Yaylagül Ceran Karataş: Şehir, beden ve kötülük

Şehir, beden ve kötülük
Giriş Tarihi: 6.4.2016 12:32 Son Güncelleme: 28.4.2016 10:28
Yaylagül Ceran Karataş SAYI:23Nisan 2016
Kolektif olarak şehirler kurulurken aynı zamanda insan da benliğini aşarak kendini kurar, inşa edilen mekâna kendini katar. Şöyle ki, şehirlerin nasıl olması gerektiğine dair plan ve projeler bir yandan da insanın olanaklarına bağlı olarak, insanın kendisini kim olarak görmek istediğini de açıklayan projelerdir.

Şehir, beden ve kötülük ilişkisi birçok farklı bakış açısıyla ve farklı disiplinler tarafından incelenebilecek bir konudur fakat bu inceleme ya felsefeye ya da edebiyata ihale edilmiştir. Burada felsefenin metafizik yönünün belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda açılan pratiklerin alanı olan şehirde nasıl bir açıklıkla ortaya çıktığı görüldüğünde, bir kere daha felsefenin, bilimlerin kraliçesi oluşu takdirle karşılanmıştır. Kötülük insan praksisi olmadan varlık ve değere sahip değildir ve praksisin alanlarından biri de şehirdir; o, şehirde apaçık olur. Buradan hareketle pratiğin mekânları olan şehir, beden ve kötülük bağlantısı geçmiş ve şimdi arasında bize ne söyler? Ya da bir şey söyler mi?

Şehir ve beden

Şehir, beden ve kötülük arasındaki ontolojik ve estetik bağ, tarihsel süreç içinde özellikle modern Batı'da bilim, ekonomi, politika ve sanat alanlarında yaşanan büyük değişimlerle mekanik, anlamsız ve 'kör' bir yapıya dönüşmüştür. Mimarların ve şehir plancılarının 'yeni şehir' tasarımlarında bu dönüşüm açıkça görülmektedir. Sennett'in de Ten ve Taş kitabında belirttiği gibi, kutsal, gelenek ve modernite arasındaki çatışmada 'Genel beden dili şehir mekânına tercüme edildiğinde tuhaf bir yazgıyla karşı karşıya kalınmıştır.' Bu yazgı bedenin nasıl algılandığıyla bağlantılı olarak şehirlerin nasıl kurgulandığının da bir göstergesi olmuştur.

Beden ve mekân kavrayışındaki değişim, modern dönem şehirlerini kamusal alan ve mahrem arasında sahne, vitrin ve sokak bağlamında görünür kılarken özgürlükten ve özgünlükten koparılarak birbirinden farklı insanların birey olarak huzursuz ve toplum olarak karmaşa içinde oldukları ve bunun sonucunda da yabancılaş(tırıl)dıkları 'ilişkisiz' bir mekâna dönüştürmüştür.

Antik Yunan ve genel olarak Batı Ortaçağı için şehirler bir yanıyla, doğal ve toplumsal mekânı düzenlemek üzere insanın kendi eliyle meydana getirdiği birer 'tasarım', 'varlık evidir' ve kötülüğün şeytaniliğiyle mücadele eden tanrıların-Tanrı'nın yansıdığı mekânlardır; bir yanıyla da toplumsal hayatı yönlendiren, biçimlendiren eylemlerin somut bir göstergesi olan 'res publica'dır. Başka bir ifadeyle, şehir, insanın doğal mekânı, sosyal ve fizikî inşa çabasının 'ürünü' ve dolayısıyla kendisini seyrettiği aynadır. John of Salisbury'nin 'bir şehrin formu insan bedenine benzer. Şehrin sarayını ya da kutsal mekânını baş; merkezini mide ve evlerini de el ve ayak temsil eder. İnsanlar bu nedenle kutsal mekânlarda yavaşlarlar (rasyonellik ön plana çıkar) ve çarşıda hızlanırlar (tutku, hırs ve duygusallık ön plana çıkar)" analojisi 'Şehir bedenin izdüşümüdür; mekânları insanların kendi suretine uygun olarak tutarlı ve bütün hale getirilen şehir, toplumsal süreklilik açısından bir iktidar merkezidir' yargısını da içermektedir. Tarihsel süreç dikkate alındığında, modern öncesi dönemdeki temel ayrım genel olarak insanın 'vücut olarak var olma' ile 'beden sahibi olma' arasındaki 'iradi' eyleminde ortaya çıkmaktadır ve bu ayrım şehir ve beden arasındaki ilişkiyi 'anlam' bağlamında yeniden düşünmeye davet etmektedir. İnsan doğasının bir yandan fiziksel mekânın biçimlendirilmesinde ve mekândaki faaliyetlerin belirlenmesinde, bir yandan da mekânın sosyal yapılandırılmasında ve simgeleştirilmesinde referans olarak kullanıldığı görülmüştür. Şehir birey-beden olarak insanın tarih ve mekân duyusuyla biçimlendirdiği, dönüştürdüğü ve aynı zamanda refleksiyonla kendini de inşa ettiği 'yer-mekân'dır. Burada insan birey olarak hayatının mekânsallaştığı bedenini ve kişi olarak toplumsallaştığı şehri çeşitli anlam bağlamlarında geçmişte, şimdide, birleşik anlarda ve gelecekte, tarihin üç boyutu içinde yeniden kurar. Grek şair Alcaeus bir şiirinde;

