İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ACİL MÜDAHALE GEREKTİREN BİR KRİZ
Dünyada ve ülkemizde iklimle ilgili kriz giderek ciddi bir hal alıyor. Öncelikle son zamanlarda daha fazla duymaya başladığımız "iklim değişikliği" kavramından ne anlamamız gerekiyor?
İklim değişikliği en basit tanımıyla, dünyanın ortalama sıcaklıklarının uzun vadeli artışı ve bunun sonucunda hava ve iklim sistemlerinde meydana gelen köklü değişikliklerdir. Elbette geçmişte iklim doğal süreçlerle de değişti; ancak bugün yaşadığımız değişimin temel nedeni, insan faaliyetleri sonucu atmosfere salınan sera gazlarıdır. Bu gazlar gezegenimizin ısısını adeta bir battaniye gibi hapsediyor, küresel sıcaklıkların hızla yükselmesine yol açıyor. Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) raporuna göre 2024 yılı, sanayi öncesine göre 1,55°C daha sıcak geçti ve kayıtlardaki en sıcak yıl oldu. Türkiye'de de 2024 ortalama sıcaklığı 15,6°C ile son 54 yılın rekorunu kırdı. Bu ısınma buzulların erimesi, deniz seviyesinin yükselmesi, kuraklık, seller, orman yangınları ve aşırı hava olaylarının artması gibi sonuçlar doğuruyor.
Birleşmiş Milletler ve WMO verileri, son 40 yılda iklim kaynaklı afetlerin sayısının iki katından fazla arttığını gösteriyor. 2000- 2019 döneminde 6 bin 681 iklim değişikliğinden kaynaklı afet yaşandı; özellikle sel ve fırtına olaylarında ciddi artış gözlendi. 2024 yılında dünya genelinde doğal afetlerin ekonomik maliyeti 320-368 milyar dolar civarında. Yalnızca 2024'te, dünya genelinde doğal afetler nedeniyle yaklaşık 11 bin kişi hayatını kaybetti ve bu ölümlerin yüzde 93'ü aşırı hava olaylarından kaynaklandı. İşte tam da bu nedenle artık yalnızca "iklim değişikliği" değil, "iklim krizi" diyoruz. Çünkü bu durum sadece çevresel bir mesele olmaktan çıktı; insan sağlığından ekonomiye, tarımdan gıda güvenliğine, göç hareketlerinden toplumsal istikrara kadar yaşamın her alanını tehdit eden, küresel ölçekte acil müdahale gerektiren bir kriz haline geldi.
İklim krizine yol açan ve bugün de devam eden süreçleri nasıl özetleyebiliriz? İklim krizi, esasen insan faaliyetlerinin doğaya bıraktığı ağır yükün bir sonucu. Fosil yakıtların yoğun kullanımı, ormansızlaşma, sanayileşme, aşırı tüketim ve yanlış tarım uygulamaları atmosferdeki sera gazı miktarını hızla artırdı. Bu gazlar, dünyanın ısısını hapseden bir battaniye gibi davranarak küresel sıcaklık artışına yol açıyor. Tek bir kırılma noktasından ziyade, Sanayi Devrimi'yle başlayan ve özellikle 20. yüzyılın ortasından itibaren hızlanan bir süreçten söz edebiliriz. 1950'lerden sonra enerji tüketimindeki patlama,kentleşme ve nüfus artışıyla birlikte doğa üzerindeki baskı katlanarak büyüdü. Bugün hâlâ fosil yakıtlara bağımlı üretim, kontrolsüz tüketim ve doğal ekosistemlerin tahribi bu krizi derinleştirmeye devam ediyor. IPCC ve BM raporları çok net bir uyarı yapıyor: Dünyada iklim krizini durdurmak için hâlâ bir fırsat penceresi var ama hızla da kapanıyor. Bu pencereyi açık tutmak için acil, kararlı ve sistematik topyekûn bir dönüşüme ihtiyaç var.
Günümüzde iklim krizinin oluşturduğu riskler hayatımıza nasıl yansıyor peki?
