Hüsrev Hatemi: Âşığa tan etmek olmaz, müpteladır neylesin?

Âşığa tan etmek olmaz, müpteladır neylesin?
Giriş Tarihi: 3.2.2016 12:03 Son Güncelleme: 3.2.2016 12:07
Hüsrev Hatemi SAYI:21Şubat 2016
Bağımlılığın aşk iptilasına yakın bir anlamda kullanılmasında İngilizcede Latinceden kaynaklanan ‘addict’ kelimesi tercih edilir. Uyuşturucu bağımlılığı=drug addiction gibi. Farsçada ‘iptila’ kelimesi yanında bazen yakın anlamda ‘giriftar’ kelimesi de geçer. Fakat daha çok ‘tutsak’ anlamındadır. Drug addiction bahsinde ‘fizik tutsaklık, psikolojik tutsaklık’ şeklinde bir ayrım olduğundan ‘madde bağımlılığının fizik tutsaklık yönüne’ giriftar kelimesi de uyar. Musikimizde çok güzel bir Hacı Ârif Bey bestesi vardır: “Bir hâlet ile süzdü yine çeşmini dildâr/Evvel nazarı etti beni aşka giriftâr.” Ömrü, taşlamalarına kızıldığı için kementle boğularak son bulan Nefi, sadece taşlama şairi değil, aynı zamanda lirik bir şairdir. Âşığa tan etmek olmaz müpteladır neylesin? (Âşıklar kınanmaz çünkü onlar bağımlıdırlar ne yapsınlar ki?) İkinci mısra: Âdeme mihr ü muhabbet bir belâdır neylesin? (İnsana sevgi ve muhabbet bir bela olur, onları bağımlı hale getirir, ne yapabilirler ki?)

Dilimizdeki bağımlılık kelimesi çok yönlü bir kelimedir. Bağımlılık, Nefi'nin şiirinde olduğu gibi iptila anlamına gelir. Bağımlı olana da müptela denirdi. 1970'ten sonra doğanlar bu kelimeyi en az 100 yıldır unutulmuş sayabilirler, oysaki 1970'lere kadar şarkılarda da yaşıyordu. 1940'lı yılların yaz mevsimlerinde, orta halli ailelerin oturduğu semtlerde bahçe düğünleri olurdu. İki katlı ve birinci katı kâgir, iki ve üçüncü katları ahşap olan evlerin büyük bahçelerinde, salon masrafına girmemek için rica edilirse, komşu çocuklarının da düğünü yapılırdı. Anneannem, Galatasaray Lisesi yanından inen yokuşun alt ucuna yakın, Tophane Boğazkesen semtinde otururdu. Onun büyük bahçeli ahşap evinin bahçesi, çocukluğumda iki üç defa düğün sahnesi olmuş, ben ve ikiz kardeşim de hepsine götürülmüştük. Bu düğünler üç gün sürer, ev içinde kadın misafirler, bahçede erkekler ağırlanırdı. Tophane düğünlerinde seçilen müzik, halk müziği olurdu. İkiz biraderle ben, ikinci düğün deneyimimizden pek memnun olmamıştık. Çünkü ilkinde az çok şarkı da duymuştuk. "Çağırırım Sunaaam Suna'm uyanmaz/Hasret çeken gönül derde dayanmaz" misali şarkılar. İkinci düğünde ise üç gün zurna eşliğinde "Dağda da davar izi vaar/Emine'min bende gözü var" dinlemekten, narkoza girmiş gibiydik. Bu düğünler, 1945 ve 1946'da idi. Sonra Fatih semtinde bir düğünü, davetli olmadan balkondan seyredince 'farkı fark ettik'. Çünkü 1949'da Fatih semti, henüz göç almamış tipik bir İstanbul semti olduğundan, bahçede ağırlanan göbekli, yelekli ve köstekli davetliler, musiki heyetine sesleriyle katılıyorlar ve o devirde çok sevilen bir Kadri Şençalar bestesini söylüyorlardı; "Adını andıkça titrerim hâlâ/Var mı benim gibi aşka müptela/Muhabbet denilen püsküllü belâ/Sanmayın başımdan az geldi geçti." Müptela kelimesini o gün sevmiştim. Sevgim devam ediyor.

