Beytullah Çakır: Düşünce atlası Ali Fuat Başgil

Düşünce atlası Ali Fuat Başgil
Giriş Tarihi: 16.5.2018 14:09 Son Güncelleme: 23.5.2018 11:44
Darbeci askerler cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesi için Ali Fuat Başgil'i tehdit ettiklerinde hocadan şu cevabı almışlardı; ''Paşalar! Ben Kafkas cephesinde dört sene harp gördüm. Harp içinde olan insanın ölüm aklına gelmez. Şu anda da bir harp içindeyim.''

İlmini inançları üzerine inşa etmiş bir isim: Ali Fuat Başgil

Cumhuriyet tarihimizin en önemli hukukçularından biri olan Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil, gerek üniversitede hocalık yaptığı dönemlerde gerekse de kısa süren siyasi hayatı boyunca her zaman milliliğin, yerliliğin, adaletin ve liyakatin yanında saf tutmuş bir isim. Haksızlığa asla boyun eğmeyen, muktedir olana yanlışını söylemekten hiç çekinmeyen Başgil'i, onun öğrencilerinden olan ve bir dönem Milli Türk Talebe Birliği başkanlığını da yürüten Rasim Cinisli ile konuştuk.

Hocayı sizin gözünüzden tanıyarak başlayalım...

Hoca, Samsun'un Çarşamba ilçesinde mütevazı bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Lise hayatını tamamlayamadan I. Dünya Savaşı'na katılmış, Kafkas Cephesi'nde dört yıl savaşmış bir kahraman. Kendisinin asıl kahramanlığı ise daha ileri yıllarda ortaya çıkıyor. Savaş alanında, cephede kahraman çoktur fakat ilimde, devlet yönetiminde ve demokrasiye hizmet alanında azdır. Bana göre hoca, bu alanlardaki kahramanların bayraktarlığını yapmıştır.

Neydi bu alanlardaki kahramanlığı?

Savaş bitip de geri döndüğünde yarım kalan eğitim hayatını tamamlamak istiyor fakat yaşı biraz ilerlemiş. 24-25 yaşlarında o zaman. Harp sonrası ticarete atılmak cazip geliyor başlarda. Hoca, genç bir arkadaşına soruyor; "Benim aklımda bu yaştan sonra ilim yapmak var ama ticaret de cezbediyor, ne yapsam" diye. Arkadaşı; "Aklın varsa benim gibi ticaret yapar, çok para kazanırsın. Kitap kurdu olacağına zengin ol" diyor. Bu sırada devreye muallim Şevket Efendi giriyor ve şunları söylüyor; "Tahsil hayatının belli bir yaşı vardır. O yaşı geçirirsen eğitimini tamamlayamazsın. Şimdi eğitimini al, ticaretini sonra yapar, paranı kazanırsın."

Hocasının tavsiyesine uyuyor anladığım kadarıyla.

Aynen öyle. Şevket Efendi'nin öğüdü üzerine eğitim için Fransa'ya gitmeye karar veriyor, orada liseyi bitiriyor. Sonra Grenoble Üniversitesi'nden başarıyla mezun oluyor ve Boğazlar Meselesi üzerine bir de doktora yapıyor. Hocanın meşhur bir kitabı vardır; Gençlerle Başbaşa. Bu kitabın çekirdeği Fransa yıllarında oluşuyor kafasında. Bizzat kendisinden dinlediğim ilginç bir hikâyesi vardır.

Paylaşır mısınız bizimle de?

Fransız bir arkadaşıyla beraber Alplerin eteğinde tatil yapmak istiyorlar. Kalacak yer arıyorlar fakat kimse pansiyoner olarak kabul etmiyor onları. Bir papazın evini gösteriyorlar. Oraya vardıkları zaman kapıyı, kilisede görevli yaşlı bir hanımefendi açıyor ve buyur ediyor fakat hoca, önce gülüp sonra ağlamaktansa kendisinin hem Müslüman hem Türk olduğunu belirtiyor peşinen. "O zaman abimi çağırayım" diyor o hanım. Abisi dediği de kilisenin papazı. Papazın ilk sözü "Hanginiz Müslüman Türk'sünüz?" oluyor, hoca "benim" diyor. Papaz; "Bizim için esas önemli olan bir Allah inancına sahip olmanızdır" deyip içeri buyur ediyor hoca ile arkadaşını. O papaz ayrıca profesörmüş, genç öğrenciler ondan ders almaya gelirlermiş. Başgil de bir süre sonra o ekibe katılıyor ve bu toplantılar fikri anlamda çok besliyor hocayı. Oralardan edindiği bilgiyle Gençlerle Başbaşa'nın çekirdeği oluşmaya başlıyor kafasında. İlerleyen yıllarda bu bilgilerin üzerine çok değerli fikirler ekliyor tabii. Türkiye'ye döndüğünde Halk Eğitim Merkezi'nde, şimdiki Milli Türk Talebe Birliği'nde Gençlerle Başbaşa adında konferanslar vermeye başlıyor. Bir yayıncı, bu konferansları kitap haline getirmek istiyor ve hacim olarak küçük fakat muhteva olarak çok büyük olan Gençlerle Başbaşa böyle ortaya çıkıyor anlayacağınız.