İklim krizi; aşırı sıcaklık dalgaları, kuraklık, seller ve orman yangınları gibi afetlerin hem sıklığını hem de şiddetini artırıyor. Bu durum, tarımsal üretimi düşürerek gıda güvenliğini tehdit ediyor, su kaynaklarını azaltıyor ve ekosistemleri çökme noktasına getiriyor. Artan sıcaklıklar ve düzensiz yağışlar, tarımsal verimliliği daha da düşürerek gıda üretiminde dalgalanmalara ve güvensizliğe yol açıyor. Deniz seviyesinin yükselmesi kıyı bölgelerini risk altına sokarken, biyoçeşitliliğin kaybı doğal dengeleri geri dönüşsüz biçimde bozuyor. İnsan sağlığı; hava kirliliği, salgın hastalıkların yayılması ve yaşam alanlarının kaybı gibi etkilerle doğrudan tehlikeye giriyor. Bunun yanı sıra iklim kaynaklı göç hareketleri sosyal gerilimleri artırıyor ve uluslararası güvenlik risklerini beraberinde getiriyor. Kısacası, iklim krizi yalnızca çevresel değil; insan yaşamını, toplumsal düzeni ve doğal sistemleri çok yönlü biçimde tehdit eden küresel bir kriz. Hem insan uygarlığının temellerini hem de gezegenin yaşam destek sistemlerini tehlikeye atıyor.
Tüm bu olası krizlere karşı şehirlerde ne gibi iyileştirmeler yapılmalı? Sizce ülkece bu konuda yeterince bilinçli miyiz?
Şehirler, nüfusun, ekonomik faaliyetlerin ve altyapının en yoğun olduğu yerleşimler oldukları için iklim krizinin etkilerine karşı en kırılgan alanlar arasında yer alıyor. Aşırı sıcak hava dalgaları, ani ve şiddetli yağışlar, sel ve taşkınlar, fırtınalar, hava kirliliği, orman yangınları ve "kentsel ısı adası" etkisi gibi riskler, kentlerde hem yaşam kalitesini düşürüyor hem de ciddi ekonomik kayıplara yol açıyor. Dolayısıyla şehirlerimizi dirençli hale getirmek; sadece afet anında zararı azaltmak değil, altyapıyı, ekonomiyi, sosyal yapıyı ve çevreyi birlikte güçlendirmek anlamına geliyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanımız Murat Kurum, şehirlerimizin dirençli hale gelmesinin öncelikli olması konusunda ayrıca bir hassasiyete sahip. İklim değişikliğinden kaynaklı krizlerin şehirlerimizi olumsuz yönde etkilememesi için alınması gereken önlemler noktasında hem yerel iklim eylem planları hem de ulusal anlamda sürdürülen politikalar konusunda devam eden çalışmalara da öncülük ediyor.
Hazırladığımız İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı (İDUSEP), bu konuda bütüncül bir çerçeve sunuyor. Öncelikle her ilin kendi iklim risklerini bilimsel veriler ışığında belirlemesi ve buna özel uyum tedbirleri geliştirmesi hedefleniyor. Örneğin; sel ve taşkın riskine karşı yağmur suyu yönetim sistemlerinin güçlendirilmesi, geçirimsiz yüzeylerin azaltılması ve parklar, yeşil çatılar, dikey bahçeler gibi yeşil altyapı uygulamalarının yaygınlaştırılması büyük önem taşıyor. Aşırı sıcaklıkların etkilerini hafifletmek için yeşil alanların ve gölgelik sistemlerin artırılması, doğal hava akışını destekleyen kentsel tasarım çözümlerinin uygulanması da yine kritik adımlar arasında. Bunun yanında ulaşım, enerji ve su sistemleri gibi kritik altyapının kesinti riskine karşı dayanıklı hale getirilmesi, afet anında hizmetlerin sürekliliği açısından hayati. Erken uyarı sistemleri, güvenli toplanma alanları, kriz anı iletişim mekanizmaları ve afet yönetim kapasitesinin güçlendirilmesi de İDUSEP'in öncelikleri arasında.
