SU İNSANİ BİR HAKTIR, SATILAMAZ

Yusuf Tosun 27 Ekim 2025, Pazartesi

Hayatın sırrını hiç düşündünüz mü? Gözle göremediğimiz moleküllerin içinde saklanan o büyük sırrı yani. Çünkü su, insan için yalnızca bir içecek değil, aynı zamanda yaratılışın özü, varoluşun taşıyıcısıdır. İçmekle o sırrı içselleştirmiş oluruz bir bakıma.


Su dolu bir ortamda hayat filizlenir, su ile iç içe bir yaşam serüveninden geçer, onunla hemhal olup sırdaşlaşır ve nihayetinde de suyla bezenmiş bir yurda intikal ederiz. Kur'an-ı Kerim'de; "İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Dileseydik onu tuzlu yapardık. O hâlde şükretmeli değil misiniz?" (Vakıa, 68–70) ayetiyle hatırlatılır bu büyük nimet. Yerküreden buharlaşarak gök yolculuğuna çıkan ve tekrar adeta doğal bir arıtmadan geçerek yer küreye dönen su... Ne acı-tuzlu, ne de tatlı… Ne sert, ne de yumuşak…

Yağmur suyu, yalnızca damla değil bereket, şifa ve hikmet taşır. Anne sütü gibi ak, pak ve de besleyicidir. O nedenle başka hiçbir sıvı, yağmur suyunun yerini tutamaz. Aynı zamanda içmek için de en sağlıklı su, yağmur suyudur. Bilimsel verilerle de desteklenir bu bakış: "Yağmur, kar ve dolu şeklindeki sular dünyadaki en kaliteli su kaynaklarıdır. İçlerinde milyonda 10 kısım kadar bir tuzluluk bulunur. Bu da tuzluluk ve acılığın yok denecek kadar az olduğunu gösterir." (Zekai Şen, Kur'an ve Su Bilimi) İbn-i Sina ise özellikle gök gürültülü bulutlardan inen yaz yağmurlarını "en iyi su" olarak
tanımlar. O nedenle kültürümüzde boşuna "rahmet" denmemiştir bu gökyüzü armağanına…

Savaş, göç, susuzluk: Gazze'den dünyaya

Dünyada yeniden savaşların ve çatışmaların alevlendiği böyle bir dönemde su daha hayati bir önem arz ediyor. Çünkü insanların sağlıklı yaşamı daha doğrusu yaşamın devamı için su önemlidir. Buna rağmen bugün dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan suya erişemiyor. Kimi bulunduğu coğrafyanın su kaynakları açısından fakir olması, kimi içinde yaşadığı sefalet, kimi göç, kimisi de yaşadığı savaşlar sebebiyle suya erişemiyor.
Yıllardır Afrika ülkelerinde yaşanan susuzluk ve buna bağlı yardım kuruluşlarının su kuyusu açma faaliyetleri bu durumun belirgin örneklerinden. Son yıllarda yaşanan bölgesel çatışmalarla birlikte yeryüzü coğrafyasında özellikle de Orta Doğu'da hareketli bir nüfus oluşmuş durumda. Bugün dünya üzerinde milyonlarca insan silahlı çatışma nedeniyle yerinden edildi. Bunların çok az bir kısmı sığınma kamplarında kalıyor. Geri kalanının çoğu ise şehir ve kasabalarda yaşıyor.

Mesela Suriye'de yakın zamana kadar insanlar bir taraftan savaştan kaçarken, bir taraftan da savaşla birlikte hayatlarını ikame etmeye gayret ediyorlardı. Yönetim değişimine rağmen hâlâ çatışmalar dinebilmiş değil. Geçmişte yaşanan bu çatışma ve savaşlar nedeniyle su kaynakları tahrip edildiği gibi, su ve atık su alt yapısı da işlemez hale gelmiş durumda. Haliyle suya erişebilirlik de çıkmaz bir sokağa doğru akıyor. Diğer sosyal yaralarla birlikte bütün bu eksiklerin tamamlanması uzun bir zaman alacağa benziyor. Bu süreçte Suriye iç savaşından kaçan yaklaşık beş milyon mülteci ise Türkiye'ye sığındı; önemli bir kısmı ise İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşam mücadelesi veriyor. Bu da zaten sınırlı olan kaynakların daha hızlı tüketilmesine neden oluyor. Dolayısıyla İstanbul gibi büyük şehirlerde suya erişim de her geçen gün zorlaşıyor.

Gazze'de ise durum çok daha dramatik… Bütün insanlığın gözü önünde aleni bir soykırım yaşanıyor. Öyle ki Gazze Endülüsleşme tehlikesi ile karşı karşıya!.. Katil İsrail'in uyguladığı ablukayla birlikte açlıkla birlikte suya erişim de neredeyse tamamen kesilmiş durumda. BM'nin dahi "insanlık
suçu" olarak tanımladığı bu durum karşısında dünya büyük ölçüde sessiz ve de ikiyüzlü! Oysa bu tür sistematik susuz bırakmalar açık bir insan hakkı ihlalidir. Bu soykırıma dur demek, bu ambargoyu kaldırtmak tüm dünya ülke ve insanlarının boynunun borcudur. Aksi durum suça ortaklıktır.

