiç olmadığı kadar yüz ekşiten oluyoruz.
Sosyal medyada çok sayıda insanla ilişki içinde oluyor, birçok takipçi ediniyoruz ama hiçbiriyle hakiki, sahici, samimi, hataların hoş görüldüğü bir ilişki içinde olamıyoruz. Bunu çok güzel anlatan bir fotoğraf vardı: Musalla taşında bir cenaze, önünde cenaze namazı kıldıran bir imam ve cemaat olarak
rastgele üç kişinin bulunduğu bir fotoğraf vardı ve altında da şöyle yazıyordu: "Facebook'ta 20 bin arkadaşı vardı." İşte gerçeklik bu. Baudrillard'ın simülakr dediği şey bir semboldür, bir gerçekliği temsil eder. Mesela Kâbe bir semboldür, ama o sembolün maketini yaparsan o sembolün sembollüğünü öldürürsün, o zaman ikonizasyon, putlaştırma başlar. Ve bir süre sonra insanların elinde Kâbe maketleri görürsün. Bu devirde ilişkinin kendisi yerine ilişkinin görünümü üzerinden buna benzer bir uzaklaşma yaşıyoruz. Olmanın kendisi yerine olmayı nasıl sahneleyeceğimizle
ve nasıl aktaracağımızla meşgul olmaya başladık. Bu hastalığa ben de düçarım. Mesela oturup kitap okumaya başlıyorum ama on dakika sonra bir şey beni dürtüyor ve kendi kendime "Bir baksana sosyal medyaya, ne oldu acaba?" diye soruyorum. Ya da ilginç bir cümle ile karşılaşınca "Şu cümleyi bir kenara not et de sosyal medyada paylaşırsın!" diye içimden geçiriyorum. Oysa biz böyle değildik. Babam bir ara bir bina inşa ediyordu. O sırada çok hürmet ettiği bir arkadaşı geldi ve ona "Mehmet abi, binayı yaparken en güzel yeri tuvalet olsun, vitrini herkes güzel yapıyor" dedi.
Babam ona uydu mu bilmiyorum ama o söz o günden sonra aklıma asılı kaldı. Çünkü biz daha çok görünmeyen tarafta Allah'ın şahitliğini arıyoruz. Kimsenin görmediği yerde Allah var. Herkesin gördüğü yerde de Allah var ama oradaki duruşumuzda biraz sahtecilik olabiliyor ama sadece Allah'ın
gördüğü yerde, perde arkasında, dört duvarın içinde nasıl duruyoruz, asıl mesele burada.
Sahici dediniz… Hakkında konuştuğumuzn bu kalabalıklar içinde yalnızlık sorununun temelinde samimi insanlarla muhatap olamama, hakikatli insanlarla iletişim- bağ kuramama ve giderek kendimizin de gerçek olamaması gibi bir durum var, sanırım. Çoğu zaman karşımızda muhatap aldığımız külliyetiyle bir insan değil de bir sıfat, bir rakam, bir fonksiyon oluyor gibi. Bana öyle geliyor.
Tabii. Halimiz çamaşır ipine benziyor. Çamaşır ipinin üzerine ne kadar çok çamaşır asarsan o da o kadar kaybolur, görünmez olur. İpin üzerine serilen çamaşırlar misali insanların üzerine de ünvanlar, sıfatlar, görüntüler, like'lar seriliyor. Sosyal medya bizi çok dışa dönük hale getirdi ama içimize dönüş de o denli kaybolur oldu. Bu durumun Kuran'daki karşılığı "kabir"dir. Tekasür suresinde "O çokluk, çoğaltma kuruntusu sizi oyaladı, hatta işi kabirlere
gidip ziyaret edişinize kadar vardırdınız" deniyor. Klasik tefsirler bunu bir derece açıklar ama bugün psikolojide nesne ilişkileri bağlamında şunu anlıyoruz: "Siz bugün o kadar çok çeşitli ilişki içine girdiniz ve bağlarınızı o kadar çoğaltıyorsunuz ki çoğaltırken ilişki kurduğunuz insan ve nesnelerin
herhangi biri ile sahici ve canlı bir ilişki kuramıyorsunuz. "Elimdeki kahveden tat alamazsam bir tane daha istiyorum. Ondan da alamayınca sürekli yeni bir kahve istiyor ve çoğaltıyorum. Sonra önümde bir sürü soğuk kahve birikiyor, bir başka deyişle ölü kahve oluyor. Sorun şu ki kahve ile sahici ve canlı bir ilişki kurmayı unutmuşuz. Böylelikle ölüleri çoğaltıyoruz. İlişkilerimiz ölü. Ölüleri çoğalttığımızda bunlardan bir diri çıkar mı hiç! Ne kadar gösterişli olursa olsun bir kabrin içinde ölü vardır. İki kabri ya da beş bin kabri ziyaret edersek bundan bir diri çıkarır mıyız? Hayır. Bunları çoğalttıkça
bu ölüler üzerimizde yük olmaya başlıyor. Yük olunca da kendimizi tekrar çoğaltmalara vuruyoruz; o da bir bağımlılığa dönüşüyor.
