AİLE YOK OLURSA, İNSAN DA YOK OLUR
Ailenin korunmasını -sizin tabirinizle- neden bir milli güvenlik meselesi olarak görmeliyiz?
Aile varoluşsal bir konu her şeyden önce. Toplumu, ülkeyi, gezegeni, evreni hayatta tutan, can veren en küçük sosyal yapı. İnsan kendi kimliğini, değerlerini, geleceğini, hikayesini, sevgisini, duygusunu aile içinde inşa etmeye başlar. Aile insana biçim veren en dipteki koruyucu kabuktur. Bu kabuk sıyrıldığı anda insanın vay haline! İnsanı koruyan, kollayan, var eden "aile" mefhum olarak elbette yok olamaz. Aile yok olduğunda
insan varlık olarak, tür olarak tehlike altında demektir. Fakat aileye verilen önem ve değerin zayıflaması karşısında sorumluluk sahibi bireylerin, ülkeleri yönetenlerin endişe ve kaygı duyması bu anlamda hayati önem taşıyor. Çünkü aile sadece bir kurum değil, insanlığın ortak mirasıdır. Aile olmadan insanın bedenen ve ruhen sağlıklı bir yaşam alanı oluşturması imkânsız. Dünya tarihi, biyoloji, sosyoloji, psikoloji hep aile ekseninde yaşananları anlatır. Sağlıklı bir aile sağlıklı bir toplumun sigortasıdır. Hal böyleyken bu yapıyı bozmaya çalışan, itibarını yok eden her girişim insanı
yok olmanın kıyısına iter.
Bugün aileye yönelik her saldırı, doğrudan insanın ontolojik bütünlüğüne yöneliktir. Bu saldırılar temelde toplumları, ülkeleri tehdit eder. Kültürümüz, yaşam tarzımız, davranışlarımız ancak aile içinde oluşur. Bu yapı olmadan insanı bir kimlik, bir kültür taşıyıcısı olarak tanımlamak zorlaşır. Aile insanla birlikte var olacak bir çatı kurum. Aile güven demek, birbirinden emin olmak demek, saygı demek; devamlılık, süreklilik demek. Bizi, bizden önceki ve bizden sonraki insanlığa bağlayan halka demek. Aile geçmişle gelecek arasında yürüyen insanın evidir. Bu nedenle ailenin yokluğu sadece ülkelerin değil insanın yok oluşudur bana göre… Ailenin yok oluşu "insan"ın anlam kaybetmesidir.
Peki, bugün hangi risklerden korumamız gerekiyor bu kurumu?
Her şeyden önce biyolojik ve tıbbi gelişmeler, üreme sağlığı, insanın cinsiyet olarak kendini yeniden yapılandırma isteği, aile olmadan insanın var olabileceğine yönelik iddialar giderek artıyor. Aldoux Huxley'in bilimkurgu romanı Cesur Yeni Dünya'daki gibi tüplerde, çiftlikte bir yumurta gibi üretilen insanların dünyasına doğru bir gidiş, belki de teknoloji sayesinde mümkün hale gelecek. Bu noktada insanı kader ve tasarım arasında bırakan teknolojik gelişmeleri aşırı yüceltmeyi çok destekleyen birisi değilim. Teknoloji ve bilim, günümüzün kapitalist anlayışının şeklini almış durumda. Daha fazla dünyevileşme, insanın bir meta haline getirilmesi, insanın fıtratından gelen soruları ve hayatına anlam katan her şeyi metamorf hale getirecek. İnsanı değiştiren şeyler elbette aileyi de etkileyecek. Geniş aile yerini nasıl çekirdek aileye bıraktıysa çekirdek aile de yerini tek ebeveynlere ve tek başına yaşayan insanlara bırakacağa benziyor.
Ancak cinsiyetsizleştirme politikaları, insanın devamlılığını tehdit ediyor. Eşcinsel evliliklerin onayı, insanın meta haline gelmesi, üretilen bir varlığa dönüştürülmesi, yaşanan anlam kaybı sadece ailenin değil insanın da yok olması demek. Aile, toplum ve devletin taşıyıcısı olmanın ötesinde insanın taşıyıcısıdır. Korunacak şey değerler… Kültürümüzü, yaşam biçimimizi, birbirimize olan sevgimizi, saygımızı ve inançlarımızı koruyacağız. İnsan bir fabrikanın ürettiği bir eşya değildir. Aileyle anlam bulur, hayat bulur, büyür, serpilir, gelişir. Aileyi yok etmek insanı yok eder. Bu nedenle aile, insanı var etmenin, yaşatmanın, varoluşuna anlam katmanın en büyük aracıdır. Ailenin yokluğu insanlık için mutlak bir yokluktur.