Su bir meta mı, hak mı?
Günümüzde yaşanan su krizinin temel nedenlerinden biride suyun metalaştırılmasıdır. İşin doğrusu bu durum sadece suda değil, diğer ürünlerde daha acımazsız bir hal aldı. Çünkü 21. yüzyılla birlikte her şeye madde ve de pazarlanabilir bir değeri olan meta olarak bakmaya başladı küresel sermaye. Mesela 1992 Dublin Konferansı'nda alınan kararla, su "ekonomik değeri olan bir mal" olarak kabul edildi. Bu karar, bireyin doğuştan hakkı olan suyu, satın alınması gereken bir ürün haline getirdi. Ardından özelleştirmeler başladı haliyle. Hâlihazırda dünya su piyasasının yüzde 70'ine hâkim olan SUEZ, VEOLIA, SAUR gibi küresel devler, suyu bir kâr aracına dönüştürmüş durumda maalesef.

İngiltere'nin Galler bölgesinde, Fransa'da, İspanya'da, Şili'de, Nijerya'da, ABD'de yaşanan suyun özelleştirme deneyimleri de göstermiştir ki; suyun salt ticari bir mantıkla mal olarak pazarlanması ve yönetilmesi insan hakkı ihlalidir. Bu uygulama neticesinde yığınlarca aile-insan su hakkından mahrum olduğu gibi uzun vadede su kaynakları yönetimi de başarısız olmuştur. Birçok bölgede halkın da desteğiyle bu uygulamalardan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. Türkiye'de ise su halen kamu eliyle sağlansa da su fiyatlarındaki artış, yaz mevsiminde birçok bölgede yaşanan su kesintileri, suya erişimde yaşanan sıkıntılar bu hizmetin fiilen metalaştığını gösteriyor.

Su hakkı; bireylerin temiz, güvenli, yeterli ve erişilebilir suya ulaşma hakkını ifade eder. İşin doğrusu 1948 İnsan Hakları Bildirgesi'nde su hakkı ile ilgili herhangi açık bir madde yer almıyor. Dolaylı olarak var olanlar da örtüktür. Ancak "temel su ihtiyaç" kavramı ilk defa 1977 yılında Arjantin Mar del
Plata kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Su Konferansı'nda gündeme alınabildi. Su Hakkı'na temel teşkil edebilecek esas belge ise 2002 yılında Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi'nin 15 No'lu Genel Yorumu ile uluslararası belgelerde yer aldığı söylenebilir.
Su yaşam hakkı ise ilk defa Birleşmiş Milletler'in 28 Temmuz 2010 tarihli Genel Kurulu'nda gündeme alınmış ve oy çoğunluğu ile su ve sanitasyon hakkı resmen tanınıp devletlere bu hakkı sağlama sorumluluğu yüklemiştir. (Maude Barlov, Su Hakkı)

Oysa insanın yaratılışından bu yana su, Allah'ın yaşam için insana bahşettiği temel bir haktır. Bu hakkın şimdiye kadar değişik kılıflar altında gasp edilmeye çalışılması bir insanlık suçudur. Her ne kadar Birleşmiş Milletler Kurulu'nda su temel bir hak olarak benimsense de bu durum sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Çünkü hâlâ binlerce insan suya erişim hakkından mahrum durumda.

Su hakkı kâğıt üzerinde kalıyor

Peki, bu sözde haklar neyin nesi oluyor ve de ne anlama geliyor?

En başta unutulmaması gereken; suyun tüm canlılar için hayati öneme sahip bir doğal kaynak olduğu hususudur. İnsan yaşamının sürdürülebilirliği için temiz ve erişilebilir su, vazgeçilmez bir kaynaktır. Bu nedenle suya erişim hakkı, insanoğlunun yaratılışından bugüne temel bir insani haktır. Ancak küresel su krizleri, iklim değişikliği, göç, savaşlar, kirlilik, adaletsiz kaynak kullanımı ve dolayısıyla su kaynaklarını hakkaniyetli yönetememe gibi nedenlerden dolayı bu hak fiilen ihlal edilmiş durumdadır. Üstelik bugün kamuda su fiyatları maliyetinin çok üzerindedir. Aynı şekilde serbest piyasada da sular çok fahiş fiyatlarla satılmaktadır. Bu da ayrıca bir insan hakkı ihlalidir ve buna dur denilmesi gerekir.