"Ne evlerin iyi yapılmış çatıları
ne iyi örülmüş duvarlar
ne kanallar ne de tershaneler
şehri meydana getirir,

fakat insan bu imkânları kullanarak şehri meydana getirir" diyerek, şehrin yalnızca insanın içine doğduğu doğal ve/veya hazırlanmış bir 'sahne' olmadığını; insan tarafından insanın bütün duygu durumlarını ve çatışmalarını yansıtan ve yine insan için kurulduğunu çok sarih bir ifadeyle ortaya koymaktadır.

K. Lynch'in Image of the Environment adlı eserinde belirttiği gibi; caddeleri, sokakları ve sembol yapılarıyla kendi başına kompleks toplumsal yapının güçlü bir göstergesi ve insanın 'varlık evi' olan şehirler, simgeler bütünü olarak hem ontolojik hem de metafizik anlamda 'eylem' mekânlarıdır. Kolektif olarak şehirler kurulurken aynı zamanda insan da benliğini aşarak kendini kurar ve inşa edilen mekâna kendini katar. Şöyle ki; şehirlerin nasıl olması gerektiğine dair plan ve projeler bir yandan da insanın olanaklarına bağlı olarak, insanın kendisini kim olarak görmek istediğini de açıklayan projelerdir. J. Jacobs The Economy of Cities adlı kitabında şehirlerin konumları ya da sahip oldukları ekonomik kaynaklar aracılığıyla açıklanamayacağını, onu kuran insanlar tarafından bir 'var olma' projesi olarak anlaşılıp açıklanabileceğini söyler. Başka bir ifadeyle, David Harvey'in Asi Şehirler kitabında anlattığı gibi, nasıl bir şehir istenildiği sorusu, nasıl bir insan olmak istenildiği, nasıl bir doğada yaşamak istenildiği, nasıl bir estetik duyuşa sahip olunduğu/olunmak istendiği ve nasıl bir toplumsal örgütlenme planlandığı sorularıyla birlikte şekillenmektedir.

Şehir, insanın var olma biçimini ve 'kim'liğini yansıtıyorsa, kötülük şehirde nasıl yer bulur?

Şehir ve kötülük

Antik çağlar, orta çağlar, yeni çağlar, modern çağlar ve içinde yaşadığımız dönemler başka başka yüzlerle ve araçlarla ama kötülüğün hep bu 'zamanına: geceye' ve 'mekânına: şehre' şahit olmuştur. İlk olarak görme, seyir ve tahakküm ilişkisinden hareketle şehir ve kötülük ilişkisine bakabiliriz. Şehirde kötülük:

Görme ve seyretme aracılığıyla…

Sokakta, caddede, işte, evde hâsılı 'ben' mekânından farklı olan her 'yer'i kaçınılması ve düşman bilinmesi gereken bir tehdit olarak ya da sorgusuzca güvenilmesi ve kuşkuya yer bırakmamacasına inanılması gereken duygusal bir çağrı olarak değil, hakikatte görülmesi gereken her ne ise o olarak görme ihtiyacı duyarız. Bunun temelinde de insanın anlam arayışı yer alır. İşte kötülük tam da bu noktada açığa çıkmaktadır. Sokrates'in dediği gibi sophrosyne'den (görmek-duymak ve eylemekte dengeli olmak) uzaklaşıldığında hem beden ve ev içinde hem de toplum ve şehirde yaşam bozulur. Görülen ve seyre dalınanın hakikatinden başkalaşınca otoriteyle, tahakkümle ve hırsla 'o şeye' yöneldiğinde kötülük ve huzursuzluk ortaya çıkar. Şehir var olunan, yaşanan, paylaşılan yer olmaktan çıkıp yabancılaştıran, duvarlar ve bölmeler aracılığıyla görüneni perdeleyen, şehri var kılanı iç (özel) ve dış (kamusal), kadın ve erkek olarak kılcallarına ayırarak kurbana dönüştüren, Platoncu anlamda mimesis yerine (tanrıyı taklit ederek yaratmak) bağlamından sökerek salt pasif bir seyir mekânına dönüştüren olduğunda kötülükler var olma imkânı bulur.