Bizim oturduğumuz Feriköy semtinde, azınlık vatandaşlarla devlet memuru vatandaşlar sıkı bir komşuluk içindeydiler. Evlerin bahçeleri çok küçüktü. Fakat ev içleri de dar olduğu halde, düğün ve nişan gibi durumlarda komşulardan ödünç alınan sandalyelerle evin odaları ve holü 20-40 kişilik kapasiteye yükseltilirdi. Ev içi düğünlerinde, çoğu birbirini tanıyan kadın ve erkek davetliler birlikte otururlardı. Bu düğünde, zurna da incesaz da yoktu. Bir otuz beşlik ve saçı briyantinli amca 'Türkçe tangolar' söylüyor ve dans ediliyordu. Bütün düğünlerde olduğu gibi, son parça oyun havasıydı. Fakat briyantinli amca, çiftetelliyi kendine yakıştıramadığından 'Kasap Havası' çaldı. Kasap Havası'nı ilk defa duyuyordum. Nedense çok beğenerek, aklımda tutmaya çalıştım. Düğüne gelmeyen biradere bu havayı anlatırken notaya ihtiyaç duymamıştım. Fakat ablama besteyi sesli tekrar etmeye utanarak, "Bak buraya yazdım" deyip elimdeki kâğıdı uzattım. Ablam, "Şarkılar nota ile yazılır. Bu kâğıtta sadece nı nı nı nı tekrarlanıyor. Şarkı böyle yazılmaz" dedi. Dokuz yaşındaydım. O zaman koptu içimden bu tahassür, "Ya kasap havasını sevmeseydim ya da nota bilseydim."

O yıllarda bahçe düğünlerinde kavga filan çıkmazdı. Başka ilçeleri bilmem ama Feriköy, Fatih ve Tophane düğünlerinde, hiç kavga çıkmazdı. Polisler ağır ağır yürüyen ciddi amcalardı. Üniformaları siyahtı. Bekçiler kahverengi üniformalıydı. Herhangi bir kavgaya gelseler, sanki İsmet Paşa Çankaya'dan duyacak ve ayıplayacaktı. İstanbul halkı tramvay biletçilerini bile 'devletin memuru' sayan naif kişilerdi. 1950'lerden sonra düğünleri tatsızlaştıran efelenmeler ve bir defasında, havada sandalyeler uçuşan kavga da gördük. İptila kelimesi yalnız aşkta değil, 'tütün iptilası', 'kumar iptilası', 'içki iptilası' şeklinde de kullanılırdı. Şimdi ise iptila ve müptela o kadar unutuldu ki, yakında "Gınama gardaş, addict olmuşam" gibi cümleler de duyarız gibi geliyor bana.

Hamamizade İsmail Dede Efendi, 19'uncu yüzyıla doğru özellikle Üçüncü Selim devrinde, harika besteler vermiş, 19'uncu yüzyılın ilk yarısı biterken Hac sırasında ebediyete göçmüştür. Güftelerinde müptela kelimesi geçen iki bestesini hemen hatırladım. Biri vals ritminde; "Ey büt-i neveda/Olmuşam mübtelâ." İkincisi de "Ey gül-i bâğ-ı edâ/Sana oldum mübtelâ." İlkinde, "Ey tavrı, beden dili, yeni biçimde olan, heykelsi güzel! Sana bağımlı oldum" deniyor. İkincisinde de "Ey kendine özgü tavırları olan güller yetiştiren bahçenin gülü! Ben sana bağımlı oldum" deniyor.

