Beytullah Çakır: Yeni dönemin temel meseleleri

Yeni dönemin temel meseleleri
Giriş Tarihi: 2.12.2015 12:41 Son Güncelleme: 2.12.2015 12:51
Beytullah Çakır SAYI:19Aralık 2015
Türkiye, geçici koruma altında bulunan Suriyeliler ve insanlık için yaptığı çalışmalar sebebiyle Küresel İnsani Yardımlar 2014 Raporu’na göre ‘Dünyanın en cömert ülkesi’ ilan edildi. GSMH’ye oranla en fazla yardımı yaparak ‘En cömert ülke’ ilan edilen Türkiye, Küresel İnsani Yardım Raporlarına göre 2012’den itibaren üç yıl üst üste dünyanın en fazla insani yardım yapan üçüncü ülkesi oldu. Türkiye'nin mültecilik politikası konusunda görüşleriniz nelerdir? Bu konuda Türkiye neler yaptı, neleri eksik bıraktı ve önümüzdeki süreçte neler yapılmalı?

Fuat Oktay: İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana dünyanın gördüğü en büyük nüfus hareketinin merkezinde bugün Türkiye bulunuyor. Bu yüzden BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2.2 milyondan fazla Suriyeliye AFAD koordinasyonuyla kucak açan Türkiye'yi 'dünyanın en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan ülkesi' ilan etti. Türkiye, yerinden edilme konusuna insani perspektiften bakıyor ve insani krizin çözülmesi için çaba sarf ediyor. Türkiye, Suriye krizi ile ilgili olarak ilk günden itibaren 'açık kapı politikası' uyguladı ve uygulamaya devam ediyor. 15 Mart 2011 günü, Suriye'nin Deraa kentinde başlayan rejim karşıtı eylemlere Suriye güvenlik birimlerinin sert müdahalesi sonucu başlayan çatışmalar hızla ülke geneline yayılmıştı. Bunun üzerine, Suriye'den ülkemize ilk girişler, 29 Nisan 2011 tarihinde 252 Suriye vatandaşının Cilvegözü Kapısı'ndan geçmesi ile başladı ve hâlâ devam ediyor. İlk geçişlerle birlikte Suriyelilerin işlemlerine ilişkin olarak Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) görevlendirildi. AFAD olarak ilk geçişlerden iki gün sonra Hatay Yayladağı Barınma Merkezi'ni hizmete aldık ve bugün yaklaşık 300 bin Suriyeli ve Iraklıyı, The New York Times gazetesi tarafından 'Beş yıldızlı kamp' olarak nitelendirilen 10 ildeki 25 AFAD Barınma Merkezi'nde barındırıyoruz.

Türkiye'de bulunan Suriyeliler, 'Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu'na göre 'geçici koruma statüsü'nde bulunuyor. Bu statüye sahip insanlara ilişkin çalışmaların koordinasyonunu AFAD olarak yürütüyoruz. AFAD Barınma Merkezlerinde misafir ettiğimiz yaklaşık 300 bin kişiye barınma, beslenme, güvenlik, sağlık, eğitim, psiko-sosyal destek, meslek edindirme, ibadet, sosyal aktivite, tercümanlık, haberleşme, bankacılık hizmetleri ve kuaför, çamaşırhane, internet erişimi gibi hizmetler veriyoruz.

Bugün ülkemiz genelindeki 305 geçici eğitim merkezinde ve okullarda yaklaşık 300 bin Suriyeli ve Iraklı çocuk örgün eğitim-öğretim alıyor. Üçte ikisi kadın olmak üzere 75 bin Suriyeli AFAD Barınma Merkezlerinde meslek eğitimi aldı. Ülke genelindeki Suriyelilere 10 milyon kez poliklinik tedavisi hizmeti verildi, 300 bin Suriyeli ameliyat edildi, 400 binden fazla Suriyeli hastanelerde yatarak tedavi edildi. 70 bin Suriyeli bebek, gözlerini dünyaya Türkiye'de açtı. Suriye içinde yerinden edilen yaklaşık 8 milyon insana, AFAD koordinasyonunda 1 milyar 136 milyon TL'lik insani yardımı 19 bin araçla ulaştırdı.

