DÜNYA, ORTA DOĞU VE TÜRKİYE BAĞLAMINDA İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN SU KAYNAKLARINA ETKİSİ
İklim krizi günümüzde insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük tehditlerden biri olarak kabul ediliyor. Ancak bu kriz çoğu zaman sıcaklık artışları ile özdeşleştirilse de, etkileri en somut biçimde su döngüsü üzerinden hissediliyor. Yağış rejimlerinin bozulması, kuraklıkların artması, sellerin sıklaşması,
yeraltı sularının tükenmesi ve su kalitesinin bozulması, iklim değişikliğinin doğrudan sonuçları arasında yer alıyor. Bu nedenle iklim krizini anlamak ve yönetmek için konuyu bir su krizi olarak ele almak gerekiyor.
Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), iklim değişikliğinin gelecekte su döngüsü üzerindeki baskıları artıracağını açıkça ortaya koyuyor. Küçük sıcaklık artışları bile, yağışların miktar ve zamanlamasında büyük değişikliklere yol açıyor ve kuraklıklar daha uzun, seller
daha yıkıcı hale geliyor. Deniz seviyelerinin yükselmesi tuzlu su girişimini artırırken, aşırı yağışlar şehir altyapıları üzerinde baskı ve su kalitesi için risk oluşturuyor. Bu nedenle, su döngüsünün korunması ve onarılması iklim krizine uyum politikalarına yönelik küresel stratejilerin merkezinde yer alması gerekir.
Dünya'da suyun durumu ve Orta Doğu
Dünya yüzeyinin yüzde 70'i suyla kaplı olmasına rağmen, mevcut suyun yalnızca yüzde 2,5'i tatlı su ve bu miktar da eşit dağılmış değil. Orta Doğu, dünya nüfusunun yüzde 6'sına sahip olmasına karşın tatlı su kaynaklarının yalnızca yüzde 1'ine sahip. Bölge topraklarının yüzde 80'i çöl iklimine sahip ve ortalama yağış miktarı 238 mm ile dünya ortalamasının oldukça altında yer alıyor. Yıllık ortalama terleme-buharlaşma 2000 mm seviyesinde olup, buharlaşma nedeniyle yüzey sularında kayıplar büyük. Sonuç olarak kişi başına düşen su miktarı yıllık ortalama 763 m³ düzeyinde kalıyor, bu da dünya ortalamasının (7453 m³) çok altında.
Falkenmark endeksine göre Orta Doğu'daki ülkelerin çoğu su kıtlığı veya mutlak su kıtlığı yaşayan ülkeler. Ürdün, Suudi Arabistan,
Filistin, Katar, İsrail ve BAE gibi ülkelerde kişi başına düşen su miktarı 500 m³'ün altında. Bu nedenle geleneksel olmayan su kaynaklarına yönelim artıyor. Özellikle desalinasyon (deniz suyu arıtımı), bölgede temel bir çözüm yöntemi haline geldi. Dünya desalinasyon tesislerinin yüzde 70'i Orta Doğu'da yer alıyor ve arıtılmış suyun yüzde 60'ı bölgede tüketiliyor. Ayrıca atık suyun arıtımı ve yeniden kullanımı gündemde olsa da, Dünya Bankası verilerine göre Orta Doğu'da atık suyun yüzde 80'den fazlası halen arıtılmıyor.
Orta Doğu'da suyun kıt olması su kaynaklarının, devletlerin bekasıyla doğrudan ilişkili görülmesine neden oluyor ve bu durum suyu, yalnızca çevresel değil aynı zamanda siyasi ve güvenlik boyutlu bir meseleye dönüştürüyor. Bununla birlikte, bölgede su kaynaklarının yüzde 60'ı sınır aşan nitelikte ve bu durum devletlerarası ilişkilerde hem işbirliği hem de gerilim potansiyeli yaratıyor. Nil, Fırat-Dicle, Ürdün ve Yarmuk gibi nehir havzaları tarih boyunca ülkeler arası ilişkilerde belirleyici unsurlar arasında yer aldı. Dolayısıyla, su, yalnızca teknik bir konu değil, aynı zamanda jeopolitik bir
unsur olarak da ortaya çıkıyor.
İklim değişikliğinin su kaynaklarına etkisinin su kıtlığı bağlamında yoğun olarak hissedildiği bölgede, iklim değişikliğinin ortak bir tehdit olduğu bölge ülkelerince kabul edilen bir gerçeğe dönüştü. Bu ortak zorluk, aynı zamanda ülkeler arasında işbirliğini güçlendiren önemli bir unsur olarak da karşımıza çıkıyor. Özellikle son dönemde Ülkemizin yukarı kıyıdaş olduğu Fırat-Dicle Havzasında Türkiye ve Irak arasındaki işbirliği ve 2024 yılında imzalanan çerçeve anlaşması bu durumun en önemli örneklerden birini teşkil ediyor. Bu çerçevede gerçekleştirilen sulama ve içme suyunun verimli kullanımı sağlayacak teknikler, depolamalar, atık su arıtma tesislerinin inşası ve iyileştirilmesine yönelik teknik işbirlikleri hem iklim değişikliği ile mücadelede en önemli adımlardan biri olan su verimliliğini arttırıyor hem de ülkeler arasında güven ve işbirliğinin tesis edilmesine katkı sağlayabiliyor.
