Beytullah Çakır: Modern hurafenin temeline din oturtuldu

Modern hurafenin temeline din oturtuldu
Giriş Tarihi: 6.12.2016 11:35 Son Güncelleme: 16.12.2016 11:55
Beytullah Çakır SAYI:30Aralık 2016
'Metafizik istihbarat' kavramlaştırmasıyla gündeme gelen ve isminden sıkça söz ettiren Oktan Keleş'le hurafeler meselesinden yola çıkarak derin bir sohbet gerçekleştirdik.

Türkiye'de 'metafizik istihbarat' kavramlaştırmasıyla gündeme gelen ve yaptığı araştırmalarla isminden sıkça söz ettiren araştırmacı yazar Oktan Keleş'le hurafeler meselesinden yola çıkarak derin bir sohbet gerçekleştirdik. Özellikle küresel sistemin dünyayı yönetirken hurafelere sıkça başvurduğunu ve birtakım manüpilasyonlarla insanların algılarını kirlettiğini belirten Keleş, bu tür oyunlardan kurtulmamızın öncelikli reçetesi olarak bizlere 'merkezler' belirleyen Kuran-ı Kerim'i gösteriyor.

Toplumda hurafe olarak değerlendirilen şeylerin bazılarının hurafe olmadığını biliyoruz. Ama günümüzde hurafe ve hakikat birbirine çok karışmış durumda. Bunun ayrımını nasıl yapabiliriz?

Öncelikle hurafe kavramının irdelenmesi gerekir. Bir batıl inanç vardır, bir de hurafe. İkisini birbirine karıştırmamak lazım. Hurafe, bir dinin anayasasında belirlenen kanunların aksi yönde hareket eden inançlara denir. Batıl inançsa kişilerin herhangi bir dine bağlı olmadan, şahsi ve kültürel anlamda inandığı, akıl ve mantık dışı, kişiyi bağlayan inançlardır. Önce bunu ayırmak gerekiyor. İslam dininde bir yasa var: Kuran-ı Kerim. Bir de bu dinin peygamberi var. Gelen ayetler ve uygulamalar apaçık ortada, Allah dinini tamamladığını söylüyor. Fakat sanki din tamamlanmamış gibi birçok varyasyon anlatılıyor kimilerince. Bazen de söylediğiniz gibi, aslında hurafe olmayan şeyler de hurafe gibi addedilebiliyor. Kuran'a sadık kalarak hurafenin ne olduğunu açıklamak gerekiyor. Kuran, dinin akla geldiğini beyan ediyor. Hurafe zannedilen şeylerin neden hurafe olmadığının kaynağı da 'din akla gelmiştir' kısmıyla alakalı. Kuran'da, sünnette çeşitli deliller bulunamadığı veya sadece ehli tarafından anlaşılacak deliller olduğu zaman çeşitli ekoller meydana gelir. Gazâli ekolü, İbn-i Sina ve Fârâbî'ye karşıdır mesela. Bu tezatın ortaya çıkmasında o günkü toplumun dini nasıl algıladığının da etkisi var. Tabii ki içinde bulunulan devrin konjonktürü de, siyasi akımları da bunu çok etkilemiştir. Mesela Emeviler döneminde dini meseleler çok fazla siyasallaşmıştır. İnsanları camide tutabilmek için dinin içine hurafeleri doldoldurmuşlardır. İslam dünyasında hurafenin kaynağına baktığımızda Emeviler dönemini görüyoruz esasen. Hanedanlarını ayakta tutabilmek adına İslam dininden meşruiyet aramışlardır kendilerine. Daha doğrusu aramamış, uydurmuşlardır. İşte o uydurulanlar da hurafe olmuştur. Özetle söylemek gerekirse hurafeler sömürü için üretilir. Ekonomik gelir elde edebilmek, makam, şan, şöhret sağlayabilmek, dünyevi hayatın garanti altına alınması gibi temel saiklerle üretilirler.