Türkiye olarak yerel düzeyde iş birliğine özel önem veriyoruz. Şu anda dört pilot il için İklim Değişikliğine Uyum Stratejisi ve Eylem Planları tamamlandı, altı ilde ise çalışmalar sürüyor. İklim Kanunu ile her ile hazırlanması zorunlu hale getirilen ve yakında yürürlüğe girecek Yerel İklim Değişikliği Eylem Planı (YİDEP) Yönetmeliği ile 81 ilimizin tamamı için yerel eylem planları hazırlanması zorunlu hale gelecek. Her şehrin kendi risk profiline ve kırılganlık düzeyine uygun, bilim temelli çözümler geliştirmesi için kapsamlı bir teknik rehber de belediyelerimizin kullanımına sunulacak. Ancak teknik çözümler tek başına yeterli değil. Bir şehri dirençli yapan, sadece binaların ve altyapının sağlamlığı değil; halkının bilinç düzeyi ve kriz anında doğru adımları atabilme kapasitesidir. Bu nedenle toplumun her kesiminin sürece aktif katılımı, farkındalık kampanyaları, eğitim çalışmaları ve katılımcı planlama süreçleri hayati öneme sahiptir. Kısacası, iklim krizine karşı dirençli şehirler inşa etmek hem bugünkü yaşam kalitemizi korumak hem de gelecek kuşaklara güvenli, yaşanabilir kentler bırakmak için ortak sorumluluğumuzdur.
Farklı ülkelerin iklim krizine karşı uygulamalarını sık sık medyada duyuyoruz. Bugün küresel iklim krizine karşı mücadelede ülkeler neler yapıyor?
İklim değişikliğiyle mücadele, temelde iki ana kulvarda yürütülüyor: Azaltım (mitigation) ve uyum (adaptation). Azaltım, sera gazı emisyonlarının azaltılmasını hedeflerken; uyum, kaçınılmaz iklim etkilerine karşı toplumların, ekonomilerin ve ekosistemlerin dayanıklılığını artırmayı amaçlıyor. Etkin bir iklim mücadelesi, bu iki yaklaşımın dengeli biçimde hayata geçirilmesini gerektiriyor. Küresel ölçekte, Paris Anlaşması mücadelenin en önemli çerçevesini oluşturuyor. Anlaşmanın temel hedefi, küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi döneme kıyasla 2°C'nin oldukça altında, tercihen 1,5°C ile sınırlamak. Bu kapsamda ülkeler, "ulusal katkı beyanları" (NDC) sunarak emisyon azaltım hedeflerini belirliyor ve zaman içinde daha iddialı hedefler ortaya koyuyor.
Avrupa Birliği, 2050'de iklim nötr olma hedefiyle Yeşil Mutabakat çerçevesinde enerji, ulaşım, sanayi ve tarımda dönüşümü başlattı. ABD, 2030'a kadar emisyonlarını yarıya indirmeyi, yenilenebilir enerji yatırımlarını hızla artırmayı ve uluslararası iklim finansmanını yükseltmeyi hedefliyor. Ancak yeni hükümet bu hedefin arkasında durur mu, hep beraber gözlemleyeceğiz. Çin, 2060'ta karbon nötr olmayı amaçlıyor; yenilenebilir enerji kapasitesinde dünya lideri ve emisyon yoğunluğunu azaltmak için kapsamlı politikalar uyguluyor. Ancak Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporları, mevcut taahhütlerin 1,5°C hedefini tutturmak için hâlâ yetersiz olduğunu gösteriyor.
