Remzi Kopar: Aşırı gerçek bir dünyada aşırı sanallaştırılmış algılar içinden geçip gidiyoruz

Aşırı gerçek bir dünyada aşırı sanallaştırılmış algılar içinden geçip gidiyoruz
Giriş Tarihi: 1.6.2015 12:28 Son Güncelleme: 1.6.2015 17:52
Remzi Kopar SAYI:14Haziran 2015
Her şey insanda düğümleniyor. Çevreyi insan inşa ediyor ve o çevre insanları biçimlendiriyor. Bu itibarla ‘insan’ı nasıl bir ortamda, nasıl bir eğilimle yetiştirdiğiniz aşırı önemli. Gerçek güneş ve su, gerçek kelimeler ve anlam, gerçek ekmek ve iletişim... Bunların hepsi ayrı ayrı önemli. Yapay bir ortamda yetişen bir zihinle, ancak yapay mevzuları konuşursun. Mevlâna İdris, çocuklara hayal kurmayı, farklı düşünmeyi öğreten masallar, hikâyeler yazıyor. Ortalıkta görünmeyi pek sevmeyen, sessizce işini yapmayı tercih edenlerden. Pek çok dile çevrilen kitapları üzerine üniversitelerde bilimsel çalışmalar yapılan ve çocuk edebiyatı alanında dünyanın en sıra dışı yazarlarından biri olarak görülen Mevlâna İdris'le 'çocuk' merkezinde çevre sorunlarını konuştuk. Ülke olarak bir çocuk politikamızın olmadığını ve birçok problemin de aslında bundan kaynaklandığını söyleyen Mevlâna İdris, çocukları ve sanallığın içinde kaybolan gerçeği hayatımızın merkezine almadıkça sorunlarımızın çözülemeyeceğini vurguluyor. Ve 'Beni yanlışsız sakla' isimli şiirinde geçen "Saate baktım yirmi beş yaşındayım / Geç kalmadım Tanrım yeniden inanmaya…" mısralarındaki gibi, birçok şeye geç kalmadığımızı da hatırlatıyor.

Yaşam alanlarımız ne durumda? Yaşam alanlarımızla, çevreyle ilişkimizi değerlendirebilir misiniz?

Herkesin yaşadığı yer farklı, ama şehirdeki ortak yaşama alanlarımızı soruyorsanız, İstanbul için durum çok iç açıcı değil. Her şeyden önce şehrin genelinde ağır bir gürültü hâkim. Rahat yürüyebilme imkânı, sahiller dışında -o da yeni yapıldı- az. Dar kaldırımlara park eden arabalar mevcut, araba yoksa bu defa esnafın koyduğu ıvır zıvırlar sebebiyle yürümek çok zor. Meydanlar, parklar, oturma grupları şehir dizaynı bakımından henüz emekleme evresinde. Bir yandan da şehir nüfus almaya devam ediyor. Şehir, artık dışarıdan gelenleri absorbe etmek şöyle dursun, maalesef sadece ve sürekli maruz kalan bir pozisyonda.

Şehirlerimiz nasıl yaşamaya daha elverişli hale getirilebilir?

Bu sorunun şıpın işi bir cevabı yok. Her şeyden önce yerel yönetim dinamikleriyle ilgili bir durum. Şehirciliğimizin kültürel kodları, parametreleri var mı, varsa bunları kim yeniliyor, realize ediyor? Şehre ait bakış nasıl şekilleniyor ve konunun uzmanları hangi aşamalarda nasıl müdahil oluyor? Yoksa olup biten her şey bir müteahhit mantığı içinde mi cereyan ediyor? Bakıyorsunuz şehrin silüeti ölümcül bir darbe alıvermiş. Peki ama o süreç o ana kadar nasıl gelebilmiş, cevabı yok. Herkes kınıyor, topu birbirine atıyor filan. Anlamak mümkün değil. Ben hâlâ şehrin sahipsiz olduğunu düşünüyorum. Anıtlar Yüksek Kurulu'nun da birbiriyle çelişen kararları var. Geçenlerde Fatih Camii'nin avlusuna dikilen dört devasa direk gördüm. Bu bir rezalet. Umulan gölgelik işlevini görmesi de açık alandaki yüksek rüzgâr sebebiyle imkânsız. İşte buradaki 'ben yaptım oldu' mantığı acayip sorunlu bir mantıktır. Hem çirkin, hem işlevsiz, hem oranın estetik algısıyla bağlantısı sıfır, hem maliyeti kim bilir ne, hem de şişman herkesten. Sorsanız belki de 'iyi niyetle' yapmıştır. Yapma kardeşim, kamusal alana, önemli bir tarihî mekâna iyi niyetle bile çirkin, yanlış bir şey yapma hakkın yok.