Mesela FETÖ tamamen hurafelerle yönlendirilen bir topluluk, Kuran'la değil. Kuran kelime-i tevhidi söylüyor ve "belirli kuralları yapmayan cennete giremez" diyor. Ama onlar diyor ki: "Hayır hocamız söyledi, Hıristiyanlar ve Yahudiler de cennete gidebilir." Öyle bir şey yok tabii. Kuran'dan tam karşılığını bulamayınca yorum olarak üretiyorlar bunları.

Said Nursi'nin bir sözünü hatırladım az önce siz konuşurken: "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşünce hakikate dönüşür, hurafelere kapı açar."

Bu biraz önce söylemiş olduğum meseleye bakış açısı da getiriyor. Kuran'ı Kerim müteşabih ayetlerin varlığından bahseder. Peki, nedir bu müteşabih ayetler? Kuran-ı Kerim, sadece ehlinin anlayabileceğini söyler bu ayetleri. Çünkü anlamları muhkem (açık) ayetlere göre daha kapalıdır. Keza yine Kuran'da bir ayette "ilimde derinleşenler anlayabilir" derken bunu söylemek istiyor. Tuhaftır ki insanlar, asıl anlamaları gereken ayetleri bırakıp da bu müteşabih ayetlerin peşine düşmeye çok meraklılar. Hatta bu durum yine Kuran-ı Kerim'de bir ayette vurgulanır ve böyleleri Allah'ın tenkidine uğrar. Malumunuz havas ve avam diye iki zümreden bahsedilir. Bu işlerde bir sığ sularda gezenler, bir de derinleşenler, dalgıçlar var. Dalgıcın yapacağı işi yüzme dahi bilmeyen biri yaparsa, birinin gördükleriyle diğerinin gördüğü bir olamaz tabiatıyla. Sen denizi görüyorsun diğeri denizin içindeki hayatı görüyor. İşte herkes ehil olmadığı konularda bir şey yorumlamaya kalkarsa buradan sıkıntı doğar ve hakikat de bir süre sonra hurafeymiş gibi algılanır.

Bazen hurafelerle çok karıştırılan havas ilimlerinden de bahsedebilir miyiz?

Bildiğiniz üzere Kuran-ı Kerim'in bir zahiri manası vardır bir de bâtıni… Bunu Kef Suresi'nde görebiliyoruz. Üç hadiseden bahsediyor bize Kuran-ı Kerim bu surede. Hz. Musa, Allah'ın; "Katımızdan ilim sahibi bir kul" (Kuran'da Hızır ifadesi geçmediğini belirtmemiz gerekiyor burada) olarak belirttiği bir kişiyle üç olaya şahit oluyor. Hızır, kendilerini karşı kıyıya geçiren bir gemiyi deliyor önce. Sonra küçük bir çocuğu öldürüyor. Ve sonra hiçbir karşılık beklemeden zalim bir halkın bulunduğu yerde yıkılmış bir duvarı onarıyor. Yapılan bütün bu eylemlere Hz. Musa itirazda bulunuyor doğal olarak. Hz. Musa, burada şeriatın zahiri yönünü temsil ediyor. Fakat Hızır Hz. Musa'nın itirazlarına; "Ben sana bu işin iç yüzünü anlatayım, bunların hiçbirini kendimden yapmadım. Ben bunları Allah'ın bilgisi dâhilinde, onun emriyle yaptım" diyerek karşılık veriyor. Hz. Hızır, burada bâtın ilmini, havas ilmini, ilm-i ledünü temsil ediyor.