Günümüzde aileye, kadın/erkek rollerine ve çocuğa bakışın biraz değiştiğini; bir yandan geleneğin bir yandan da modernitenin arasında kalan ailenin dönüştüğü yönünde çalışmalara rastlıyoruz. Günümüzde aile algısı nereye doğru evrildi?
Aileyi dönüştüren, üretim ve tüketim ilişkilerindeki değişim. Sanayileşme, köyden kente göç, aydınlanma felsefesi, birey kimliğini, aile ve toplumun parçası olma asabiyeden daha çok öne çıkardı. Ekonomik, siyaset, felsefe hepsindeki değişim elbette aileyi etkiledi. Ama insanın bir anne ve babadan doğmasını, kardeş olmayı, akrabalığı yok edemez. Sperm bankaları, süt bankaları, taşıyıcı annelik, tüp bebek, kadınların çalışma hayatına girmesi, evlerin küçülmesi, mimaride değişim gibi biyo- genetik, teknolojik, sosyolojik pek çok değişim aile kurumunu sarsıyor. Yeni ve farklı aile tanımları gündeme geliyor. Bugün aileye dair yürütülen tartışmalar, yalnızca sosyolojik bir yapının dönüşümü değil, insanın kendini algılayış biçiminin de kırılma noktasıdır. Aileyi reddeden ya da işlevsizleştiren her kurgu, insanı bağsız, yönsüz ve sorumsuz bir varlık hâline getirir. Oysa insan, ilişkilerle biçimlenen, kökleriyle var olan bir canlıdır. Aile sadece bir geçmiş değil, aynı zamanda bir gelecek vaadidir. Aileden vazgeçmek hem hafızamızdan hem istikbalimizden feragat etmektir. Tüm mesele: İnsan haz peşinde koşan, sadece kendi bireysel mutluluğunu taşıyan bir varlık mıdır? İnsan ailesiz, paylaşımsız, yalnız başına mutlu olabilir mi? İnsanı ıssızlaştırmak, insana iyi gelen bir şey midir? Aile yoksunluğunun yerini ne dolduracak?
Bu sorular, bugünkü insanın en girift,en çözümsüz hâlini özetliyor. Küreselleşme kültürlerarası değil, Batı merkezli kültürü dünyaya enjekte etti. Batı toplumunun değerleri, sorunları dünyanın başka yerindeki insanların da sorunları hâline getiriliyor. Filmler ve sosyal medya, bu Batı merkezli dünyanın kültürel ve yaşam tarzı üzerinden hegemonyasının en büyük aracı. Küresel anlatılar insanı bireyleştirirken köksüzleştiriyor, aileden koparıyor.
Sosyal medyada aile algısı negatif şekillenmeye başladı. Sosyal medyanın algıyı değiştirmedeki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
İyi aile örneklerini öne çıkarmak, aile dayanışmasını anlatmakla oluyor. Kötü örnekler daha çok ilgi görüyor. Kötülük haber olarak daha hızlı yayılıyor. Diğer taraftan aile içi istismarlar ailenin suçu olarak sunuluyor, aile şeytanlaştırılıyor, böyle de çarpık bir bakış var artık. Oysa aile yalnızca krizlerin, çöküşlerin mekânı değil; aynı zamanda sevginin, sadakatin ve iyileştirici bağların da evidir. Birbirine sırtını yaslayan insanların hikâyeleri, hayatın gerçek umut kaynaklarıdır. Medya ve kültürel üretim araçları, sadece çürüyen yapıları değil; ayakta kalanları, birbirine tutunanları, zorluklara birlikte direnenleri de görünür kılmalıdır. Çünkü iyi örnekler, sadece umut vermekle kalmaz; toplumun duygusal belleğini de onarır. Ailenin güvenlikli, koruyucu kollayıcı tarafları arka plana itiliyor. Bu akıma su taşımamak iyi örnekleri haberleştirmek yazmak gerekiyor. Evlilikleri teşvik etmek. Ben merkezli bencil hayatları değil fedakâr hayatları anlatmak gerekiyor.
Zaman içinde ailenin tek değişmeyen yönü şefkat ve sevgi merkezi olması. İnsan ruhu bunu arar illa ki herkes ailesini bulacak… Çünkü insan, teknolojik değişimlerin ortasında bile en çok anlaşılmaya, kabul görmeye, sevilmeye ihtiyaç duyar. Aile bu ihtiyaçların karşılandığı bir sığınaktır. Roller, yapılar, yaşam biçimleri değişse de insanın ruhsal ve duygusal ihtiyaçları aynı kalır. Aile bu ihtiyaçların yankı bulduğu bir yankı odası gibidir; orada kimliğimiz, aidiyetimiz ve değerlerimiz anlam kazanır. Zamana direnen de işte bu duygusal çekirdektir.
