Lacivert Yazı İşleri: Resim öğretmenim bile olmadı

Resim öğretmenim bile olmadı
Giriş Tarihi: 17.5.2018 14:49 Son Güncelleme: 17.5.2018 15:14
Matematiğe kendinizi kapatamazsınız. Felsefeye, sanata, edebiyata, teknolojiye de kapatamazsınız. Üretilmiş olan ne varsa gelir sizi bir şekilde bulur.

HASAN AYCIN KİMDİR?

20.09.1955'te Balıkesir'in Aslıhantepecik köyünde dünyaya geldi. İlkokulu köyünde (1966), İmam-Hatip Okulu'nu Balıkesir'de (1974) bitirdi. Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nden (1980) mezun oldu. 1975-1982 yılları arasında Merinos Fabrikası'nda (Bursa) grafiker olarak çalıştı. Bir süre Balıkesir'de pazarcılıkla meşgul oldu. Askerliğini kısa dönem olarak Menemen'de (1983) yaptı. 1984 yılında İstanbul'a yerleşip serbest grafikerliğe başladı. Kayıtlar dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Hâlihazırda çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürüyor. İlk çizgisini 03.02.1978'de Yenidevir gazetesinde yayımladı. Millî Gazete ile Mavera, Yönelişler, Aylık Dergi, İslâm, Kadın ve Aile, Gül Çocuk, Mavi Kuş, Birdirbir, Inquiry, Kardelen, Kayıtlar, Kitap Postası, Kudüs, Elif ve Mostar dergilerinde çizgileriyle yer aldı. Halen Yedi İklim, Hece Öykü, İtibar, Tohum, Kur'ani Hayat dergileri ile Yeni Şafak gazetesinde çiziyor. Eserleri: Bocurgart, Gece Yürüyüşü, Asâ, Kulbar, Müşahedat, Esrarname, Keloğlan, Gözgü, Sahipkıran, Güneşin Altında, Kırk Hadis Kırk Çizgi, Ahzan, Nun, Zılal, Kudüs Ey Ey, Sayha, Üns, Bin Hüseyin, Hub, Sarp Geçit, Eyse.

Uzaktan eserleriyle tanıdığınız insanlarla yüz yüze gelmek hep tedirgin edici bir durum olmuştur. "Ya eserlerindeki gibi biri değilse" düşüncesi tetikler bu tedirginliği. Hasan Aycın ile tanıştığınızda bu tedirginliğin boşa çıktığını görürsünüz. Aycın'ın çizgilerindeki nezaket ve bilgeliğin aslında bizatihi kendisinden doğduğunu, kendisinin de söylediği gibi eserin "sanatçının oluşturduğu havuzun dışarı yansıması" olduğunu onunla oturup konuştuğunuzda doğrudan hissedersiniz. Çizdiği gibi, olduğu gibi dertli bir sanatçı o. Çizgileriyle bir neslin vicdanına tercüman olmuş ve mevzisini daima hakkın ve haklının yanında almış olan Aycın'la menkıbelerden, çocukluk hatıralarından, çizgi sanatından ve bu dünyadaki konumumuzun ne olması gerektiğinden bahseden bir sohbet gerçekleştirdik.

Sizi elbette sanata yönlendiren bazı sebepler oldu. Bu sebepleri de çocukluğunuzda arayacak olsak neler söylemek istersiniz?

Yalnız bir çocukluğum vardı, hastaydım, ilkokul ikinci sınıfa kadar yürüyemedim. Hayata ilişkin ilk keşfettiğim şey ağrıydı diyebilirim. Ağabeyim, üç yaşını doldurmadan ölmüş benden önce. Adını bana vermişler. Ailede hep onu konuşurlardı. Cennetteydi ve adaşımdı. İnsanoğluna belki şunu söylemek lazım: Allah'ın insana en büyük lütfu annedir. Ben her şeyi annemin yüzünde görürdüm. Ümmiydi, mütevekkildi, titrerdi üstüme. Yürüyemezdim, toprağa oturur, yorulduğumda sırtüstü uzanır doğayı, börtü böceği, kuşları, gökyüzünü izlerdim. Bütün gün batımlarını izlemiştim mesela. Kendi yürüyüşüme tanık olmuştum. Yürüdüğümü ilk olarak babam, annem, bir de teyzem görmüşlerdi. Rahmet olsun hepsine. Avlumuzda, kollarımı açıp ayaklarımı sürüyerek anneme doğru ilk adımlarımı gören babamın kasketini yere vuruşunu, olduğu yere çömen annemin gözyaşları içinde mütebessim, mütevekkil ve o dupduru yüzünü unutamam. Arif Ay'ın; Adı Hasan Aycın Olan Şiir'de dediği, elimde "karıncaların sözlüğü"nün olduğunu sonradan fark edecektim.