Türkiye'de iklim değişikliği
Türkiye, Akdeniz Havzası'nda yer alması nedeniyle iklim değişikliğinin etkilerini doğrudan yaşayan ülkelerden biri. Akdeniz Havzası, IPCC tarafından küresel iklim değişikliğinin en kırılgan alanlarından biri olarak tanımlanıyor ve sıcaklık artışlarının dünya ortalamasının üzerinde gerçekleştiği, yağışların ise belirgin şekilde azaldığı görülüyor. Akdeniz bölgesi küresel ortalamanın yüzde 20
üzerinde ısınıyor, bu da Türkiye'yi ciddi su riskleriyle karşı karşıya bırakıyor. Kişi başına düşen yıllık su miktarı yaklaşık 1300 m³ olup, Türkiye "su stresi yaşayan ülke" kategorisinde yer alıyor.
Son yıllarda yaşanan düzensiz yağışlar, uzun kuraklık dönemleri ve ani sel felaketleri bu kırılganlığı artırıyor. Türkiye'nin farklı bölgeleri iklim değişikliğinin etkilerini farklı biçimlerde deneyimliyor: Karadeniz Bölgesi yoğun yağış ve sel/heyelan riskleriyle karşı karşıya kalıyor, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri artan sıcaklıklar ve su kıtlığı baskısı altında, İç Anadolu Bölgesinde ise, azalan yağış ve artan buharlaşma nedeniyle tarımsal üretimde kayıplar ve yeraltı suyu çekilmeleri yaşanıyor.
Türkiye'de su kullanımının yaklaşık yüzde 70'ini tarımsal sulama oluşturuyor. Bu durum, tarımı iklim değişikliğine karşı son derece kırılgan hale getiriyor. Kuraklığa dayanıklı tarım yöntemlerinin sınırlı kullanımı, damla sulama gibi modern tekniklerin yaygınlaşmaması, gıda arz güvenliğini tehdit ediyor. Bununla birlikte, Türkiye'nin enerji arzında, üretimi doğrudan iklim koşullarına bağlı olan hidroelektrik santrallerin payı büyük. Akışların azalması ve yağışların düzensizleşmesi, hidroelektrik üretim kapasitesini düşürmüyor ve enerji güvenliğini tehdit ediyor. Bu nedenle enerji
politikalarında çeşitlilik ve iklim değişikliğine dayanıklı stratejilerin geliştirilmesi gerekiyor.
Türkiye'nin su diplomasisi
Türkiye, yalnızca ulusal düzeyde değil, bölgesel ölçekte de kritik bir konuma sahip. Ülke beş sınır aşan nehir havzasına ev sahipliği yapıyor; bunların üçünde yukarı kıyıdaş, ikisinde ise aşağı kıyıdaş konumunda. Bu durum, Türkiye'nin su diplomasisinde çift yönlü bir deneyim kazanmasına yol açıyor.
Türkiye'nin politika yaklaşımı suyu bir gerilim unsuru değil, işbirliği aracı olarak görmeye dayanıyor. Bu doğrultuda: Türkiye, iklim değişikliğinin su kaynakları üzerindeki etkilerine karşı hem ulusal düzeyde uyum sağlamayı hem de bölgesel ölçekte ortak çözümler geliştirmeyi hedefliyor. İklim krizine karşı direncin artırılması için, su döngüsünü merkeze alan bütünleşik politikalar hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu çerçevede, atılması gereken acil adımlar şunlardır:
1. Havza bazlı entegre su yönetimi: Her bir havzanın kendine özgü su potansiyeli ve riskleri dikkate alınarak, su kaynaklarının sürdürülebilir yönetimi sağlanmalı.
2. Akıllı tarım politikaları: Suya göre tarım ilkesi ile tarımsal sulamada su verimliliğini artıran modern tekniklerin (damla sulama gibi) teşvik edilmesi, kuraklığa dayanıklı yerli tohum ve ürünlerin desteklenmesi gerekiyor.
3. Yenilenebilir enerji çeşitliliği: Enerji üretiminde hidroelektrik santrallere olan bağımlılık azaltılmalı, güneş ve rüzgar enerjisi gibi su kullanmayan yenilenebilir kaynaklara daha fazla yatırım yapılmalı. Barajlarda buharlaşma kayıplarını azaltmak için yüzer GES'ler yaygınlaştırılması gerekiyor.
4. Dirençli altyapı ve erken uyarı sistemleri: Aşırı yağış ve sel baskınlarına karşı dirençli kent altyapıları inşa edilmeli, erken uyarı sistemleri geliştirilmesi gerekiyor.
5. Ekosistem restorasyonu: Ormanlar, sulak alanlar ve su ekosistemleri korunmalı ve tahrip olmuş alanlar restore edilmesi gerekiyor. Bu, hem su döngüsünün sağlığı hem de biyoçeşitlilik için kritik öneme sahip.
6. Toplumsal bilinçlendirme: Suyun kıymeti ve iklim krizindeki rolü konusunda toplumun her kesiminde farkındalık artırılması lazım. Su israfının önlenmesi bir yaşam biçimi haline getirilmesi gerekiyor.
İklim değişikliğinin, sadece sıcaklık artışlarından ibaret olmadığı açıkça görülüyor. İklim değişikliğini, gezegenimizin en temel kaynağı olan suyun geleceğini tehdit eden bir varoluş krizi olarak nitelendirmek mümkün. Türkiye açısından bu kriz, coğrafi konumu ve su kaynakları üzerindeki yoğun
baskı nedeniyle çok daha acil ve kritik bir nitelik taşıyor. İklim krizine karşı verilecek mücadelenin başarıya ulaşabilmesinin, ancak suyun küresel ve ulusal politikaların merkezine yerleştirilmesiyle mümkün olacağı düşünülüyor. Unutulmamalıdır ki, suyun korunması, sadece doğanın değil, aynı zamanda ekonomik sürdürülebilirliğin, toplumsal refahın ve gelecek nesillerin korunması anlamına gelir.
* Türkiye Su Enstitüsü (SUEN), Politika Geliştirme Koordinatörü
** Türkiye Su Enstitüsü (SUEN), Uzman