Kaldırımsız, parksız, yüksek binalı şehirler yapmaktan vazgeçecek miyiz sizce?

Sanmam. Bu bir hastalık, ama ölümcül bir hastalık. Ne zaman anlayacaklar bunun yanlış olduğunu? Ne yazık ki belki ölümcül bir felaketten sonra, mesela bir deprem sonrası. Betonun insan biyolojisini, beton fetişizminin de insan ruhunu öldürdüğünü anlamak zor ama imkânsız değil. İnsanoğlu tuhaftır, onu çoğu zaman bazı hırslar ve kazanma tutkuları yönetir. Yaşamak değil kazanmak merkezli bir bakış ve ömür boyu kazandıklarının bekçiliğini yapmak... Peki ömür dediğin ne? Mezarlara gidince anlarsınız ne olduğunu.

Son zamanlarda devletin en üst katlarından yatay şehir kavramlarını filan duymaya başladık. Ba'de harabül Basra! Ama madem başka bir mimarî tarz, anlayış, felsefe mümkün, o halde görelim. Bir yerden başlasın, bir mahalleden, bir meydandan, bir köyden. Yapılamaz bir şey değil bu.

Burada hiç yeri gelmemişken müsaade etmezseniz sorayım: Şu meşhur Süleymaniye projesi ne oldu? 20 yıldır kaynağı hazır, İstanbul'un ihtiyacı acil vs vs. Sorumlu ve yetkili kim? Kiptaş mı? Neden harekete geçmiyor, nedir yani ömrümüz Süleymaniye'nin etrafının aslî hüviyetine kavuştuğunu görmeden mi geçecek? Ayıptır yahu, meydan çeşmeleri dâhil irili ufaklı yüzlerce çeşmenin akmaması da ayıptır İstanbul'da. Bir kısmı çöplüğe dönüşmüş, bir kısmı harâb olmuş, bir kısmı sürekli asfaltla yükselen kot sebebiyle bir metre aşağıda kalmış. Niye? O her biri sanat eseri çeşmelerin suçu ne? 1994 yerel seçimleri öncesinde bir siyasiye bu soruları sormuştum, bugün hâlâ daha soruyorum. Bu soruları bu yerel yönetimlere, bu iktidara soramayacaksak kimlere soracağız? Hayır, bir kişi çıkıp desin ki şu sebeple bu çeşmeleri akıtamıyoruz... Diyemez.

Çevre sorunları hakkında konuşulurken çocuk ve çevre ilişkisi biraz göz ardı mı ediliyor? Bu konuda neler yapılabilir?

Bir çocuk politikamız hayata geçmediği sürece bu sorunları konuşmaya devam edeceğiz. Hem merkezin, hem de yerel yönetimlerin özel çocuk politikası ne yazık ki yok. Birkaç uyduruk park, içinde birkaç ayda parçalanan ve bir daha bakılmayan ucuz plastik oyun araç/gereçleri vs vs. Her mahallede sağlıklı bir çocuk parkı, koşma, bisiklet sürme yolları şu bu... Bu ülke artık bunları yapacak güçte. Ve bunlar artık insan ruhunu derinden etkileyen ihtiyaçlar. Bakalım ne olacak, bilgisayar başından kalkmadan, ruhunu oradaki programlarla şekillendiren çocuklar/gençler garip(!) şeyler yaptığında şaşırıyormuş gibi yapmayın ama.

Çocuklar açısından çevreyi değerlendirdiğinizde nasıl bir manzara görüyorsunuz? Bu alanda devletin ne gibi politikaları olmalıdır?