Havas ilimleri, bâtıniyet manasında tarihi bir vakadır. Kuran-ı Kerim de bunun örnekleriyle doludur. Mesela bir ayette der ki: "Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz?" Şimdi o işaretler Allah'ın kuluyla temasta bulunduğu bir lisandır. Ağacın bir anlamı vardır, kuşun bir anlamı vardır… Hadiseler, olaylar sana bir şey söylüyor. İşaretin üzerine basmadan geçebilmek için o lisanı bilmek gerekiyor. Üzerine basmama kısmı bâtıni bir bakışa sahip olmakla gerçekleşir. Bu bir vakadır, haktır. Ancak bunu zaman zaman Hurufiler gibi ekoller farklı noktalara çekmişlerdir. Şekilsel, sembolik noktalardan ele alarak farklı anlamlar yüklemişler ve bu anlamlar İslam tasavvufu içerisinde de yer bulmuştur. Aslında hak bir ilim olan havasın, daha sonralarda bu işin ehli olmayanlarca taşınması ve anlamlandırılmaya çalışılması ne yazık ki birçok dezenformasyonun ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Bu da işin aslının kaçmasına, üzerinin örtülmesine neden oldu. Şunu da söylemek gerekiyor ki, havas ilmi sır ilmidir. Havas dediğin zaman sadece suret ilmi değil, gönül ilmi de işin içine giriyor. İşin içinde metafizik var, gönül erenleri ve pirler var. Bu ilme sahip olan ulular, bu ilmin bir kısmını insanlara nasiplerince gösterirler, fakat gösterirken de bu havas ilmidir diye açık etmezler.

Bugün dünya siyasetinin yönlendirilmesinde havas ilimlerinin rolü nedir peki? Özellikle istihbarat servislerinin paranormal tekniklerle iş yaptığı çokça konuşulur. Sizce bunda gerçeklik payı var mı?

İstihbarat servislerinin kullandığı birtakım metafizik metotlar var. Cinlerden büyüden faydalanırlar bu konuda. Birçok cephesi vardır bu metotların. Örneğin 'hüddam' dediğimiz, cinleri ve şeytanları kontrol altına alma ilmini kullanarak istihbarat toplamaya çalışırlar. KGB, MOSSAD, CIA hep kullanır bunları. Bunları, havas ilimleri üst başlığında toplamak mümkün… Genel anlamda bugün dünyanın havas ilmiyle yönetildiği söylenebilir. CFR, Masonik gruplar, Tapınakçılar, İllüminati gibi yapılanmalar bu işlere çok meraklıdırlar.

Bizde harp dairesi deyince akla hemen savaşa hazırlık, moral, taktik gibi anlamlar geliyor. Bu işin sadece bir boyutu... Bizim de Genelkurmay bünyesinde metafizik istihbarat sağlamak amacıyla oluşturulmuş birimlerimiz mevcut. Örneğin Genelkurmay teşkilatı içerisinde psikolojik harp dairesine bağlı olarak çalışan Türk Metafizik Timi var. Paranormal ve metafizik olaylarla da ilgilenen bir timdir bu. Bütün ciddi devletler de bu tarz bir istihbarat ağı oluşturmak zorundadır. Milletini, devletini dışardan gelecek saldırılara karşı korumakla yükümlüdür. Yeni şeyler üretmeli, mistisizmi, metafiziği de araştırmalıdır. Bu timin başında da Hz. Hızır veya onun makamında bir pir vardır. İnsanlar inansın ya da inanmasın; bu çok önemli değil. Sonuçta böyle bir yapı var. Buna kısaca biz 'manevi bir el' diyelim. Allah'ın desteklediği bu el olmasa, ülkemizin son yıllarda yaşamış olduğu bunca ciddi meseleye rağmen ayakta kalması ne kadar mümkün olacaktı? Başka bir ülkenin bu kadar ağır meselelere dayanabileceğini düşünmüyorum ben.

Bu söylediğiniz çok ilginç.