1950'li yıllarda bestekâr Dr. Şükrü Şenozan'ın besteleri, az sayıda olmakla birlikte, çok sevilirdi. Bir bestesi sanki yüz yıl önce bestelenmiş gibiydi ve beni çok etkilemişti. Bu etki de devam ediyor: "Mübtelâ-yı dert olan diller devâdan geçtiler. Neş'eden ateşlenen neyler nevadan geçtiler. (Dert bağımlısı olan gönüller tedaviden vazgeçtiler. Neşeyle ateşlenen neyler de musikiden vazgeçtiler.) Youtube'dan dinlenilebilir, tavsiye ederim yahut öneririm ama salık veremem, bu deyim güzel değil bence. Önce sağlık veririm diye kullanılırdı, sonra 'yumuşak g' harfi düşürüldü, bu doğru oldu ama güzel değil. Fuzuli, Allah'a yakararak diyor ki, "Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigârımın/Geldikçe derdine beter et mübtelâ beni. (Gittikçe sevdiğimi daha da güzelleştir/Beni ziyarete geldikçe de benim ona olan aşk derdimi arttır.) Bağımlılığın aşk iptilasına yakın bir anlamda kullanılmasında İngilizcede Latinceden kaynaklanan 'addict' kelimesi tercih edilir. Uyuşturucu bağımlılığı=drug addiction gibi. Farsçada 'iptila' kelimesi yanında bazen yakın anlamda 'giriftar' kelimesi de geçer. Fakat daha çok 'tutsak' anlamındadır. Drug addiction bahsinde 'fizik tutsaklık, psikolojik tutsaklık' şeklinde bir ayrım olduğundan 'madde bağımlılığının fizik tutsaklık yönüne' giriftar kelimesi de uyar. Musikimizde yine çok güzel bir Hacı Ârif Bey bestesi vardır: "Bir hâlet ile süzdü yine çeşmini dildâr/Evvel nazarı etti beni aşka giriftâr. (Yine sevgili kendine özel bir tavırla gözlerini süzdü/Beni ilk defa aşka tutsak eden de bu bakışı oldu.)

Bağımlılığın en çok geçerli anlamlarından biri de siyaset alanındadır. Bağımsızlık, istiklâl, özgürlük için eş anlamlı kelimelerdir diyebiliriz. Bundan daha yumuşak bir anlamı 'uyrukluk' anlamındadır. Osmanlıcada uyrukluk yerine 'tâbiiyet' kullanılırdı. Büyüklerimiz mesela "Mösyö Yani TC tabiiyetinden, Mösyö Yorgi Bulgar tabiiyetinden" şeklinde konuşurlardı. Sonra bu anlamın yerini 'uyruğundan' deyimi aldı.

Tebaiyyet, daha çok politika dışı anlamlarda 'bir düşünce sistemine veya bir öndere uymak' gibi kullanılırdı. Ziya Paşa "Milliyeti nisyan ederek her işimizde/Efkâr-ı Frenge tebaiyet yeni çıktı" demiş. (Her işte milliyetimizi unutarak, Batı fikirlerine bağımlı olmak da yeni bir âdetimiz). Yonca Evcimik'ten dinlediğimiz bir beste de 'tebaiyet'i abone olmağa tahvil eylemiştir; "Aboneyim abone/Biletleri cebimde." Bu da çok sıkı olmayan ve tutsaklık şeklinde de olmayan tasarlanmış ve stratejik bir bağımlılık tipidir. Ama aboneliğin içeriğinde gam, dert ve acı yoktur deyu rivayet ederler, öyle işitmişiz.

Bağımlılık kelimesinden önce de herkes iptilayı kullanmazdı. Divan ve halk şairleri 'bağlanmak'tan da sıklıkla söz ederlerdi. Azeri Türkçesinde 'bend olmak' yani bağlanmak sıklıkla kullanılır. Fatih Sultan Mehmed, "Zülfünün zincirine bend eyledi Şahım beni/Kulluğundan etmesin âzâd Allah'ım beni" demiştir. "Deli gönlü bir dilbere bağladım/Düşündükçe zâri zâri ağladım" çok sevilen bir türküdür. Zekâi Dede'nin de çok güzel bir bestesi bağlanmaktan söz eder: "Yine bağlandı dil bir nevnihâle/Misâli gelmez âlemde hayâle. (Yine gönül taze bir fidana bağlandı/Benzeri hayal bile edilemeyecek birine.) 'Bağımlılık ve iptila' daha çok pasif bir vakadır. İnsan, iradesi dışında tutsak olur. Bağlanmak bazen pasiftir, bazen de aktif. Mesela "Deli gönlü bir dilbere bağladım" diyen kişi, yiğitliğe toz kondurmuyor. Gönlü bağlanmamış, kendisi gönlünü bağlamış! "Atımı bağladım ben bir meşeye" der gibi. Elinde olmadan bağlananlar ise yiğitliğe toz kondurarak "bu dert beni iflah etmez" diyen gönül ehli rical ve inastır vesselam.
BİZE ULAŞIN