Çizgiye başladığınız dönemde size nasıl çizmeniz gerektiğini söyleyen yahut sizi yönlendiren birileri oldu mu, nasıl çizmeniz gerektiğini kendi kendinize mi buldunuz?

Hayır, ben buldum dersem yalan olur ama yönlendiren de olmadı. Çizgiden hep sakındım ve sakındırıldım. Bu yüzden de bir süre peşinden gitmedim, kendimi çektim. İşin ilginç yanı beni sakındıranlara minnet gözüyle bakıyordum. Annem beni sakındırdığında ve sonrasında beni seven insanlar ahiretimden kaygı duydukları için böyle yapıyorlar diye düşündüm. Diğer yandansa bırakamıyordum bir türlü. Çıkar bir yol bulmaya çalışıyordum. Sürekli; "Allah'ım yüzümü kara çıkaracak bir iş gelmesin elimden, benim ve beni sevenlerin yüzünü ak edecek işler gelsin" diye dua ediyordum. Bilinçli bir arayış içinde değildim elbette ama geçmişin birikimini hep önemsedim, âlemin yokluktan varlık sahnesine gelişini, cenneti cehennemi, insan öncesini, insanın dünyaya gelişini, insanlığın serüvenini ve bunların hikmetini düşünmeden edemedim.

Çizginizin olgunlaşma süreci nasıl oldu, kim sizi teşvik etti bu konuda?

Bu konuda beni teşvik eden Osman Bayraktar oldu. Ben o vakitler iktisatta okuyorum, o sırada benden birkaç çizgimi aldı ve Yeni Devir gazetesine gönderdi. Gazeteyi ben de okuyordum o zamanlar, hatta bütün gençlik Yeni Devir okuyordu neredeyse. Çizimlerimi oraya gönderdikten sonra, gazetede çizim konusunda uzman olan arkadaşların, çizimlerimi hangi aletlerle ve hangi kâğıtlara yapacağıma dair bir tavsiye mektubu yazacaklarını söyledi Osman. O mektup gelmedi ama ilk çizgim 3 Şubat 1978'de yayımlandı.

İlk çizginiz yayımlandıktan sonra size çizginiz konusunda tavsiyelerde bulunanlar oldu mu?

İsmet Özel o zaman; "Sen kendi çizgini çiz, patronlar ne ister diye düşünme" demişti. Tabii bu benim için iyi bir uyarıydı. Heyecanlı gençlerdik. Türkiye'nin ve dünyanın gerçekleri vardı. Birlikler, dernekler kuruyorduk, afişleri ben hazırlıyordum hatta. Rahmetli Necip Fazıl'ı ve edebiyat dergilerini takip ediyorduk. Çizgilerimin çıktığı sayfanın sağında İsmet Özel, sol tarafta genellikle Rasim Özdenören vardı. "Simgesel çizmeye başladın, imgesel çizmeye devam etmelisin," demişti İsmet Özel.

Yeni Devir Gazetesi ile başlayan süreçten sonra sizi genel olarak hep edebiyat dergilerinde gördük…

Bu normal çünkü Müslümanlar mizah dergisi çıkartmıyorlardı, dolasıyla Müslüman olarak katılabileceğim bir mizah dergisi yoktu. Takip de etmiyordum mizah dergilerini. Takip ettiğim dergiler edebiyat dergileriydi. Şairleri de kıskanırdım üstelik. İsmet abiye de söylemiştim bunu, o da ressamları kıskandığını söylemişti. "Şairin bütün yoğunlaşması, didişmesi zihnîdir. Ressamlar en azından kâğıda dökerken dinleniyorlar" demişti. Hiç öyle bakmamıştım ama doğruydu sonuna kadar. Düşününce en keyifli anlarımın çizerken ki zamanlar olduğunu fark ettim. Bu yanı olmasa çekilir şey olmayabilirdi.

İlk çizginizin yayımlandığı sırada iktisatta okuduğunuzu söylediniz. Neden güzel sanatlarda eğitiminize devam etmediniz?