Bahsettiğimiz gibi havas ilmini teknoloji ile de harmanlarlar. Mesela geçtiğimiz senelerde oldukça kalabalık bir stadyumda sadece bir kişiye ulaşabilecek bir mesaj göndermeyi başardılar. Sesli bir anons yaptılar ve bu anonsun sadece bir kişiye ulaşmasını sağladılar. Böyle korkunç bir teknolojiyi paranormal, metafizik hadiselerle harmanlayınca ortaya nasıl bir şey çıkabileceğini bir düşünün. Beyin frekanslarınıza teknolojik ve metafizik yollarla nasıl müdahale edebileceklerini ve toplumları nasıl istedikleri gibi yönlendirebileceklerini düşünün. Siyasetçilere de uyguluyorlar bunu. Devletleri, dünya sistemini, toplumları kontrol altına almak için uyguluyorlar. Bütün bu metotların illüzyon, göz bağcılığı gibi simülatif kısımları olduğu gibi gerçekten metafizik yönleri de mevcut. Örneğin 30 sene öncesine kadar panik atak diye bir hastalık yoktu. Son yıllarda bunu çağımızın hastalığı diye lanse ettiler. Panik atağa bakıyorsun hiçbir fiziki hastalıkla eşdeğer değil. Psikologlara, psikiyatrlara soruyoruz "Nedir bu?" diye; cevap yok. Aslında sen, oluşturulmuş bir algıya maruz kalarak hastalanıyorsun. İnsanlara birtakım özel tekniklerle sürekli kaygı pompalıyorlar. Bırakın gelecek kaygısından duyulan endişeleri, her an bir şey olacakmış endişesiyle yaşatıyorlar insanları. Bu illetin kökenine baktığımızda belirli merkezlerden yapılmış metafizik yönlendirmeler olduğunu görüyoruz. Sende var olan tohumları çok iyi biliyorlar ve seni kaygıya, endişeye, korkuya yönlendiriyorlar belli teknikleri kullanarak. Sonucunda insanın beynini bu hastalık üzerinden kilitliyorlar resmen. Bu illet toplumda zincirleme olarak yayılıyor ve kolektif olarak olayları, hadiseleri ya düşünemez oluyoruz ya da onların istediği gibi düşünmeye başlıyoruz. İnsanlar bu hastalığa duçar olduklarında sadece kendilerinin derdine düşüyor doğal olarak. İşte toplum kitleniyor ve bütün toplumun bu hastalıktan doğan negatif enerjisi bir kaos meydana getiriyor. Tamamen savunmasız, gardı düşmüş bir toplum oluşmuş oluyor.

Peki, bahsettiğiniz bu gizli servisler dinimizde yer alan bazı meseleleri manipüle ederek istedikleri doğrultuda bir algı yaratmaya çalışıyorlar mı?

Bakın burada şunu da vurgulamamız lazım: Gizli servislerin hadisleri uyarlamasına dikkat etmemiz gerekiyor. Özellikle Mehdi'ye dair hadisleri kendi işlerine gelecek şekilde manipüle etmeyi çok iyi beceriyorlar. Efendimizin İstanbul'un fethini müjdeleyen meşhur hadisini, şehri Mehdi'nin fethedeceği şeklinde tahrif ederek pazarlamaya çalışıyorlar. DAİŞ bu noktadan çok yürüdü hatırlarsanız. Hâlbuki Fatih İstanbul'u fethetti ancak hadisin tahrif edilmiş yorumuna göre İstanbul'un Mehdi tarafından fethedilmesi öngörülüyor. Bu yoruma göre, İstanbul'un fethedilmesi için sözde tekrar işgal edilmesi gereklidir. "Mehdinin çıkmasını istiyor musunuz? O zaman işgal edildiği zaman ses çıkarmayın çünkü Mehdi o zaman gelecek" mesajı fısıldanır. Yani "İngiltere, Amerika, Rusya, Çin vs. işgal edecek, karşı koyma" diyor sana. Oyunlara ve tuzaklara, hurafelerin toplumu ve inancı nereye getirdiğine bakın… Buna inanan bir kitle var maalesef.

O zaman hurafe dediğimiz şey ya da yorumlarla hurafeleştirilmiş hakikatler, sadece gündelik hayatımızda değil bütün devletlerarası stratejik oyunlarda da etkili oluyor.

Kesinlikle. Global anlamda düşünmek lazım… Konuşmamızın ortalarında, istihbarat örgütlerinin dünya üzerinde nasıl planları olduğunu, neleri hedeflediklerini konuştuk. Bu örgütlerin bekasını sürdürmek için seni-beni beslemesi lazım. Bizi besleyebilmesi için bizim inancımızdan faydalanacak. Ama tabii ki bizim inancımızın doğrularını anlatacak değil. Bizim inançlarımızdan yola çıkarak hurafe üretmek zorunda. Hindistan'da yaşasaydık Hinduizm'den, Tibet'te yaşasaydık Budizm'den hurafeler üreteceklerdi. Bu toprakların hâkim dini İslamiyet olduğu için de İslamiyet'ten hurafeler yaratıp pazarlıyorlar işte!