Şehirde, özellikle modern zamanların şehirlerinde, ayrıştırıcılıklar ve gittikçe sınırları daralan iç-dış alanlar insanı işyerinde, parklarda, kutsal mekânlarda (AVM, spor salonu, stadyumlar, güzellik ve estetik merkezleri gibi) duyarsızlaştırdığı ve yalnızlaştırdığı gibi evin içinde de -ki ev gökyüzü şehrinden düştükten sonra bir daha çıkmamak üzere bağlarını koparan modern insan için sığınılacak son mekândır- olup bitene ve olmakta olana karşı hissizleştirmiştir. Cioran'ın analojisiyle diyebiliriz ki, modern zamanların şehirlerinde insanlar 'gözleri içine düşmüş kırık bir kukla gibi'. Gözler görmenin ve seyretmenin hakikatini 'beni' görmeye, kendini 'beden' olarak seyretmeye (aslında seyir yerine bakmaya demek daha doğru) dönüştürmüştür. Görülen ve seyredilen metalaştırıldığında, salt işlevsel-pragmatik bir bakışın yöneltildiği nesneye dönüştürüldüğünde, hakikatin bütünlüğünü kaybettiği noktada kötülük kendini 'izleyenlerine' açmaktadır. Bu şehrin ve bu zamanın bireyi kendisine ve kendisine yakın gördüklerini var kılarak onlara yaptıkları iyilikler, aldıkları hediyeler ve planlar dışarıdaki ötekinin acılarına, kayıplarına ve savaşına rağmen anlamlı ve kıyas kabul etmeyecek düzeyde 'etik' iken geri kalanlar, ötekiler, diğerleri anlamsız ve dahi yok olma düzeyindedir. Başka bir ifadeyle: Homo homini lupus…

Zamanın ve mekânın tahakkümü aracılığıyla…

Şehirde kötülükler zamanın ve mekânın tahakkümünde de ortaya çıkar: Gece ve caddeler. Gün ışığında Tanrı'nın, yöneticinin ya da kapalı olan ev-iş-kutsal mekânının koruması altında olan insan, 'güven' içinde seyre dalma imkânı bulurken, gece karanlığın bastırmasıyla korunaklı mekânların 'dışı', sokaklar ve caddeler, korkunun ve tahakkümün şeytanlaşmış mekânlarına dönüşür. Gün ışığının aydınlığında farklılığını kaybeden şeytansı maskeler gece görünür olur: Hız tutkusu, uyuşturucu madde ve cinsel saldırganlık… Caddeler hayatı çalan ve bedenleri kirleten kör bir vicdana dönüşür gece olunca. Modern sokaklarda, caddelerde ve bulvarlarda merhamet yoktur, çünkü oralar 'dışarısı'dır.

Orta çağlarda meydanlar, caddeler ve sokaklar doğanın imkân verdiği ve insana yer açtığı ölçüye göre inşa edilirdi. Buralarda Tanrı'ya yakarış için düzenlenen kutsal törenler, hak arayışları için düzenlenen politik eylemler ve günün aydınlığı çekildikten sonra ancak gece 'tekrar kurtların eline geçerdi.' Bir tür gündüzün aydınlığında ve inancın korumasında olan ve doğal olana yabancı olmayan yapılar güvenlik mekânlarıydı. Modern çağda ise zamanın ve mekânın kurulma sürecinde sokaklar, doğanın kendi oluşunun dışında belirli mekanik kurallara göre inşa edilmiştir ve ne günün aydınlığı ne de gecenin farkı kalmıştır. Doğa artık insanın eylemlerine ve tarihine göre şekillendirilen ve 24 saat yaşayan bir 'çevre'dir. Yani kendiliğindenliği ve doğal sınırları yerine yeni şehirler, inşa edilen yeni ve çok katlı evler, kutsal mekânlar ve gezi parkları aracılığıyla düzenlenmiş, biçimlendirilmiştir. Bu düzenleme, biçimlendirme çoğu zaman doğaya rağmen olan ve bozulmuşluğu temsil eden niteliktedir. Artık yüzyılımızdaki ultra kapital medeniyet anlayışıyla 'seyir' algısı doğayla bütünleşen, onun bir uzantısı olarak var olan 'çevre-mekân' yerine doğayı her türlü çıkar için bozarak, onu aşan ve dahi ona karşı olarak inşa edilen şehirlerin tahakkümünden bahsedilmektedir. Burada seyre dalınan ve artık salt bir 'nesne' konumunda duran doğayla kurulan ilişki düzlemi yani 'çevre' kötülüğün yapısını ve nasıl bir değişim yönüne sahip olduğunu göstermektedir. Başka bir ifadeyle: Scientia Est Potentia…

BİZE ULAŞIN