Okumak istedim. Güzel de puanım vardı üstelik. O zamanki adı Beşiktaş Güzel Sanatlar Akademisi olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girmek istemiştim fakat imam hatipli olduğum için kapıdan döndüm. İyi ki almamışlar. Şimdi kimseye borçlu ve bağımlı değilim en azından. Bu durum işimi kolaylaştırıyor. Ortaya kayda değer bir şeyler koyuyorsanız ve onlardan hareketle sorular soruluyorsa size, kem küm etmeden dürüstçe cevap verebiliyorsunuz. Olması gereken de bu.

Biraz da işin felsefesine gelirsek; bir söyleşinizde, uğraştığınız iki alan olan çizim ve romanın bizim medeniyetimizde olmadığını, hatta bizim bile kendi medeniyetimize ait olmadığımızı söylüyorsunuz. Biz nasıl bize ait olacağız?

Bidatler temelinde söylemiştim onu. Bir anlamda roman da karikatür de bidattir ve bugün bizi kuşatan ne varsa aslında bidattir fakat şunu söylemeye yanaşmıyor kimse: Biz de bidatiz. Yani sonradanız.

Bu halimizle mi, bu dünya içindeki konumumuzla mı?

Bidati de bugünden bakarak yeniden tanımlamamız lazım. Kendimize göre değil ama kendimiz olarak kavrayıp tanımlamalıyız. Geçmişin birikimini ve o birikimi ifade etme konusunda bizim en önemli tutamacımız olan kavramları bihakkın kavrayabilmemiz için yeniden dillendirip tedavüle koymak gerekiyor. Bugünden bahsediyorum çünkü başka zamanımız yok.

Geçmişi yeniden üretmek mi, yoksa bu zamanın ortasında kendimizi üretmek mi?

Geçmişi yeniden üretmek de diyebiliriz, geçmişle beraber kendimizi üretmek de diyebiliriz ama bence zorunda değilsek böyle ifade etmeyelim. Sık sık başvurduğum bir menkıbe vardır: "Bayezid-i Bistami bir gün Bağdat sokaklarında müritlerinin önünde yürür, konuşmaz. Müritler de hayıflanırlar şeyhleri onlarla konuşmadığı için. Dar bir sokakta bir köpekle karşılaşırlar. Köpek Bayezid'e bakar, o köpeğe bakar, çekilir, köpeğe yol verir ve köpek geçer. Bunu fırsat bilen bir mürit çıkışır: Bize itibar etmiyorsunuz ama ona arzı hürmet ediyorsunuz bu ne iştir, der. Bayezid cevap verir: O köpek bana; 'Ey Bayezid seninle benim aramdaki fark ne ki? Seni insan, beni hayvan gönderdiler' dedi." Menkıbe bu şekliyle bugünün insanına hitap etmez çünkü biz şunu biliyoruz; köpekler hiçbir zaman konuşmadı, sadece insanlar konuştu. Bayezid köpeğe baktı ve kendisiyle konuştu. İbret gözüyle baktı ve o sözü kendine söyledi. Bugün böyle ifade ederseniz karşılığı olacaktır. Bazı şeyleri söylemek gerekiyor ama niçin söyleyeceksiniz, neye binaen söyleyeceksiniz ki yerinde olsun? Elbette bugünkü gerçeklere binaen söyleyeceksiniz.

Burada sanatın yeri ne peki, Müslüman sanatçının rolü ne?

Ben, bizim olan yahut bizim olmayan kadar sert bir ayrım yapma taraftarı değilim. Biz, yokken var olduk ve bu bizim irademizle olmadı. Olmayan bir şeyin iradesi, seçimi, isteği, arzusu, niyeti olmaz. Var edenin var etmesiyle var olduk. Zamanını da, mekânını da seçmedik. Buradayız ve bir anlamda İbn Tufeyl'in adadaki Hay bin Yekzan'ı gibi yavaş yavaş kendimizi buluyoruz/bulacağız. Sorular soracağız. Cevaplar ise; ya geçmişin haberleri olarak gelecek ya şifahi inanışlar ve söylemlerden gelecek yahut da üretim ve düşünce yoluyla gelecek.

"Geçmişin haberleri olarak" nasıl cevap alabiliriz sorularımıza?