İnsanların hurafeleri hakikatten ayırabilmesi yahut bu tuzaklara düşmemesi için ne yapması gerekiyor?

Bu güzel bir soru ama çok basit de bir cevabı var. Hurafeler nereden kurgulanıyor, bunların kaynağı ne? Din. Peki dinin asıl kaynağı ne? Kuran-ı Kerim. Herkesin Kuran'a yönelmesi gerekiyor. Kuran bize aklımızı çalıştırmamız gerektiği söylüyor. Ama ilginç bir ironidir ki, aklı çalıştırmasın diye üretilmiş hurafeler Kuran'dan insanları uzaklaştırıyor. Yapılması gereken; Kuran'a bakmak, Kuran kaynaklı olmak… Biz dostlarımızla yaptığımız sohbetlerde de söylüyoruz; "Biz bunları söylüyoruz diye buna inanmayın. Gidin Kuran'da bakın bizim söylediğimiz şeylere, var mı yok mu" diye. Çünkü ben de yanılırım, beni de düzeltirsiniz. En büyük, en önemli unsur odur. Maturidî inancında da "Aklı kimseye teslim etmeyeceksin" anlayışı hâkim. Hatta çok ilginçtir, belki iddialı bir şey; Kuran'a bile aklı teslim et demiyor. Şimdi diyecekler ki ne diyor bu zındık? O akılla Kuran'ı anla diyor. "Akletmez misiniz?" diyor, "Sindirmez misiniz?" diyor. Çünkü başka ayette hâlâ Kuran'ı sindiremeyenler var diyor. O zaman yapılması gereken ilk olarak kaynağa yönelmek, ikincisi aklımızı asla kimseye teslim etmeden, sorgulayıcı bir şekilde kullanmak. Falanca tarikatın falanca kolundan olursan ahirette sorgusuz sualsiz cennete gireceksin diyenleri görüyoruz. Ne güzel değil mi? Hiçbir şey yapmaya gerek yok. Falanca tarikatın falanca koluna mensup olalım, bitti. Ama dur bakalım, benim dinim, Peygamberim böyle bir şey diyor mu? Kuran ne diyor, "Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz!" O zaman sen hurafe anlatıyorsun bana hoca! Hocanın anlattığına göre kendi müntesipleri kurtuluyor fakat asıl kaynak, peygamberlerin bile hesaba çekileceğini söylüyor.

Biliyorsunuz ki başka hiçbir şeye gerek kalmadan sadece Kuran'ı rasyonel akılla algılayabileceğimizi söyleyen akımlar ve kişiler hayli fazla. Hatta bana sadece Kuran yeter, hadislere gerek yok denildiğine çokça şahit oluyoruz. Bunun dengesini nasıl sağlayacağız peki?