Türkiye, geçici koruma altında bulunan Suriyeliler ve insanlık için yaptığı çalışmalar sebebiyle Küresel İnsani Yardımlar 2014 Raporu'na göre 'Dünyanın en cömert ülkesi' ilan edildi. GSMH'sine oranla en fazla yardımı yaparak 'En cömert ülke' ilan edilen Türkiye, Küresel İnsani Yardım Raporlarına göre 2012'den itibaren üç yıl üst üste dünyanın en fazla insani yardım yapan üçüncü ülkesi oldu. AFAD Barınma Merkezleri'nin yönetim sistemi olan AFKEN Projesi, BM Kamu Hizmeti 2015 Ödülleri'nde 193 ülke arasında birinci oldu. Yani, Türkiye'nin bu konudaki çalışmalarının ulaştığı düzey, küresel platformda pek çok referans noktası tarafından takdir topladı. Dünyanın geri kalanının da ciddi anlamda insani, finansal ve sosyal anlamda sorumluluk alması gerekiyor.

İnsani ihtiyaçlar giderek artıp daha kompleks hale gelirken dünya insani sistemi bununla başa çıkmakta zorlanıyor. Dünya insani sistemi, hayati bir alarm veriyor. Sistemin yeniden şekillendirilmesine duyulan ihtiyaç bugünün dünyasında her zamankinden daha büyüktür.

İnsani müdahaleler yerelleştirilmeli, özel sektör daha fazla dâhil olmalı ve finansal açıklar kapatılmalıdır. Uluslararası insani yardım hukukuna saygı gösterilmeli, özellikle çatışma bölgelerine insani yardım ulaşımı geliştirilmeli ve insani sistem daha bütünsel bir yapıya kavuşturulmalıdır.

İnsanların yerinden edilmesine son verecek politik çözümler kısa vadede sağlanamıyorsa, o ülke içinde insanların kalabileceği güvenli bölgelerin oluşturulması gerekmektedir. Üçüncü ülkelere yeniden yerleştirme konusu ele alınmalıdır. Mülteciler konusunda uluslararası yük paylaşımı adil şekilde yapılmalı, sürdürülebilir ve devamlı bir uluslararası yardım sistemi kurulmalı, tüm ülkeler açık kapı politikası uygulamalı, sığınmacılara ilişkin farkındalık ve bilinç artırılmalıdır. Sığınmacılık ve mültecilik gibi kavramların ortaya çıkmasına sebep olan politik sorunlara, köklü politik çözümler getirilmelidir.

PKK'nın 7 Haziran seçimlerinden sonra artan terör faaliyetlerinin sebebi neydi? 1 Kasım seçimleri sonrasında çözüm sürecinin güzergâhı sizce nasıl olacak?

Kurtuluş Tayiz: 7 Haziran, terörle mücadelede bir dönüm noktası oldu. PKK seçimlerin ardından çözüm sürecini bitirerek yeni bir 'devrimci halk savaşı' dönemi başlattı. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasında terör yeni bir evreye girerken, Türkiye de bu sürede Kürt sorunu ile terörü birbirinden ayıran yeni bir mücadele konseptine geçti. 7 Haziran seçimlerine gelindiğinde PKK'nın kafasında çözüm süreci çoktan bitmişti. HDP'nin seçimlerde başarılı çıkması, iktidar partisinin ise 13 yıl aradan sonra tek başına iktidar şansını kaybetmesi PKK'nın yeniden silaha sarılmasını getirdi. Türkiye'yi zayıf bir anında yakaladığını düşünen PKK, bu koşullarda devleti daha büyük tavizlere zorlayabileceğine inandı.