Tüm bu değişimler içinde öncelikle kadın ve erkeğe bakış açısının doğru bir algıyla şekillenmesi gerekiyor değil mi?
İnsan olmadan kâinat olmaz, hayat olmaz! Doğum oranları giderek düşüyor, yaşlı nüfus artıyor. Toplumlarda gelişme oranı arttıkça doğum oranı azalıyor. Ülkeler sanayilerini, gündelik işlerini sürdürebilmek için Hindistan, Uzakdoğu Asya gibi bölgelerden ithal işçi getirmeyi projelendiriyorlar. Japonya, nüfus eğrisi en çok aşağıya inen ülkelerin başında geliyor. 2075'te tek bir çocuğun doğmayacağı hesap ediliyor. Normal bakım hizmetlerini kendi ülkenizden, kendi kültürünüzden insanlardan bile alamıyorsunuz. Yaşlılara bakmak için fakir ülkelerden insan ithal ediliyor. Göçmenlere karşı politikaları ile bilinen, ırkçılığın yükseldiği Avrupa ülkelerinden biri olan Danimarka'da bile yaşlı bakımı için Somali'den bakıcı getiriliyor. Böyle bir merkezde bir projeyi yerinde görme ve çekme imkânı bulmuştum. Somalili bakıcılarla yaşlı Danimarkalılar arasında dil ve iletişim sorunu giderilmeye çalışılıyordu.
Tuhaf ve giderek artan bir yalnızlık hâli Avrupa'yı sarmış durumda. Yaşlılar, çocuklarını randevuyla senede bir veya iki gün görebildiklerine şükrediyorlar. İnsanlar birbiriyle daha çok iletişim kursun diye şehir mimarisinde yeni tasarımlar geliştiriliyor. Sosyalleşme bir toplumsal ödev gibi ya da puan almak, performans için yapılıyor. Herkes yalnız, herkes yabancı… Giderek insansızlaşan bir dünyada yapay zekâ bir umut hâlini aldı. Yaşlı bakımı yapacak robotlar imal ediliyor. Elbette sorun sadece yaşlılar değil, bir aileyi oluşturan tüm roller değişiyor. İnsanın kaderini ve kendi bedenini yeniden imal etme, bir tür bedenini makine gibi görerek parçalarını değiştirme, cinsiyet değiştirme hevesi; insanı, aileyi ve toplumları bambaşka bir yere götürüyor. Nesillerin devamı tehlikeye giriyor. Bunun karşısında durmanın yolu, Kur'an'ın tavsiyelerine uymaktan geçiyor. Allah'ın insanın önüne koyduğu tek hedef var. O da "kâmil insan" olmak. Tüm bu ıssızlaşma, paçozlaşmanın karşısında duruşun şifresi de orada…
Aile üyelerinin en çok kriz yaşadığı konu tabii ki sosyal medya. Dijital dünya ne gibi sorunları beraberinde getiriyor?
Sosyal medya eşikleri kaldırıyor. İçeri ve dışarı karışıyor. Alışkanlık tutkuya dönüşüyor. Orada "like almak" hedef hâline geliyor. Annelik de bir performansa dönüşüyor. Anneler, çocuklarının her hâlini paylaşarak bir anlamda çocuklarını ve ebeveynliklerini sosyal medyada bir performans gösterisine dönüştürüyorlar. Oysa sosyal medyada çocukların resimlerini paylaşmanın tehlikesi büyük. Dark Web denilen sanal dünyada pedofili hastalarından tutun da her türlü kötülük için bu resimler kullanılabiliyor. Dijital suçlar üzerine çalışanlar, özellikle sanal dünyada çocuk resimlerinin
pazarlandığı bir pazardan söz ediyorlar. Çocukların adreslerinin, konumlarının paylaşılması başka suç gruplarına da imkân sağlıyor.
Bunun dışında Jean Twenge başta olmak üzere dijitalleşmenin gençlere etkisini çalışan pek çok araştırmacı, sosyal medyanın ergenlik dönemindeki gençler üzerinde farklı etkilerinden söz ediyorlar. Beğenilmek, izlenmek, "like almak" olmadık istismarlara kapı açan performanslar gerektiriyor. Depresyon, intiharlar, akran zorbalığı, meydan okuma adı altında cinselliğe teşvik, dijital bağımlılıkla gerçek hayattan uzaklaşma, gerçek duygu ve acılara yabancılık, yüzeysellik, kendine ve çevresine yabancılaşma, gerçek hayata hazırlanamama, hakikat kaybı gibi pek çok etki sosyal medya akışının içinde bizi bekliyor. Hayat, parmağımızın bir hareketiyle gönderdiğimiz bir resim, hızlı bir akış olarak görülüyor. Derinleşememe, gerçekten kopma, olan biteni anlayamama; "idraksizlik - şuursuzluk - akışa kapılma", bu çağın en büyük sorunu olarak karşımızda duruyor.