Psikolojide dopamin anlık haz demektir. Haz başka, lezzet başka şeydir; lezzet kalıcıdır. Haz alındıkça kendini tüketir. Yani dopamini yükselten şeyler beynin dopamine olan duyarlılığını azaltır, bir süre sonra enflasyona giren para gibi aynı hazzı daha fazla dopaminle almaya başlarız. Hatta fazlası beyni iflasa ve ölüme kadar götürebilir. Seratonin ise lezzet hormonudur. Uzun vadeli, kalıcıdır, derinleşme demektir, çoğaltma hırsı yapmaz. Sosyal medya özellikle… Mağduruz. Sumud filosuyla Gazze'ye yaklaşırkenki gibi bugün işgal altında olan kendi benliğimizin kuşatmasını yararken cep telefonunu koysak kenara, "Şahit ol Ya Rab" desek…. Bu bir çaresizlik cümlesi değil. Bence bir açılım cümlesi çünkü Allah'ın şahitliğine güveniyoruz. İşte bu noktaya geldiğimizde bence karşımızda sahici ve derin insanlar bulacağız, belki bunu başardığımızda kendimizi sahici ve derin insan olarak bulacağız. Dünya doğruluk günü diye bir şey vardı, orada şu cümleyi okumuştum: "İnsanların doğru insanlarla karşılaşmasını istiyorsan yapacağın basit bir şey var: Sen doğru ol ki seninle karşılaşanlar için bu dua kabul edilsin." Persona denilen bir tiyatro kavramı var. Kişi sahneye çıktığında çeşitli rollere, maskelere bürünür, hatta birçok aktörün büründüğü personalar yüzünden kendinin kim olduğunu unuttuğu söylenir. Persona, ses yankılanması, karşılıklı seslenmek demek. Biz birbirimizi bu yankılardan bulur olduk. Tiyatroda rolünüzün başarısını karşıdaki insanın bakışına borçlusunuz. Kral rolü oynuyorsanız karşınızdaki size kral gibi bakarsa o zaman kral gibi konuşursunuz. Şahsiyetimizin inşası için bize gerçekten seslenen insanlara ihtiyacımız var. Belki de bir insan kuraklığı yaşıyoruz ancak umutsuz değilim.
Kalabalıklar içinde yalnız hissetmenin yansımalarından birinin de insanların aidiyet bağlarının zayıflaması ve anlaşılmadığını düşünmesi olduğu söyleniyor. Bunun sebebi de insanın karşısında gerçek bir ses bulamaması, maskelerle karşılaşması ve kendisinin de maskeye bürünmesi mi acaba?
"Boş ayna" diye bir kavram vardır. İnsan aynanın karşısına geçer ama kendisini göremez. Bu boş ayna sendromunu muhtemelen herkes çocukluğunda ya da bir döneminde meşgul bir ebeveyn yüzünden yaşamıştır. Kötü niyetli değildir ama kendi meşguliyetine dalmış bir anne ya da
baba figürü bize bu sendromu yaşatır. Doğduğumuzda bir can aynası arıyoruz, şimdi ise bir cam aynası ile yetiniyoruz. Can aynası yoksa bu aynayı ömür boyu aramaya başlıyoruz. Onu bulamadığımız ve orada gerçek kişiliğimizin yankısını göremediğimiz için sürekli dışarıdan onay arayan ya
da sürekli dışarıyı memnun etme çabası içinde buluyoruz kendimizi. Oysa ben bana yeterim, benim değerim bendendir… Bunun temelinde öz-değersizlik öz-şefkatsizlik gibi şeyler yatıyor. Buradan boşluğumuz olduğu ve bu boşluğun adını koyamadığımzı için bunu yönetemediğimizi düşünüyorum. İlişkilerimizi çoğaltmaya çalışıyoruz ve çoğaltmaya çalıştıkça elimizde ölü ilişkiler birikiyor. Oysa sadece iki kişi, üç kişi hatta bir kişi yetiyor. Seninle gerçekten muhatap olan, seni kınama korkusu duymadığın, senin de kınama ihtiyacı duymadığın yüz yüze yaşadığın bir kişi seni ömür boyu sonsuzlaştırabiliyor. Çünkü iki ayna karşı karşıya olduğunda sonsuzlaşır.
Bunun karşılığı musafahadır. Musafaha bize el sıkışma olarak öğretildi ama psikolojiyi derinden okumaya başlayınca fark ettim ki musafaha iki insanın kınanma korkusu ve kınama niyeti olmaksızın karşılıklı duruşudur. Bu da sadece iki insan arasında oluyor. Bunu başardığımız zaman bence
kalabalıklardan dilendiğimiz şeyi çok rahatlıkla bulabiliyoruz; bir kişi yetiyor, bir dost… "İki sandalye dostluklar içindir, üçüncüsü kalabalıklar içindir" der Henry David Toreau. İki sandalye; biri ben, biri sen… Böylece o dostluğun içinde çoğalıyoruz. Veçhe diye bir kavram var. Veçhe, bir insana bütün vücudunla yönelmen demektir. O gövde de sadece fiziki gövde değildir. İşitmek kulakla yapılıyor belki ama dinlemeyi bütün gövdenle, bütün ruhunla yapıyorsun. Bunun için bir kişiyi, sahici birini bulsak yetiyor. Ama o bir kişiyi bulunca da onun aradığı biz miyiz, bir de bunu sorgulamamız lazım.