PKK'nın 7 Haziran sonrası başlattığı saldırılar Ankara'nın çözüm sürecini buzdolabına kaldırmasına neden oldu. PKK ve HDP'nin çözüme bir türlü yanaşmamaları, her bahaneyi süreci bozmak için bir fırsata çevirme gayretleri Ankara'yı da meselenin çözümüne ilişkin düşüncesini değiştirmeye ve yenilemeye yöneltti. Ankara, PKK ve HDP'nin çözüm sürecinin tek başına muhatabı olarak seçilmesinin sorunları çözmediğini, aksine artırdığını tespit etti. PKK'nın silahlı varlığının demokratik çözümün önündeki en büyük direnç olduğu hususunda devlet içinde bir anlayış birliğine ulaşıldı. Kürt sorununu inkâr etmeden PKK ile mücadele stratejisi benimsendi. Terörle ikirciksiz mücadele edilecek, ancak hak arama yolları sonuna kadar açık tutulacak. Çözümün adresi Meclis olarak belirlendi.

PKK saldırıları karşısında zamanla güvenlik tedbirlerini artıran devlet, 1 Kasım öncesi alana tamamen hâkim olmayı başardı. PKK'nın silahlı tehdit gücü test edildi ve örgüte askeri olarak ciddi darbeler vuruldu. Şehirlerde başlatılan 'devrimci halk savaşı' stratejisi de, Emniyet'in dikkatli müdahalesiyle sonuçsuz kılındı. Kürtlerin PKK'ya destek vermemesi, devletin bu savaşı kazanmasını sağladı.

PKK önümüzdeki dönemde şehirlerde daha kanlı saldırılara hazırlanıyor olsa da, bunun şimdiden kaybedilmiş bir savaş olduğu söylenebilir. 1 Kasım seçimlerinde Kürtler, devletin yanında yerini aldı. Güneydoğu yüzünü Kandil'e değil, Ankara'ya döndü. PKK'nın siyasi uzantısı olan HDP de, teröre karşı çıkmadığı için etki ve gücünü hızla kaybetti. Kürtler, 1 Kasım seçimlerinde HDP'yi de cezalandırdı.

Ankara, silahsız çözüm arayışlarına kapıları kapatmayarak PKK'yı etkisizleştirecek bir mücadele stratejisi yürütüyor. HDP, demokratik zeminde hak mücadelesini yürütebilir, Ankara'nın muhatabı olabilir. Fakat PKK silahı bırakmadığı sürece, HDP silahla arasına mesafe koymadığı müddetçe, bu yapıların eskiden olduğu gibi çözümün aktörü haline gelmeleri mümkün değil. İmralı'nın müdahalesiyle PKK ve HDP'nin pozisyonunda ciddi değişiklikler yaşanırsa, çözüm süreci buzdolabından çıkarılabilir. Fakat eskisinden farklı olarak, bu kez masada Kürtler de olacak.

Türkiye'nin sosyal devlet politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz? 1 Kasım seçimleri öncesi verilen vaatler; asgari ücret artımı, GSS borçlarının silinmesi, emeklilerin maaşlarında yapılacak düzenlemeler vs. sosyal devlet olma adına ne kadar yeterli sizce? Bu ve benzeri konularda neler yapıldı, neler yapılmalı?

Murat Boravalı
: Ben sosyal devlet ve sosyal politikalar konusunda ilk başta sosyal haklar kavramının önemli olduğunu düşünüyorum. Bugün özellikle de sosyoekonomik hakların sosyal devlet ya da sosyal refah için belirleyici haklar haline geldiğini gözlemliyoruz. Eğitim hakkı, barınma hakkı, işsizlik sigortası hakkı gibi hakların giderek yaygınlaştığını görüyoruz. Bunlar vatandaşın vatandaş olması sebebiyle edindiği 'haklar' olarak değerlendiriliyor artık. Ve devletin zaten yapmak zorunda olduğu, yapmakla yükümlü olduğu temel ödevler olarak değerlendiriliyor. Sosyal hakların temelinde, özellikle ekonomik açıdan baktığımız zaman bu var. Ekonomik olarak haklara baktığımızda bunların bir talepler kataloğu içerdiğini görüyoruz. Özellikle de toplumun en yoksul kesimlerine yaşam standartlarının artması için nokta atışı şeklinde yakacak, gıda ve parasal anlamda yardım edilmesinden bahsetmek gerekiyor burada. Bunun hemen sonrasında, çalışan ve belirli bir gelir elde eden fakat bu geliri yetersiz olan gruplara yardım etmek geliyor. Bu noktada ise asgari ücretin yükseltilmesi durumu gündeme geliyor. Yani yoksulluk sınırı altındaki vatandaşları yukarıya çekmeye çalışmak amacı var burada.