Türkiye, 2021'de Paris Anlaşması'nı onayladı ve 2053 Net Sıfır Emisyon hedefini ilan etti. 2023'te güncellediği Ulusal Katkı Beyanı ile 2030'a kadar referans senaryoya göre yüzde 41 emisyon azaltımı taahhüt etti. Bu süreçte hayata bazı uygulamaları da geçirdi: 2024-2030 yıllarını kapsayan İklim Değişikliği Azaltım ve Uyum Strateji ve Eylem Planları, 2053 Uzun Dönemli İklim Stratejisi, Türkiye Karbon Denkleştirme Sistemi, Emisyon Ticaret Sistemi, Türkiye Yeşil Taksonomisi çalışmaları ve genel çerçevede yasal zemin sunan İklim Kanunu'nu sayabiliriz. İklim Kanunu'nun yayımlanmasıyla birlikte hem azaltım hem uyum alanlarında kapsamlı ve bağlayıcı bir çerçeve ortaya konuldu. Ayrıca Uzun Dönemli İklim Stratejisi ile ülkemizin düşük karbonlu kalkınma yol haritasını net bir şekilde tanımladık. Bu strateji, ülkemizin 2053 Net Sıfır Emisyon ve Yeşil Kalkınma hedefine ulaşmasında kritik bir rol üstleniyor.
İklim değişikliğiyle mücadelede geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğimize dair dünyada genel bir endişe hali var. Gerçekten geç kalındığı doğru mu?
İklim değişikliğiyle mücadelede küresel ölçekte geç kalındığı yönündeki endişeler olsa da bilimsel veriler hâlâ önemli kazanımların mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak geç kalınmış olunması, hiçbir şeyin değişmeyeceği anlamına gelmiyor. Bilim insanları açıkça şunu söylüyor: Hızlı ve kapsamlı emisyon azaltımı ile güçlü uyum tedbirleri birlikte uygulanırsa, iklim değişikliğinin en yıkıcı sonuçlarını önlemek, ekosistemlerin önemli bir kısmını korumak ve toplumların dayanıklılığını artırmak hâlâ mümkün. Evet, Paris Anlaşması'nın 1,5°C hedefi ulaşılabilir, fakat bu on yıl "karar ve eylem on yılı" olmak zorunda. Yenilenebilir enerji yatırımları, enerji verimliliği uygulamaları, doğa temelli çözümler ve sürdürülebilir ulaşım sistemleri hem sera gazı emisyonlarını azaltır hem de istihdam yaratır, enerji maliyetlerini düşürür ve hava kalitesini iyileştirir. Uyum tedbirleri sayesinde şehirlerimiz, tarım alanlarımız ve ekosistemlerimiz iklim etkilerine karşı daha dirençli hale gelir; gıda ve su güvenliği güçlenir, afet riskleri azalır.
Türkiye özelinde de ciddi adımlar attığımız bir gerçek. Yenilenebilir enerji kapasitesinin hızla artması, sanayide düşük karbon teknolojilerinin yaygınlaşması, tarım ve ormancılıkta yutak alanların güçlendirilmesi hem emisyonları azaltıyor hem de uyum kapasitemizi artırıyor. Bu dönüşüm, iklim krizinin yıkıcı etkilerini sınırlamanın ötesinde; enerji güvenliği, ekonomik kalkınma ve toplumsal refah açısından da uzun vadeli faydalar sağlıyor. Kısacası, zaman daralıyor ama fırsat penceresi hâlâ açık. Küresel ölçekte, kararlı, adil ve kapsayıcı bir dönüşümle hem gezegenimizin iklim dengesini koruyabilir hem de daha sağlıklı, sürdürülebilir ve dirençli bir gelecek inşa edebiliriz.
Diğer yandan Sıfır Atık çalışmaları artıyor. Bunların ne gibi katkısı olabilir?
Sürdürülebilirlik sadece çevreyi korumak değil; sosyal ve ekonomik boyutlarıyla birlikte uzun vadeli yaşam kalitesini güvence altına almak demek. Bu bağlamda, Sayın Emine Erdoğan Hanımefendi'nin himayelerinde Türkiye'de 2017'de başlatılan Sıfır Atık Projesi önemli bir örnek oluşturuyor. Sıfır Atık projesi ile bugüne kadar; 74,5 milyon ton geri dönüştürülebilir atık ekonomiye kazandırıldı. 256 milyar TL ekonomik kazanç sağlandı. 553 milyon ağacın kesilmesi önlendi. Yaklaşık 150 milyon ton sera gazı salımı engellendi. 40 milyon hanenin yıllık elektrik tüketimine eşdeğer enerji tasarrufu ve Türkiye'deki tüm araçların yıllık yakıt tüketimine eşdeğer petrol tasarrufu sağlandı. Kısacası, Sürdürülebilirlik ve Sıfır Atık yalnızca popüler kavramlar değil; geleceğimizin teminatı. Her bireyin kaynak kullanımında sorumlu davranması, tüketim alışkanlıklarını gözden geçirmesi ve çevresini bilinçlendirmesi, iklim değişikliğiyle mücadelede kritik öneme sahip. Unutmayalım, küçük adımlar toplandığında büyük dönüşümler yaratır.