Anladığım kadarıyla Ali Fuat Başgil, gençlerin derdiyle dertlenen biriydi.

Hoca, gençleri milletin geleceği olarak görür ve bu yüzden de çok üstüne titrerdi gençlerin.

Siz Ali Fuat Başgil'in İstanbul Hukuk Fakültesi'nden öğrencisisiniz. Dersleri nasıl olurdu peki? Yaklaşımı, tavrı, üslubu nasıldı sizlere karşı?

Hoca sınıfa girerken yanında onun yetiştirdiği profesörler, doçentler ve asistanlar olurdu. Profesörler ve doçentler kürsüde olurlar, asistanların büyük bir kısmı ise öğrencilerin arasına yerleşirlerdi. İstanbul Hukuk Fakültesi'nde birinci sınıfların ders aldığı 2 bin kişilik büyük bir amfi vardı. Hocanın dersi olduğunu zaman koskoca amfide iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık olurdu. "Arkadaşlar" diye söze başlardı. Hocanın size "arkadaşlar" diye hitap etmesiyle bir anda onun arkadaşı seviyesinde olduğumuzu hisseder ve dersi o zaviyeden dinlemeye başlardık. Ders esnasında bir konuyu anlattıktan sonra aramızda oturan bir asistanına; "Sizin içtihadınız nedir efendim" diye sorardı. Sonrasında fakülteye yeni başlamış bir öğrenciye döner ve "Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz" derdi. Cevabın yanlış yahut doğru olmasının bir ehemmiyeti yoktu. Hocanın sorusuna muhatap olan genç o esnada kendisini hocanın asistanıyla aynı seviyede hissetmeye başlıyordu. Burada hocanın çok ince bir taktiği ve teşviki vardı aslında.

Nasıl bir teşvikti?

Bu manzarayı gören hemen herkes bir sonraki derse kadar kütüphaneye koşar, hocanın gelecek dersinde soracağı muhtemel suallerin cevabını hazırlamak için harıl harıl ders çalışmaya başlardı. Ders anlatırken kelimeler su gibi akardı hocanın ağzından. Öyle ki söylediği cümleyi sanki 15 dakika öncesinden hazırlamış gibiydi. Tekleme, tereddüt yoktu. Derste sual sormak isteyen herkes cevabını alırdı. Odasına giden öğrencilere de asla hayır demezdi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bazı öğrencilerini de evinde ağırlardı. Ben çok ziyarette bulunmuşumdur mesela. Hayata dair aldığım derslerde anne ve babamdan sonra en etkili isim Ali Fuat hocadır benim için.

Aldığınız bu dersler, edindiğiniz tecrübeler size ne kattı?