Bunun dışında yine gündeme gelen emekli maaşının artırılması ve emeklilere verilecek olan ikramiyeler gibi haklar da refah devletinin sundukları arasında sayılıyor. Bu haklara bazı ekler de yapılabiliyor. Mesela devletin sahip olduğu politikalar ışığında bazı şeyleri özendirmesi durumu bu türden haklar kategorisine girebilir. Örneğin nüfusun yaşlanmasını ve azalmasını engellemek için devlet tarafından çocuk sayısıyla doğru orantılı olarak artan yardımların yapılması ya da hamilelik esnasında bir kadının işini kaybetme riskinin azaltılması, hamilelik süresince ücretli izin imkânlarının artırılması gibi daha çok devletin makro anlamda vatandaşlarını bazı hareketlere özendirmesi gibi durumlar içerebilir.

Ayrıca ekonomik olarak büyümeyi canlandıracak şekilde girişimcilerin bir süre vergi muafiyetine tabi tutulması, bunun dışında toplumun farklı kesimlerine olduğu kadar belirlenen politikalar doğrultusunda ve kalkınma amacıyla farklı coğrafi kesimlere, belirli şehirlere öncelik verilmesini de bir sosyal politika hamlesi olarak değerlendirebiliriz. Bahsettiğimiz bu iki durumun da uygulandığına, uygulanmaya çalışıldığına şahit oluyoruz dönem dönem. Kimi durumlarda ise istihdamı artırabilmek için çalışan işçi başına sigorta primlerinde bazı indirimler getirilebilir.

Özellikle çalışan bir ekonomik mekanizma içinde burada karşımıza çıkan önemli ikilemlerden bir tanesi şu: Bu ve benzeri uygulamalar kimi zaman ülkenin ekonomik verimliliğini düşürebilme tehlikesini de içinde barındırabilir. Bunun en net örneğini de seçimlerden evvel tartışmaya açılan asgari ücretin düzeltilmesi tartışmalarında görüyoruz. Zira asgari ücreti yükselttiğiniz zaman kademeli olarak onun üzerindeki maaşları da biraz yükseltmeniz gerekecek ve bu da işveren üzerinde belirli yükler yaratacak. İşveren bu durumda kayıtlı işçi çalıştırmaktan biraz imtina edebilir. Özellikle Türkiye gibi kayıt dışı ekonominin belirgin bir büyüklükte olduğu ülkelerde bu önemli bir tehdit olarak karşımızda duruyor. Ayrıca bildiğiniz üzere ülkemizde çok sayıda mülteci var. Bu insanların işveren tarafından kayıt dışı olarak çalıştırılmasının da yaygınlaşmasına sebep olabilecek bir tehlike söz konusu burada. Ülkesinde yaşayan insanların insanca yaşamasını temin etmekle yükümlü sosyal devletin temel amacına da ters düşebilecek uygulamalarla karşı karşıya kalabiliriz. Tüm bu riskleri ortadan kaldırmak için burada denetleme mekanizmalarının sağlam tutulacağı bir planlama ve uygulama alanlarının tesis edilmesi gerekiyor. Devlet asgari ücretleri yükseltme politikasına giderken bunun şirketlere olan maliyetinin artmasını olabildiğince engelleyici politikalar üretebilir. Zaten mesele bu minvalde de değerlendirildi bildiğiniz üzere.