İklim Değişikliği Başkanlığı nasıl kuruldu peki?
İklim Değişikliği Başkanlığı'nın kurulması, bir tercihten ziyade ülkemiz için bir zorunluluktu. Bu Kurum Türkiye'nin iklim değişikliği ile mücadelesinde kurumsal kapasitesini güçlendirmek, politika ve strateji belgelerini tek çatı altında toplamak ve ulusal ile uluslararası çalışmaları etkin bir şekilde koordine etmek amacıyla hayata geçirildi. Ülkemizin Paris Anlaşması'na taraf olması ve 2053 Net Sıfır Emisyon ve Yeşil Kalkınma hedeflerimizin açıklanmasından sonra hem uluslararası müzakerelerde ülkemizi güçlü bir şekilde temsil edebilmek hem de ulusal düzeyde bütüncül ve uyumlu politikalar geliştirebilmek için böyle bir kurumsal yapıya ihtiyaç vardı. Başkanlığımızın temel görevi iklim değişikliğinin etkilerini azaltmaya ve uyum sağlamaya yönelik politika, strateji ve eylem planlarını hazırlamak, ilgili kurumlarla koordinasyonu sağlamak ve uygulamaların takibini yapmak ve ülkemiz adına iklim konularında uluslararası müzakereleri yürütmek. Bu kapsamda sera gazı emisyonlarının izlenmesi ve raporlanmasından karbon fiyatlandırma mekanizmalarının geliştirilmesine; uyum stratejilerinin hayata geçirilmesinden ulusal ve uluslararası fonların etkin kullanımına kadar geniş bir sorumluluk alanımız bulunuyor.
Bildiğiniz üzere, Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından açıklanan Ülkemizin 2053 Net Sıfır Emisyon ve Yeşil Kalkınma hedefi, ülkemizin düşük karbonlu kalkınma yolculuğunda tarihi bir dönüm noktası olmuştur. İklim Değişikliği Başkanlığımız; ülkemizde iklim politikalarının bilim temelli, uyumlu ve bütüncül bir yaklaşımla yürütülmesi için kritik bir ihtiyaç olarak doğdu ve çalışmalarımızı stratejik bir vizyonla sürdürüyoruz. Bu kapsamda çalışmalarımızdan biraz özetleyeyim: 2023 Nisan ayında Ülkemizin Güncellenmiş Birinci Ulusal Katkı Beyanı'nı, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne sunduk. 2030 yılına yönelik emisyon azaltım hedefimizi, referans senaryoya göre yüzde 21'den yüzde 41'e çıkardık. Ülkemizin 2053 Uzun Dönemli İklim Stratejisi'ni yayımladık ve İki Yıllık Şeffaflık Raporu'muzu zamanında tamamladık. Ülkemizin 2024- 2030 yıllarını kapsayan İklim Değişikliği Azaltım ve Uyum Stratejileri ile Eylem Planlarını hazırladık. Ülkemizin Ulusal Yeşil Taksonomisini hazırlıyoruz. Yine Ülkemizde Emisyon Ticaret Sistemi kurulmasına yönelik çalışmalarımız devam ediyor. Ülkemizin 2100 yılına kadar 'İklim Projeksiyonları'nı oluşturuyoruz. Gelecek nesillerimizin daha güvenli ve yaşanabilir bir dünyada büyüyebilmesi için İklim Kanunu'nu hayata geçirdik. Yeşil İklim Fonu gibi mekanizmalardan daha fazla finansman sağlanması için etkin bir müzakere yürütüyoruz.