Çocuklar açısından da, yetişkinler açısından da çevreye baktığımızda değişen bir şey yok; özensizlik ve yap-boz mantığı. Tarihsel olana, kültürel anlamı olana, hayatın biraz daha ışıklı çiçekli olması için gerekli olana saygı için yapılması gerekenler, ne yazık ki bir veya birkaç bürokratı ikna etmenize bağlı. Böyle bir şey olabilir mi diyeceksiniz, maalesef durum bundan ibaret. Bazı atanmış ya da seçilmiş yöneticiler, her şeyi kendilerinin bildiğine inanıyor ya da inandırılıyor. Duruma bakıp içlenen kimi saygın uzmanlar da bu durumun tamamen dışında kalmak, bulaşmamak için kendi içinde bir sessizliğe bürünüyor. Siyaset dâhil, isteniyor ki her şey bir şov mantığı içinde yürüsün. Böyle bir şey olamaz. Siz tutup İstanbul'da hiç bitki yetişmezmiş gibi renkli ampullerle donanmış plastik palmiyeleri getirip –üstelik mistik algısı yüksek- bir meydana dikemezsiniz. Süleymaniye'yi gölgeleyecek bir yapıyı dikemezsiniz, savunamazsınız.

Az önce belirtmiştim, bir çocuk politikasının yokluğunu. Çocuk politikası bir şemsiyedir. Bu şemsiyenin altında çocuğa dönük her türlü yapısal ihtiyaç ve çözümler belirlenebilir. Bu şemsiye olmadan, bu temel yaklaşıma sahip olmadan her şeyi parça parça konuşmuş oluruz. Buna çevre de dâhildir. Devlet, öncelikle çocuklarımıza özel bir yaklaşımı bütün boyutlarıyla içeren bir 'belgeye' sahip olmalıdır. Ki, bu belge atla deve değil, oluşturulabilir ve bildiğim kadarıyla bu alanla ilgili sivil alandaki kimi dostlarım zaten böyle bir altyapıyı hazırlamış durumda.

Çocuk, hayatın hiçbir alanından ayrı düşünülemez. Hayatın içindedir ve onunla her alanda ilişki hâlindedir çocuk. Bu gerçeği görüp-görmeme sorunu vardır. Gördükten sonra anlayıp-anlamama; anladıktan sonra da harekete geçip-geçmeme sorunu vardır.

Zaten nedir ki, her çocuk siz ilgilenseniz de, ilgilenmeseniz de büyümekte ve kimi zaman sizin asla çözemeyeceğiniz bir 'sorun' olarak karşınıza çıkmaktadır.

Bugünden sonra Türkiye'de çevre konusunda mutlaka çözülmeli dediğiniz, öncelikli sorunlar olarak gördüğünüz meseleler nelerdir?

Her şey insanda düğümleniyor. Çevreyi insan inşa ediyor ve o çevre insanları biçimlendiriyor. Bu itibarla 'insan'ı nasıl bir ortamda, nasıl bir eğilimle yetiştirdiğiniz aşırı önemli. Gerçek güneş ve su, gerçek kelimeler ve anlam, gerçek ekmek ve iletişim... Bunların hepsi ayrı ayrı önemli. Yapay bir ortamda yetişen bir zihinle, ancak yapay mevzuları konuşursun. Deneyiniz, içinde birazcık gerçeklik barındıran şeyler gençleri sıkıyor. Çoğu istiyor ki her şey dijital ekranlardaki gibi aksın ve herkes çizgi filmlerdeki gibi -ne olursa olsun- kalkıp neşeyle yürümeye devam etsin. Olsa belki iyi olurdu, ama henüz böyle bir şey yok. Aşırı gerçek bir dünyada, aşırı sanallaştırılmış algılar içinden geçip gidiyoruz. Uzun mesele. Stop.

MEVLÂNA İDRİS KİMDİR?
Çocuk edebiyatı alanında Türkiye'deki en önemli isimlerden biri kabul edilen Mevlâna İdris, 1966 yılında Kahramanmaraş'ta doğdu. 1989 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. İkindiyazıları, Diriliş, Dergâh, Albatros, Geniş Zamanlar ve Gerçek Hayat gibi birçok dergi ve gazetede, şiir, hikâye ve denemeleri yayınlandı. TV programları ve belgeseller hazırladı. Yazdığı çocuk kitaplarıyla birçok ödül aldı, bu kitaplardan bazıları çizgi f ilm haline getirildi. Dünyanın pek çok yerinde çocuk edebiyatıyla ilgili konferanslara ve çeşitli etkinliklere katıldı. Birçok ülkede eserleri hakkında bilimsel çalışmalar yapıldı. "Doğdum ve olaylar hızla gelişti" diyen yazar hâlen İstanbul'da hayatını sürdürmekte ve çalışmalarına devam etmektedir.
BİZE ULAŞIN