Oysa su hakkı, paradan bağımsız olarak kamu hizmeti marifetiyle sunulması gereken bireyin temel hakkıdır. Ne var ki, hâlâ birçok ülkede bu haklar kâğıt üzerinde kalıyor. Birçok yönüyle ülkemizde de durum bundan pek farklı değil. Bu nedenle acilen su hakkının Anayasa'ya eklenip bireyin su
hakkının güvence altına alınması gerekir. Bununla birlikte su hakkı kapsamında belediyelerce "su fiyatlarının maliyetinin üzerinde satılmaması ve asgari su miktarının ücretsiz verilmesi" ile "suyun içilebilir" hale getirilmesi hususunda gerekli çalışma ve düzenlemelerin yapılması önemlidir.

Serbest piyasada da sular çok fahiş fiyatlarla satılıyor. Mesela Coca-Cola, Pepsi, Danone ve Nestle gibi firmalar belirli işlemlerden geçirdikleri musluk sularını sadece ambalajlayıp fahiş fiyatlara satarak büyük kazançlar sağlıyorlar. Bu da bir insan hakkı ihlalidir ve buna da dur denilmesi gerekir. Bunun için de yerel yönetimlerin ve serbest piyasanın kamu marifetiyle daha sıkı bir şekilde denetime tabi tutulması ve bazı yasal düzenlemelerin getirilmesi gerekiyor.

2025'ten 2050'ye bir projeksiyon
2024 yılı iklim koşullarından en çok etkilenen, en kurak yıllardan biri oldu. 2025 yazı ise mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor. Öyle ki hem dünyada hem Türkiye'de tarım ve su seviyelerinde bu etki fazlasıyla hissedildi. Dünya Meteoroloji Örgütü (DMÖ), Birleşmiş Milletler'in meteoroloji
ajansı olarak yayınladığı "Küresel Su Kaynaklarının Durumu" başlıklı raporuna göre 2023 son 33 yılı en kurak yılı ve 2024 yılında ise son 53 yılın en sıcak yazı yaşandı. Rapora göre, 3,6 milyar insan yılda en az bir ay suya yetersiz erişim riski taşıyor ve bu sayının 2050'de 5 milyara ulaşması bekleniyor. Raporda ayrıca, Türkiye'de İç Anadolu, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz bölgelerinde bazı nehirlerin de akış debisi normalin altına indiği de belirtiliyor.

İşin doğrusu su krizi sadece bugünün değil, yarının da sorunu. 2030 yılına kadar küresel su talebinin yüzde 40 oranında artması bekleniyor. Bu durum, sanayileşme, bilinçsiz tüketim ve iklim değişikliğiyle birleştiğinde, ciddi bir tehlike barındırıyor. Buna karşın tatlı su kaynakları sınırlı ve yeryüzünde nüfusla doğru orantılı olarak dağılmamış olması en büyük sorun. Üstüne bir de son yıllarda yağış rejiminin değişmesi, sorunu daha da karmaşık hale getiriyor. Öyle ki; dünya nüfusunun üçte biri su yetersizliğinin yüzde 50'yi geçtiği havzalarda yaşamını sürdürüyor. Yine raporlara göre;
her yıl 3,5 milyon insan -ki bunun yarısı çocuklardan oluşuyor-su kaynaklı hastalıklardan hayatını kaybediyor, 2,5 milyar insan hâlâ temel sanitasyon hizmetlerinden yoksun. Geçen süre zarfında küçük çaplı sınırlı sayıda girişimin dışında suya yapılan yanlış müdahale ve yönlendirmeler ile
kifayetsiz yönetmeler neticesinde ise tatlı su kaynakları kullanılamaz hale gelip yetersizleşti. Hep sınırsız olacağı öngörüsüyle bol bol tüketilen, tahrip edilen, kirletilen su kaynakları küresel iklim değişikliğiyle birlikte daha içinden çıkılmaz bir hal aldı. Oysa bu tabloyu iyileştirmek elimizde ve bunun için hem uluslararası irade hem de yerel bilinç gerekiyor.

Sonuç olarak su, pazarlanabilir bir ürün değil, doğuştan gelen bir insani haktır. Bu hakkın Anayasal güvence altına alınıp yerel yönetimlerce hakkaniyetle uygulanması gerekir. Su yönetimi ne şirketlerin tekelinde olmalı ne de kâr amacı güden kamu politikalarına kurban edilmeli. Çünkü su; insan onurunun, sağlığın, barışın ve sosyal adaletin vazgeçilmezidir.

Devletler, bu hakkı güvence altına almakla yükümlüdür. Bu nedenle yetkililerin küresel ölçekte dillendirilen "su ayak izi" ve "karbon ayak izi" gibi rafine yöntemlere karşı temkinli yaklaşmaları gerekir. İklim yasası adı altında atılan imzaları da bu gözle değerlendirmekte fayda vardır.

Suya erişim, bir ayrıcalık değil; Yüce Yaratıcı'nın tüm insanlığa bahşettiği temel bir yaşam hakkıdır. Bu hakkın korunması, sadece bireyin değil, toplumun da geleceğidir.

Benzer Haberler

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.