Nurullah Genç: Dedemden dinlediğim masallar bulutlar alın beni

Dedemden dinlediğim masallar bulutlar alın beni
Giriş Tarihi: 15.3.2018 15:02 Son Güncelleme: 15.3.2018 15:02
Akşam namazından sonra dedemin rehberliğinde misafir odasında toplanan köy büyükleri, Peygamber Efendimizin hayatını anlatan kitaplar okurlardı. Kapıya yakın yerlerde yan yana dizilir ve heyecanla onları dinlerdik.

Dağ başını duman almıştı. Bunu bilirdik ama gümüş dereden haberimiz yoktu. Sonradan öğrendik onu da. Öğrendik ve anladık bize ait olanla olmayanın neleri aldığını ve nasıl aktığını. Yılın altı-yedi ayında başı dumanlı bir dağımız ve eteğinde 30 haneye yakın bir köyümüz vardı. Diz boyu değil omuz boyu karların yağdığı zamanlardı. Soğuğun damarlarımızın misafiri olduğu uzun kış aylarında evlerimizin bir odasında yanan sobaları çok sevdiğimiz zamanlar… Dünya bizim için birkaç şeyden ibaretti. Dağ, evler, tarlalar, hayvanlar, komşu köyler, gökyüzü, ufuklar, bulutlar, güneş, ay ve yıldızlar, bahar, kış, sonbahar, yaz ve daha nicesi. Dinimize dair bilgilerimiz, tarihimiz, büyüklerimizin anlattığı masallar, hikâyeler ve destanlar hariç bütün bildiklerimiz bunlar adına idi ve bunlardan ibaretti. I. Dünya Savaşı sonunda esir düştüğü için dört yıl Sibirya'da kalıp büyük bir macera sonunda vatanına ve evimize dönen dedemiz Gazi Bekir'in yeniden kurduğu köyümüzün adı Pinaduz'du. Sonraları isimleri yenileme garabetiyle bir de Dikili eklediler bu ismin yanına. Eski ismi Pinaduz olan köyümüze Dikili demeye başladık. Masallardan çıkıp gelmiş bir isim gibi hissederim hâlâ Pinaduz kelimesini. Köyümüzün adı, sınırları dâhilinde medfun olduğuna inandığımız Pinaduz Baba velisinden mülhemdir.

Pinaduz isimli bir veli?

Bu sorunun cevabını nenemden dinlerdik. Gül çehreli nenem Gülçehre'den... "Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde" diye başlar ve anlatırdı o naif sesiyle. Bazen tebessüm eder ve hoş bir eda ile anlatmayı sürdürür, bazen de konunun geldiği durumdan dolayı kaşları çatılır, kelimeleri sertleşirdi. Gerçek mi, değil mi bilinmez ama hakikat o ki, Pinaduz isimli bir veliden ve ondan adını almış bir köyden söz ediyoruz. Capcanlı, yıllarca yaşadığımız ve şekillendiğimiz, mahrumiyetlerle dolu zor şartların yerleşim beldesi... Erzurum'un Horasan ilçesine bağlı ufacık bir yer, Pinaduz Köyü. Nenemin rivayeti odur ki, kuruluşu IV. Murad'ın 1635'te çıktığı İran Seferi'nin öncesine dayanır. Padişah söz konusu sefere giderken Pasin Ovası'ndan ve Çobandede Köprüsü'nden geçmiştir ve köyümüzün bulunduğu dağlık alanda otağ kurmuş, bir gece dinlenmiştir. Ordu ertesi gün hareket ederek İran tarafına yönelmiştir. Otağ kurulan gece köyde bulunan ayakkabı ustası Pinaduz Baba, askerlerin yırtılan ve onarım gerektiren çarıklarını sabaha kadar tamir etmiş. Sabahleyin ordu yola çıkmadan önce derisi biten Baba'nın kalan birkaç askerin, tabanları yırtılmış çarıklarının altlarına karpuz kabukları yapıştırdığını ve onları da öylece gönderdiğini anlatır, "Yaa" derdi nenem: "Veli için deri de nedir ki… Askerler sefer boyunca altlarında karpuz kabuğu bulunan çarıklarla savaşmışlar. Ta ki sefer bittiğinde kabuklar düşmüş ve çarıkların yırtık tabanları tekrar ortaya çıkmış." Büyük bir heyecan ve merakla dinlerdik nenemi. Her defasında "eee?", "sonraaa?" diye sorularla bunaltırdık. "İşte" derdi. "Bu hadise ordudaki askerler arasında yayılır. Herkes birbirine ayakkabıcı Pinaduz Baba'yı anlatır. Geriye dönerlerken köye tekrar gelir ve Baba'yı görmek isterler ama Baba çoktan Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur!" Askerler dönüp Baba'yı göremediler diye üzülürdük, gözlerimiz dolu dolu olurdu. Köyümüzde o zamanlar giyildiği için iyi bildiğimiz çarıkları, veli bir adamın elinde hayal ederek hadiseyi büyük bir hayranlıkla hayalimizde canlandırmaya çalışırdık. Nenem sonunda; "Köyümüzün ismi o nedenle Pinaduz'dur" diyerek uzun uzun anlattığı efsaneyi bitirirdi.