Geçmişin bütün birikimini devasa bir çöplüğe benzetiyorum. Ahir zaman çöplüğü... İçindeki hakikat incisini buluncaya kadar onu aktarmak zorunda gibiyiz. Mesela matematiğe kendinizi kapatamazsınız. Felsefeye, sanata, edebiyata, teknolojiye de kapatamazsınız. Üretilmiş olan ne varsa gelir sizi bir şekilde bulur. Siz zaten bunların içindesiniz; ya bulduğunuzla yetineceksiniz yahut ben bir şeyi arıyorum diyeceksiniz. Hay bin Yekzan'ın yaptığı odur aslında. Bulacağımız şey yükümlülüğümüzdür, kimliğimizdir, kişiliğimizdir. Yunus Emre, "Ete kemiğe büründüm/Yunus deyü göründüm" diyor. Bu söze "ene'l hakk" penceresinden bakarsanız başka bir yere varırsınız. Ben Esrarname'de oradan değil de, kendi varoluşumuz açısından bakmaya çalıştım. Yaratıldıktan sonra bir bakıyorsunuz kendiniz oluyorsunuz, başkası olmuyorsunuz. Kimse sizi başkasıyla karıştırmıyor. Ne sizin zamanınızdakiler ne sizden öncekiler ne de sizden sonra kıyamete kadar gelecek olanlar… Biricik olarak sizsiniz. O zaman şükürler olsun ki sınırlar var diyorsunuz. Arayan bulur, diyor Cüneyd-i Bağdadî. Bulan arar, diyor Ebubekir Şiblî.

Bu sizin "acziyetin gücü" dediğiniz mesele herhalde değil mi?

Bence acziyetin ötesine taşan yanları var. Fetihlerin izini de buralardan sürebilirsiniz; 700 küsur yıl öncesine gittiğinizde Osmanlılar da yoktu. 1000 yıl öncesine gittiğiniz zaman bırakın Anadolu'yu, benim soyum bile Müslüman değildi. Ömer Lekesiz, Feridüddin Attar ile ilgili bir yazı yazmıştı, Kayıtlar dergisindeydi sanırım. Attar'ın bu dünyadan nasıl gittiğini hiç merak etmemişim, Ömer yazısında bundan bahsetmişti: Attar yaşının kemale erdiği, pir-i fani olduğu bir zamana denk gelen bir Moğol istilasında esir düşüyor. Moğol çapulcusu esir pazarına çekiyor onu. Bir Müslüman da Attar'ı almaya kalkıyor, iyi de para veriyor. Moğol, şöyle âlimdir böyle âlimdir diyerek övüyor Attar'ı. Attar ise alıcısı olan Müslüman'a; "Yapma, o parayı verme, ben o kadar etmem" diyor. Peki ne kadar edersin, diyor adam. Ötede atların başına takılan bir saman torbası var, Attar onu göstererek, ancak bir torba saman pahası ederim, diyor. Bunun üzerine Moğol bir hışımla başını uçuruyor Attar'ın. Şimdi, baktığımız zaman Attar beni niye etkilesin? Benim dilimde konuşmuyor, benim dilimde yazmıyor ama öyle şeyler yapıyor ki kıyamete kadar kalacak eserler bırakıyor. Hâlbuki ben Attar'ın kaleme aldığı şeylerden bihaberim. Osmanlı yıkılmış, yeni bir rejim gelmiş. İnkılaplar olmuş; kılık kıyafet değişmiş, harf değişmiş. Ben önceki dili de, yazıyı da unutmuşum. Kuşaklardan kuşaklara aktarılan insan soyunun en son ve en zengin mirasını dedemden alamamışım. Yeni bir nizam kurulurken maarifte dünyanın kayda değer eserlerini bu ülkenin çocuklarına kazandırmaya çalışmışlar. Şark Klasikleri adı altında Attar'ın eserlerini devlet kitapları olarak basmışlar. Ben böylece Attar'la buluşmuşum. Peki şimdi sebepleri nasıl lüzumsuz sayarım? Günümüzün gerçeklerini nasıl es geçerim? Sonuç itibariyle bunlarla imtihan oluyoruz. Bu mekân benim için önemli çünkü güneşe buradan bakıyorum. Başımı diktiğim zaman gördüğüm gökyüzüne buradan baktım. Ayı, yıldızları hep buradan gördüm. Kelimeleri burada öğrendim, insanları burada tanıdım. Taşı, toprağı, evleri yeryüzünün bu köşesinden tanıdım. Bunları yaşadım ve hayatım oldu.

Hamzaname ve Battalname'yi yeniden yorumlamanız da bu sebeple mi gerçekleşti?