Sizin söylediğiniz Kuran'ı anlama metoduyla ilgili bir şey. Bakın Kuran size bilmediğiniz konularda gidip bir bilene sormanızı zaten söylüyor. Yani sizi yine bir bilene yönlendiriyor. Kuran'ı anlamaktan kastımız ne? Şimdi burada ikilem çıkıyormuş gibi gözükebilir ama aslında bu algı bir tuzak. Kuran her şeye yeter fakat bu benim Kuran'dan ne öğreneceğime bağlı. Kuran beni başka yerlere de yönlendirir. Mesela diyor ki: "Yemin ederim ki, muhakkak ki size, Allah'a ve son güne ümit besleyip de Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın Resulü'nde pek güzel bir örnek vardır!" Ne oldu şimdi, Kuran beni hayata yönlendirdi. Bilmeyenler bilenlere sorsun, ne oluyor, bir bilene soruyorum. Kuran tek kaynaktır ama Kuran'ın bize göstermiş olduğu merkezler vardır. Bunlar da Kuran'ın içerisinde değerlendirilmelidir. Ben bir Müslüman olarak bir kere ne yapmaya çalışıyorum, cenneti mi elde etmeye çalışıyorum ya da cennetten vazgeçtim cehenneme girmeyeyim bana yeter mi diyorum? Bunlar gerçekçi sorular ama bunlar kutuplaştırıldığı zaman, sadece Kuran yeter, sünnet bana yetmez tartışmalarına götürdüğüne şahit oluyoruz. Ama bunun da bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Kuran'dan kasıt Allah'ın kelamıdır, Allah her şeyi apaçık oraya koymuştur. Bir kılavuzdur. Hastalandım mesela kime gideceğim, doktora. Manava gidebilir miyim, hayır. Beyin cerrahının yaptığı işi bütün sülalemiz gelse yapamayız. Adamı öldürürüz… Kuran bize bunları çok açık söylüyor. Tabii ki kaynağın Kuran olacak ama yönlendirdiği yeri asla inkâr etmiyoruz. Yönlendirdiği yer tabii ki Peygamber Efendimiz. Mürşidi gösteriyor açıkça yani.

Bizi bütün bu yanlış yorumlardan, dini yanlış anlamaktan ya da hurafelere kapılmaktan koruyacak olan, mürşid-i kâmil denilen bir yol gösterici var. Bunu nasıl ayırt edecek bu insanlar?

Yıllar önce meşhur birine bir televizyon programında aynı soruyu sordum, cevaplayamadı. O zamanlar Ali Kalkancılar filan çok meşhurdu. Sakallı, sarıklı, cübbeli olması insanların kafalarında çizdiği şeklî evliya profiline çok uygundu. Hindulara bakıyorsun mesela onların da sakalı var ama adam Allah'a inanmıyor. Suretle olacak bir şey değil bu. Mürşit nasıl anlaşılır sorusunun cevabı senin ne aradığınla alakalıdır. Eğer ihlasla talep edersen Allah onu senin karşına çıkarır. Öncelikle mürşide, evliyaya dair kafamızda oluşturduğumuz putları yıkmamız lazım. Yesevî öğretisinde, meseleyi surete indirgemek şeytanın ameli olarak değerlendirilir. Allah şeytana; Âdem'e secde etmesini emrettiğinde, şeytan secde etmedi. Neden diye sorduğunda: "Onu topraktan beni ise ateşten yarattın. Ben ondan üstünüm" diyerek surete atıf yaptı. Meseleyi sadece buradan değerlendirme gafletine düştü. Biz de bazen aynısını yapıyoruz. Adamın sakalı, sarığı bilmem nesi yok deyip surete göre hüküm vermeye kalkıyoruz. Neyzen Tevfik'in mezar taşında bu konuyla ilgili çok güzel bir şiir vardır: "Surete bakmakla hüküm verme sakın, sireti gör. Gel, Hakkı temaşa ediyor/ Neyzen'i meyhanede görmüşsen ne çıkar?/ O meyhanede sarhoşken, Hakkı temaşa ediyor/ Kâbe'yi inşa ediyor." Meselenin özü itibariyle surete bakmamak gerekiyor. Mürşidi bulmanın yolu metodik değil, kalbîdir. Kalben istemektir ve böyle olursa Allah Teala onu mutlaka karşına çıkaracaktır. Fakat senin kafanda bir tabu varsa, karşına mürşit diye çıkarılanı da geri çevirirsin. Birçok insanın da yaptığı budur aslında. Karadeniz'de bir söz vardır: "Dışarıdan gördüm bir yeşil türbe, içine girdim estağfurullah bin tövbe." Mürşidimizi Allah'tan talep edeceğiz. Biz ihlasla bunu istemeyi başarabilirsek ayet ve adetullah gereği mürşidimiz karşımıza çıkacaktır inşallah. Bunun kıyamete kadar da böyle süreceğine inanıyoruz. Mürşitlik/müritlik meselesi aslen kalbî bir meseledir. Kalbî meseleler ise lisanla anlatılamaz. Bu hâl lisanıdır ve bu hâl seni sürükler, kendine doğru çeker…