Yeni neslin inanç ya da cinsiyet meselelerinde oldukça kafaları karışmış görünüyor. Bu sorularının cevaplarını arama ihtiyacı da dijital mecralarda zararlı ortamlara girmelerine, zorbalıkla karşılaşmalarına, depresyon yaşamalarına sebep oluyor. Bu noktada aileler ya da toplumun genç kuşaklarla aralarında bir kopukluk olduğu söylenebilir mi?
Elbette var. Çünkü konuşmak yerine kısa mesaj yazmak alışkanlık haline geldi. Aynı evde odadan odaya bile mesajla haberleşiliyor. Değişim ve hız, teknolojideki gelişmeler kuşakların arasını açtı. Etkin dinlemek için zamanı yok kimsenin. Çünkü ya sanal dünyada oyun var ya da sosyal medyada bakılacak bir şeyler. Bizim hayatımızla alakalı alakasız, zihnimizi meşgul edecek çok bilgiyle karşılaşıyoruz. İşimize yarayan, yaramayan… Çok izlenen videoları, pazarlama uzmanlarının önümüze çıkardıklarından etkileniyoruz. Gençlerin kimlik ve cinsiyetleri konusunda zihinleri giderek daha çok karışıyor. Farklılık ve mutluluk olarak sunulan anlık hazlar cazibeyle pazarlanırken, gençlerin aile ve toplumsal değerlerine sahip çıkmaları giderek zorlaşıyor. Bu kavga, gerçek hayat ile gerçek olmayan hayatın kavgası. İnsanın zemin kaybetmesine sebep oluyor. Yine de gençlerle aramızdaki mesafeler aşılamaz değil. Onları sanal dünyada değil, gerçek dünyada tutmak için gayret lazım. Yaratılış amacımız, kâmil insan olma hedefini onların anlayacağı şekilde anlatabiliriz.
2025 yılı Cumhurbaşkanımız tarafından Aile Yılı ilan edildi. Peki, aile yılı kapsamında ne hedefleniyor ne gibi önlemler alınıyor, biraz bahseder misiniz?
Cumhurbaşkanımız, dünyadaki bu gidişi istatistik ve verilerle çok öncesinden gördü. Üç çocuk tavsiyesini bu projeksiyon ile yaptı. Diğer yandan aileyi tehdit eden, çocuklarda cinsiyet karmaşası oluşturan tüm stratejileri de görüyor. Buna karşı durmak için bunun bir tarafını da kültürel stratejiler oluşturuyor. Bu nedenle Aile Yılı kültürden sanata, tarıma, sağlığa pek çok bakanlığın iştiraki ve yapılacak çalışmalarla daha da güçlenebilir. Bu yıl kapsamında; ailenin önemi konusunda farkındalık kazandırmak, aileyi yok eden akışın, dayatmaların ve politikaların fark edilmesini sağlamak, insanı ve nesli koruyan yaklaşımları öncelemek, bağımlılıkla mücadele etmek, aile bağlarını güçlendirmek gibi pek çok hedef gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu konu tek bir bakanlığın değil, hükümetin ve bütün bakanlıkların üzerinde durduğu bir konu. Cumhurbaşkanımız bunu ülkemiz için hayati bir konu olarak görüyor ve tüm hükümet ile gelecek politikalarını bu perspektiften şekillendirecek bir bilinç oluşturmaya çalışıyor.
Cumhurbaşkanımızın Mayıs ayı içerisinde gerçekleştirilen Uluslararası Aile Forumu'nda altını çizdiği gibi, sadece 2025 Aile Yılı değil, önümüzdeki on yıl "Aile On Yılı" olacak. Bu sadece bir temenni değil, stratejik bir yol haritasıdır. Aileyi korumak, güçlendirmek ve yeniden merkeze almak; kalkınma politikalarının, eğitim sistemlerinin ve kültürel üretimin temel ekseni haline gelecek. Çünkü aileyi korumak, geleceği korumaktır. Ailenin yaşatıldığı bir toplumda insan da yaşar, medeniyet de yaşar. Türkiye bu vizyonla sadece kendi toplumuna değil, insanlığın ortak geleceğine dair güçlü bir mesaj veriyor.