Hayatımda temel prensip olarak kabul ettiğim bir sözü vardı hocanın: "Her hal ve şart altında doğru düşünmeyi bilecek ve becereceksiniz." Bunun bir örneğini paylaşayım sizinle. 27 Mayıs'ın olduğu dönemlerde sağcılık solculuk ihdas edilmiş, bazı hocalar devrimci, solcu olmayan inançlı gençlere karşı tavır takınmışlardı. Bunlar bir üniversitede olmayacak şeylerdi. Benim gibi düşünen birçok arkadaşımın ismi "gerici yobaz" olarak mimlenmişti o dönemler. Bu durum maalesef derslere de intikal ediyordu. Bir Sıddık Sami hocamız vardı, dersinden dört defa kalmıştım ben bu sebepten. Yazılıyı veriyor fakat sözlüyü bir türlü geçemiyordum. Buna benzer bir olay da Nevzat Görücü adında bir arkadaşımızın başına geldi. Sahir Erman isimli solcu ve devrimci fikirlere sahip bir doçent, sözlü sınavda Nevzat'a soyadını kastederek; "Sen görücü müsün yoksa gerici misin" diye sormuştu. Bu soruya maruz kalan Nevzat paniklemiş ve dersten başarısız olmuştu. Ben bunu duyunca "üniversitede bize sahip çıkan kimse yok" diyerek bir koşu Ali Fuat Başgil'in evinde aldım soluğu. "Neden bu kadar müteessirsin Rasim" diye sordu. "Hocam olacak şey değil, Sahir Erman, Nevzat'ı imtihan ederken görücü müsün gerici misin diyerek sınıfta bıraktı" dedim. "Üniversitede böyle bir şey olmaz Rasim" dedi, inanmadı önce bana. Odanın içinde gidip geldi ve başucumda durdu: "Peki, biz ne yapalım Rasim, ne düşünüyorsun" dedi. Benim her yanımı öfke sarmış tabii: "Hocam siz de onları bırakın" deyiverdim. Önce sesini çıkarmadı, bir süre sonra: "Peki Rasim, onlar iyi mi yaptı" diye sordu bana. "Olur mu hocam! Hakkı, hukuku öğreten bir fakültede böyle haksızlık yapılamaz" diye cevapladım sorusunu. Gözlerime gülümseyerek baktı ve: "Yani diyorsun ki onlar yanlış yaptılar, siz de yanlış yapın. Bak Rasim, biz her hal ve şart altında doğru düşünmek, adil olmak zorundayız" dedi. İnanır mısınız, hayatımda o kadar utandığım bir olay daha yaşamadım ben. Hani derler ya yer yarılsa da içine girsem, işte öyle bir duygu içindeydim.

Oldukça zor zamanlardı anladığım kadarıyla. Peki, 27 Mayıs'a karşı tavrı nasıldı Başgil'in? Neredeyse tek başına mücadele ediyordu üniversitede. Darbeden 25 gün sonra Sabah gazetesinde "İlmin Işığında Günün Meseleleri" diye makaleler yazdı. O makalelerde hep demokrasiyi savundu ve darbeyi tenkit eden yazılar kaleme aldı. İşte o yazılarından ötürü hem Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleri hem de üniversite içinde darbeyi destekleyen akademisyenler mimlediler Başgil'i ve üniversiteden atmak istediler. Darbeyi destekleyen bazı öğrenci grupları ise sürekli mitingler düzenliyordu hocanın istifa etmesi için. O günlerde MBK üyeleri üniversite gençliğine teşekkür etmek için hukuk fakültesi birinci sınıfta bir toplantı düzenlemişti ve salon tıklım tıklımdı. Devrimcilerin lideri konumunda olan Castro Nuri dedikleri bir öğrenci tahtaya çıkıp tebeşirle "Ali Fuat Başgil İstifa" diye yazdı. Çok cılız bir alkış duyuldu. Salondaki başka bir öğrenci yiğitçe ayağa kalktı ve o yazıyı sildi. Bu olaydan sonra ise müthiş bir alkış koptu salonda. Biz o zaman anladık aslında çoğunlukta olduğumuzu ve bu durum üniversite içinde mücadeleyi sürdürmek adına bir işaret fişeği oldu bizim için.

Bu olay Ali Fuat Başgil'i devre dışı bırakmak isteyenler üzerinde nasıl bir tesir bıraktı? Baskıları iyice artırdı mı?

Bu olaydan sonra iyice hararetlendiler tabii. Başgil'i üniversiteden atmak için daha çok girişimde bulunmaya başladılar. Bir süre sonra da hocayı darbe karşıtı yazılarından ötürü tutuklayıp hapse attılar. Balmumcu'da bulunan askeri karargâhta aylarca göz hapsinde tuttular. Bir ziyaretim esnasında gözlerinde rahatsızlık olduğunu fark ettim hocanın ve kendisine; "Sağlığınız bozulmuş. Şu yazılarınıza bir müddet ara verseniz, sonra devam etseniz olmaz mı" dediğimde verdiği cevap kelime kelime aklımdadır: "Ben Samsun'da doğdum. Avrupa'da tahsil gördüm. Bu aziz milletime dar gününde hizmet etmezsem ne zaman borcumu ödeyeceğim?" Her hal ve şartta milletini, memleketini düşünen ve bu memleketin gençliğini yetiştirmek için çırpınan bir yürekti Ali Fuat Başgil.

Mücadelesini bir dönem de siyaset sahnesinde sürdürmüştü bildiğim kadarıyla.