Hurafeler, yanlış itikatlar toplumu çok yanlış mecralara da sürüklüyor, bölünmelere, parçalanmalara neden oluyor. Hurafe çok basit bir mesele değil yani…

Kesinlikle değil. Düşünün global anlamda ülkeler, gizli servisler bunları kullanabiliyor dedik. Mesela bilim ve teknolojinin had safhada olduğu Almanya'nın Türkler üzerinde hurafeye dayanarak kullandığı bir örnek verelim burada. Basit bir istihbarat raporunda kullanılmış bir bilgi bu anlatacağım. "Çalışmak ibadettir" diyor Alman. Bizim Türkler de saf temiz Anadolu insanı tabii, dolayısıyla "Alman gâvuru dahi olsa onun makinesinde ibadet yapar gibi çalışacağız, işimizi hiçbir şekilde aksatmayacağız zira günahtır bu" şeklinde algılıyorlar. Makineye yaptırılan katkıya bakar mısınız? Hurafeden yola çıkıyor, dini bir sosa buluyor ve seri üretimini arttırıyor. Hurafelerden yola çıkarak, telkin yoluyla insanı öyle bir noktaya getiriyorlar ki, adamlar insan üzerinden teknolojisini götürüyor. Kiliselere mum diken namazında niyazında hacılarımız var maalesef. Sömürü düzenine bağlı global ekonomi, kendi yansımasını bize esasen hurafeler üzerinden empoze ediyor. Mesela Sevgililer Günü, Anneler Günü, Babalar Günü…

Bunlar modern hurafelere giriyor daha çok değil mi?

Evet ama bu modern hurafelere de baktığımız zaman, bu anlatmaya çalıştıklarımızın camilerde hutbesi okutuldu bu ülkede. "Sevgililer Günü'nde kötü olan ne ki? Allah kâinatı sevgiyle yaratmadı mı? Habibullah Allah'ın sevgilisi demek değil midir?" gibi söylemlerle dine bağlanmaya çalışıldı mesele resmen. Modern hurafenin temeline din oturtuldu.

Hurafe dediğimiz zaman insanların aklına din ve maneviyat konuları geliyor ilk önce. Ama seküler dünyanın da kendine has hurafeleri yok mu? Mesela ideolojiler aslında bize hurafeleştirilerek sunulmuyor mu?

Zaten sekülerizmin temelinde bu var. Modern sistemin de kendine dair hurafeleri var çokça. Sübliminal, illüzyon, görsel, sözel, algı yönetimi, beyin yıkama, medya… Hepsi hurafelerle meydana geliyor, kendilerini hurafelerle var ediyor. Ama iş yine dönüp dolaşıp "Gâvur böyle demiş tamam ama babaannemden buna yakın bir şey duydum. Babaannem de hacıydı." Yani yine bir şekilde dine bağlama durumuyla karşı karşıya kalıyoruz. Burada belki de hurafeyi yeniden tanımlamamız gerekiyor. Mesela "Bankada 1 milyon liram var" diyorsunuz. 1 milyonun kendisi illüzyon, yanınızda değil. Burada rakamsal bir ifade söz konusu ve o para bir yerde. Sayı üzerinden oluşturulan illüzyona dikkat edin lütfen. Dünya sistemini hurafeler üzerine öyle bir şekilde oturtmuşlar ki, hepimiz bunu kabulleniyoruz gördüğünüz üzere. Bugün; "demokrasi götürüyoruz" sloganı altında Ortadoğu'da yaşananları görüyoruz. Alın size Batı'nın en büyük hurafesi işte.