Belki orada daha çok yüzleşme dediğim bir tarafı var işin. TRT tek kanal olduğu zamanlarda Herkül diye bir dizi yayınlanıyordu ve biz de zevkle izliyorduk. Aynı zamanda çocuklar için de He-Man diye bir çizgi film vardı o günlerde. Hemen akabinde Simyacı kitabı yayınlandı ve çok sattı. Hatta tiyatro olarak da sahnelendi. Yazarı Türkiye'ye davet edildi. Epey pazarlandı kitap, liste başı kaldı uzun süre. Simyacı'nın peşinden Pinhan'ı okumaya kalktım. Okuyamadım, yarım bıraktım. Sonra çocuklarım görmesin deyip kütüphanemden çıkardım kitabı. O arada geçmişin mirası olan el yazması kitapların arasından bazılarını çocuklarım için Latin harflerine aktardım çünkü az çok Osmanlı Türkçesine aşina olmalarını istedim. Hamzaname de bunlardan biriydi. Arkadaşlara iki yıl boyunca, "Biri bunun romanını yazsın" dedim durdum. Olmadı. Sonra Ali Haydar (Haksal); "Galiba sen yapacaksın bu işi" dedi. Ben o zamana kadar herhangi bir şey yazmış değildim, böylece çıktı ortaya o kitap.

Biraz da teknik konulardan bahsedelim isterseniz. Çizgide süreç nasıl işliyor?

Artistlik yapanlar çok olur, ben kendimce cevap vereyim. Bu işin temelinde acı var. Varlığın, var oluşumuzun temelinde de acı var. İnsanlığın en temel kaygısı ise cennete tekrar dönememe kaygısıdır. Doğru olan kaygı da budur. Gurbetteyiz. Geçmişin olayları da, bugün gözümün önünde cereyan eden olaylar da böyledir. Hep ayrılık, acı, kan var. Bunlara gözünüzü kapatmayacaksınız. Siz birer tanıksınız, gücünüz yettiğince tanık olacaksınız ve dillendireceksiniz. Sanatçının içinde bir havuzu vardır, her şey ona dolar. Gözünüzle görürsünüz, kulağınızla işitirsiniz, havuz dolar. Görmemeye ve duymamaya güç yetiremezsiniz ve böylece havuz hep dolar. Havuzun muhteviyatı birbirine karışır ve içindekiler birbirini mayalar. Sızdırmamaya, taşırmamaya özen gösterirsiniz ama güç yetiremezsiniz. Dışlaştırırsınız ister istemez. Dilinizle somutlaştırırsınız; teganni olur, söz olur, şiir olur. Elinizle somutlaştırırsınız; yazı olur, tezhip olur, resim olur, çizgi olur.

Tam çizgi sürecini anlatmışken sormak gerekiyor sanırım; çizgilerinizin siyah beyaz olmasının bir sebebi var mı, yoksa sadece teknik bir mesele mi?

Picasso'ya "mavi dönemini" sormuşlar, züğürttüm ve en ucuz boya da maviydi o dönem, demiş. Birincisi, hakikaten param yoktu. Bugüne kadar paralı biri de olmadım, pahalı malzemelere bütçe ayırmak bir yana merak bile etmedim. İkincisi, ressam olmak gibi bir niyetim de olmadı. İlkokulda, ortaokulda ve sonrasında resim öğretmenim bile olmadı. Hasbelkader bir iki genç ressam arkadaş dışında çevremde ressam da olmadı. Matbaa sektöründe aktif bir hayatım oldu ama.

Matbaa ile bağlantısı nedir?

Aslında dört ana renk vardır; siyah, mavi, sarı, kırmızı. Bütün renk tonları bu dördünün belli oranlarda karışımlarından oluşur. Bunların tam karışımının sonucu siyahtır. Örtücüdür siyah, diğer bütün renkleri içinde barındırır. Benim felsefemde asıl renk renksizliktir. Nur, lekesiz bir aydınlıktır, apaydınlık. Karşısına bir şey koyduğunuz zaman renge dönüşür. Adını koyabilir beyaz diyebilirsiniz o zaman, ak diyebilirsiniz. Nihayetinde sanat çabası, damlada okyanusu görme çabası misalidir. Gören görür, lâkin çabasız olmaz. Edebince ve usulünce ifade etmedikçe de gördüğünün, daha doğrusu neyi gördüğünün farkında olamaz.

BİZE ULAŞIN