9 Temmuz 1961'de Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar'ın başkanlığındaki bir heyet, 27 Mayısçıların istekleri doğrultusunda yeni bir anayasa hazırlamışlardı. Hazırlanan bu anayasa halka sunulmuş ve yüzde 60 oyla kabul edilmişti. Bu oran, milletin kendilerini meşru gördüğü yanılgısına düşürdü darbecileri ve nasıl olsa kazanırız diye düşünerek seçime gitmeye karar verdiler. 15 Ekim 1961 seçimlerinde ise büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar zira millet, meclisteki sandalyelerin 277'sini Demokrat Parti'nin bıraktığı zemini kullanmak isteyen sağ partilere, 173'ünü ise CHP'ye vermişti. Ortaya koyduğu mücadeleyle milletin teveccühünü kazanmış olan Ali Fuat Başgil ise bu seçimde Samsun bağımsız senatörlüğüne aday oldu ve kazandı. Başgil'in seçimi kazanması sonrasında halkın önemli bir kesimi hocanın cumhurbaşkanı olmasını istedi.

Nasıl işledi cumhurbaşkanlığı süreci peki?

Hocayı durdurmak isteyen darbeciler, gasp ettikleri devlet gücünü de kullanarak onu adaylıktan vazgeçirmek için her yolu denediler. Hoca vazgeçmedi tabii. En başta bahsettiğim siyasi kahramanlığına da bu süreçte şahit olduk. 25 Ekim'de açılacak meclise katılmak için yola çıkan Başgil, Ankara'ya vardığında meşhur Balin Oteli'ne gitti. İlerleyen saatlerde MBK üyelerinden Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay, başbakanlık ofisine çağırmışlar hocayı. Görüşmede hocaya; "Cumhurbaşkanlığından adaylığını çek. Senatör başkanlığına aday ol, zaten senatörsün rahat seçilirsin" demişler. Açıkça tehdit etmişler anlayacağınız fakat hoca şu cevabı vermiş muhataplarına; "Benim cumhurbaşkanı olmamı millet istiyor, onların teveccühüne karşı gelemem." Bunun üzerine askerler; "Sen Çankaya'ya 1001 topla çıkacağını mı sanıyorsun? Bir cip aşağıda bekliyor. Hayatını garanti edemeyiz" tehdidini savurduklarında hoca efsane bir cevap vermiş darbecilere; "Paşalar! Ben Kafkas cephesinde dört sene harp gördüm. Harp içinde olan insanın ölüm aklına gelmez. Şu anda da bir harp içindeyim. Yöneltmiş olduğunuz tehdidin şahsımda hiçbir karşılığı bulunmadığını bilmenizi isterim." Karşılarında korkusuz bir yiğit bulunduğunu fark eden askerler, Başgil'i adaylıktan vazgeçirmek için bu sefer Yıldız Protokolü'nün şartlarını yürürlüğe koyacaklarını ima etmeye başlamışlar.

Neleri kapsıyordu bu şartlar?

15 Ekim seçimlerinde bekledikleri sonucu alamayan TSK içindeki bir grup, 21 Ekim 1961 günü İstanbul Yıldız Harp Akademisi'nde toplanmış ve birtakım kararlar almıştı. 21 Ekim Protokolü ve Yıldız Protokolü diye adlandırılan bu belgede TSK'nın 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra TBMM toplanmadan evvel, duruma fiilen müdahale edilebileceğini beyan eden bir madde bulunuyordu.

Yani meclisi daha açılmadan kapatabiliriz diyorlardı.

Aynen öyle. İşte Ali Fuat hocayı durduran da bu olmuştu. Bu hususta kendisi bana şunları söylemişti: "Rasim, iyi kötü demokratik bir seçim yapılmış, meclis açılacak. Bunlar benim cumhurbaşkanı seçilmemi bahane ederek meclisi tekrar tatil edecekler. Demokratik imkân elden çıkacak ve ne zaman, nasıl olacağı belli olmayan bir karanlığa itilmiş olacak. Bunu göze alamadım. Cumhurbaşkanlığı adaylığından geri çekilmemin esas sebebi budur." Hülasa Ali Fuat hoca gerek ilim gerekse de siyaset hayatı boyunca bütün duruşunu inançlarının üzerine inşa etmiş bir insandı. Keşke hocanın milletin geleceği olarak gördüğü gençlik, onu daha çok tanısa, fikirlerini bilse, anlasa ve öğrense. Bunu çok arzu ederim.

BİZE ULAŞIN