Benim şahsi kanaatim, toplumun alt kesimlerinin pastadan daha fazla pay almasını sağlayarak etkin ve gelir dağılımının daha adil sağlandığı bir ekonomik sistemin oluşturulma yollarının aranması gerekiyor. Dolayısıyla neo-liberal diskurdan kurtularak toplumsal eşitsizliği azaltacak önlemlerin daha çok benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum ben.

Türkiye'de hemen her kesimin yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğuna dair görüş belirttiğine şahit oluyoruz. Sizce yeni bir anayasa neden gerekli? Oluşturulacak yeni anayasa hangi temel dinamiklere bağlı olarak hazırlanmalı?

Adem Sözüer: Son 15 yıldaki önemli anayasa değişiklikleri ve hukuk alanındaki reformlar yapılırken siyasal bir uzlaşma ortamının bulunduğu görülür. Bu nedenle yeni anayasa için de siyasi bir uzlaşma ortamına ihtiyaç var. Bunun anlamı, her konuda hemfikir olmak demek değildir. Önemli olan, her siyasal ve toplumsal kesimin sürece katılması, görüşlerini ifade etmesidir. Yeni Anayasa konusunda, aslında geniş bir çalışma ve tartışma süreci geçirdik. TBMM'de geçen dönemde bir komisyon kuruldu, birçok konuda da mutabakata varıldı. Üniversiteler, meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri taslaklar hazırladılar, konferans, panel ve sempozyum şeklinde yüzlerce toplantı gerçekleştirildi. Medyada tartışmalar yapıldı. Bu birikimden yararlanarak, TBMM'de mümkün olabildiğince geniş bir siyasal uzlaşma sağlanıp yeni bir anayasa yapılabilir. Ancak şu andaki siyasal ortamın böyle bir uzlaşma için uygun olmadığı kanaatindeyim. Nitekim 7 Haziran'dan sonra Anayasa gereği kurulması gereken hükümete bakan bile verilmeyen bir ortam yaşadık.

Bu nedenle yeni kurulacak hükümet öncelikle, geçmiş yıllarda başlatılan reformları hayata geçirmeye çalışmalı, ekonomi, sağlık ve eğitim gibi alanlardaki sorunları çözmeye yönelik adımlar atmalıdır. Böyle bir süreç hem toplumda geniş bir memnuniyet yaratır, hem de yeni Anayasa için TBMM'de gerekli siyasal uzlaşmayı kolaylaştırır.

Başkanlık sistemi, hükümet kurulması ve cumhurbaşkanı seçimi gibi konularda hep sorun yaşayan Türkiye için istikrar sağlayabilecek bir sistem. Seçimden sonra hükümet kurulacak mı, cumhurbaşkanı ile hükümet uyumlu çalışacak mı gibi sorunlar çıkmıyor. Başkanlık sisteminde yasama yürütmeden daha bağımsız, denetimi daha etkin olabilir, yani yasama daha güçlü olur. Diğer yandan başkanlık sisteminde, bugünkü muhalefetin iktidar olma şansı, şimdiki sisteme göre çok yüksek. Ancak şu anki muhalefet bu sisteme karşı çıkıyor. Başkanlık sistemiyle ilgili tartışma daha ziyade, kişiler üzerinden yürütülüyor. Hatta bunu savunan iktidar partisi mensupları bile başkanlık sistemiyle ilgili farklı görüşleri ifade ediyorlar. Yani orada da kafalar karışık. Toplum da bu konudaki tartışmaları yeterince anlamış değil. Bu nedenle öncelikle konu kişilerden bağımsız olarak ortaya konup, yeterli aydınlatılma yapılıp, yeni bir anayasa ile veya ondan bağımsız olarak gündeme getirilmeli. Ama şu anki iktidar partisi, başkanlık sistemi geldiğinde seçim çantada keklik diye düşünmemeli. Çünkü bir oy fazla alan başkan olur. Şu an öncelikle hukuk devletini güçlendirmek ve toplumsal barışı pekiştirmek gerekiyor. Bu yeni anayasa yapılmasını da kolaylaştıracaktır.
BİZE ULAŞIN