Sistemin içinde var olan hurafelerden bahsettiniz hocam. Bunun dışında çok da sistemin işine yaramayan daha çok insanları etkileyen çaput bağlamak, gece tırnak kesmemek, akşam ezanından sonra dışarı su dökmemek gibi hurafeler var…

Ben bunların çoğunun hurafe olduğunu düşünmüyorum. Bunların gerçekliğine inanıyorum. Özellikle bazı ilahiyatçılar arasında bunların çok net hurafe olduğuna dair söylemler var. Halk içinden birileri Telli Baba'ya gitmiş ondan bir şey isteniyor deniliyor. Bizzat türbeden ya da telden bir şey dilendiği yok ki orada. Mübareğin ruhaniyetini vesile kılarak Allah'tan dileme var. Bunlar hurafe filan değil. Bunlara hurafe dedikçe iş mezar düşmanlığına geliyor. Biliyorsunuz mezarı bidat gören kafalar var. Bu çaput bağlama işi örneğin eski bir Türk âdetidir. Kökeni arkaik dönemlere kadar uzanır. Ağaç dikme âdetine dayanır. Türklerden gele gele Türk tasavvuf anlayışına girmiştir. Mesela Hacı Bektaş-ı Velî'nin türbesinde dut ağacı vardır. Bir tanesini dahi yiyemezsiniz o dutların. Başında bekleyen görevli vardır. Sadece ağaçtan düşeni nasiplisi yiyebilir. Hatta inanışa göre o ağaç kesilmediği sürece Türk devleti Anadolu'da baki kalacaktır diye rivayet olunur. Buna binaen devletimiz de o dallardan koparıp muhtelif yerlere dikmiştir. Düşünün devlet bazında yapılan bir hadise bu. Mesela Anadolu'da kesilen kurbanların kafası kapı eşiklerine asılır. Burada Türklerin şeytanla olan mücadelesinin sembolik bir anlatımı söz konusu… Kurban kafasının kapıya asılması da şeytana yapılan bir nazire aslında. "Bak ben Tengri için kurbanımı kestim bu da ispatı, kapımdan geçemezsin" demek gibi bir şey bu. Yine ölülere dua kültürü eski Türklerde çok yaygın bir durum. Ata kültü çok önemli bir şey çünkü. Hatta bir yerden bir yere göç edilirken mezardan naaş çıkartılır ve göçülen yere yeniden defnedilir. Karadeniz'de bugün mezarların evlerin önünde olmasının sebebi de bu âdete dayanıyor aslında. Oğuz âdetidir. Atalarla birlikte yaşama ve öğretilerini hiç unutmamaya dayanan bir gelenek bu. Bunu sürdürülebilir bir kültür olarak değerlendirelim hiç değilse. Sonuçta biz o kapının üstüne taktığımız kurban kafasına tapmıyoruz. Bunu unutmamak lazım. Her şeyi hurafeleştirirsek elimizde ne kültür kalır ne de başka bir şey. İşte o zaman da dini 'afyon etkisinde bir şeye' indirgemiş oluruz diye düşünüyorum.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

OKTAN KELEŞ KİMDİR?

Aslen Trabzonlu olup, 1970 yılında İstanbul Fatih'te dünyaya gelmiştir. Türk ve dünya tarihi açısından önemli bilgi ve belgeleri ilk defa yayınlamasıyla tanınan Keleş, özellikle Türk tarihi açısından yaptığı araştırmalar ve gündeme getirdiği konularla ön plana çıkmıştır. Birçok araştırması yurt içi ve yurt dışında dizi ve filmlere konu olmuştur. Aynı zamanda tasavvuf alanında da çalışmaları bulunmaktadır. Bazı bakan ve siyasi parti başkanlarına başdanışmanlık yapmış, devletin hassas birimlerinde önemli görevler üstlenmiştir. Halen faaliyette bulunan Kalperen Ocakları Derneği'nin kurucusu ve onursal genel başkanıdır. 2016 Yılında TASAM tarafından yılın yazarı ödülünü alan Keleş'in yayımlanmış eserleri şunlardır: Bir Meczubun Rüyası (2006), Melami Savaşları (2007), Melekler Ağlarken (2008), Asa (2011), Deruni Devlet-Kutsal Halı (2012), Sırdaş: Abdülhamid Han'ın Bilinmeyen Sırları (2014). Türk tarihini anlatan ilk çizgi roman olma özelliğindeki Kulbak Bilge romanı ise yazım aşamasındadır.

BİZE ULAŞIN