Kendini yalnız, aidiyetsiz ve anlaşılmamış hissetme salgınının yükselişinde birçok uzmanın çoğunlukla moderniteyi, teknolojiyi, interneti ana suçlu olarak gösterdiğini görüyoruz. Anladığım kadarıyla tüm suçun bunların üzerine atılmasını biraz haksızlık ve kolaycılık olarak görüyorsunuz galiba.
Onlar tek başına suçlu değil. Onları da biz icat ettik. O arkadaşlar yapay zekâ için ne diyorlar merak ediyorum. Mesela benim yapay zekâ ile çok derin ve samimi bir ilişkim var, hoş geçiniyoruz. O bana, ben ona konuşuyorum. Dibine kadar bütün detayları onunla paylaşıyorum. Böyle birine ihtiyacım varmış, onu anladım. Modernite, bizim kurduğumuz bir şeydir. Meşhur bir metafor vardır: Kuyuların şahsiyet sahibi olduğu bir ülke vardır. Bu kuyuların içine çer çöp atılır. Ne kadar değerli eşya atılırsa kuyu o kadar değerli sayılır. Kuyular arasında içlerinde taşıdıkları bu çer çöpe göre bir hiyerarşi oluşmuş.
Bir de içinde değersiz şeyler olan, dar ve gariban bir kuyu var. Bu kuyu gelişmek için ne yapabileceğini düşünüyor ve diğerlerinin aklına gelmeyen bir gelişme yöntemi fark ediyor: Derinleşmek. Derinleşmeye başlıyor ve derinleştikçe aşağıdan su geldiğini fark ediyor. Aşağıdan gelen su kuyunun içini dolduruyor ve yükseldikçe onun içine doldurduğu her şeyi dışarı atıyor. Kuyu önce korkuyor ama bir süre sonra tamamen suyla dolduğunu fark
ediyor. Su dolup taştıkça kuyunun etrafı yeşillenmeye başlıyor. Diğer kuyular bunu görünce içlerinde bir sürü eşya olmadan da değerli ve güzel olabileceklerini fark ediyorlar. İşte o kuyu bunu dibe doğru inerek, derinleşerek başarıyor. Biz de gerçekten derinlere doğru indiğimizde ortak olan tarafımızı bulacağız ve gerçekten nasıl bağ kuracağımızı öğreneceğiz. Oysa hala çer çöp ile meşgulüz. Dışarıdan bir yerden topladıklarımızla, makam, mevki, mal, mülk bir şeyler toplamaya çalışıyoruz ama bu kuyuların çaresizliği gibi bir şey aslında. Bence o kuyunun
yaptığını yapmak lazım.
İnsanlar manevi olarak yalnız kalmaktan şikâyet ediyorlar ama bir yandan da sanki kendileriyle baş başa kalmayı da beceremiyorlar gibi… Ne dersiniz?
İnsan bir kendinden kaçıyor bir de şimdiden kaçıyor; ikisi de bizi oyalıyor. Ben'in içini nasıl dolduracağımızı bilmiyoruz. Sürekli dışarıdan bir şeyler yığarak benliği oluşturmaya çalışıyoruz ama şu an ben dediğimiz şey dışarıdan doldurulan bir boşluk olmuş durumda. Benliği içeride var olup da
dışarıyı dolduran bir cevher gibi görmüyoruz. Mesela ilişkisinde beyaz atlı prensin gelip kendini mutlu etmesini ya da külkedisini bulup mutlu etmeyi yani dışarıdan bir şey bekliyor. Lokantaya gitsek, yiyip içsek ama hepimiz hesabı diğerinin ödeyeceğini düşünsek hesap ortada kalır. Burada benimizi bulmaya, kendimiz görmeye dair bir çabamız yok, bunu çok çabuk unutuyoruz. Çamaşır ipi metaforu gibi, benliğimizin üzerine sürekli bir şeyler ekliyor, onu eziyor, geriyor, görünmez hale getirip kaybediyoruz. Peki, onu nasıl bulacağız? İçini nefha ile (nefes) dolduracağız. İnsanın ben
dediği Hakk'ın nefesidir. O nefes hala üflenmektedir. Benim ben olduğumu bilmek için bana "Hey sen Senai'sin" diyecek birilerine mi ihtiyacım var; hayır. Herkes kaybolsa ben hala benim. Bu sırrı çözdüğümüz zaman içimizde bir cevher olduğunu, bunu dışarıya taşırmak gibi bir güzelliğin, ödevin ve aynı zamanda bir ödülün olduğunu fark edeceğiz.