Bununla sınırlı değildi nenemden dinlediklerimiz. Keloğlan hikâyeleri, Köroğlu efsaneleri, tek gözlü canavarı öldüren yiğidin hikâyesi, 1001 gece masallarında anlatılan pek çok hadise onun hafızalarımıza soktuğu anlatılardı. Ve her hikâye sonunda mutlaka kötüler kaybeder, iyiler kazanırdı. Buna kodlanırdık hep: İyi ol ki, kazanasın!

Alın ve onlara götürün beni

Bir de merakla beklediğimiz uzun kış gecesi akşamlarımız vardı. Akşam namazından sonra dedemin rehberliğinde misafir odasında toplanan köy büyükleri, Peygamber Efendimizin hayatını anlatan kitaplar okurlardı. Kapıya yakın yerlerde yan yana dizilir ve heyecanla onları dinlerdik. Siyer-i Nebi, Ahmediye, Muhammediye, Battal Gazi Destanı, Hazreti Ali Cenkleri her akşamı merakla beklememize vesile olan güzelliklerle doluydu. Arkası yarın yaparlardı bir de. Hikâyeyi en can alıcı yerinde keser, bütün ısrarlarımıza rağmen yarın akşam diyerek kitap okumayı bitirir ve yatsı namazını kılmaya koyulurlardı. Biz de onlara uymaya çalışır, arkalarında saf tutardık. Bazen gülüşürdük namazda, bazen didişirdik birbirimizle. Kızmazlardı. "Yeter ki saf tutun" derlerdi bize. "Yeter ki namaz kılın!"

Yatsı namazı sonrası daha farklı bir zaman dilimiyle karşılaşırdık. Şiir ve musiki faslı bütün güzelliğiyle sarardı bizi. Sımsıcak yanan sobanın üzerinde kaynayan sudan püfür püfür kokan çaylar demlenir, divan ve halk edebiyatından pek çok şairin şiiri ezberden okunurdu. Babam iki büyük şairin şiirlerinin tamamını ezberlemişti: Niyazi Mısrî ve Yunus Emre. Bana okumayı öğrettikten sonra okurdu zaman zaman ve ben de bir yanlışlık var mı diye kitaplardan kontrol ederdim. Büyük amcamın hafızası yüzlerce şiirle doluydu. Fuzulî'nin gazelleri makamla icra edilir, Kerem'den, Emrah'tan, Sümmani'den, Şenlik'ten türküler söylenirdi. Ben o odadan bu gün 40'ın üzerinde şairin ismini hatırlıyorum. 8-9 yaşlarımızda medeniyetimizin bülbülleri olan büyük şairlerin şiirlerinin muhatabı olmak ne büyük bir talihti bizim için.

Yaklaşık üç saati bulan şiir ve musiki faslı bitince dağılırdı herkes. Bizler de babalarımızla beraber evlerimize gider, o günkü maceraları bir daha gözümüzün önünden geçirerek ertesi günün heyecanıyla uyurduk.

Bütün bunların hafızasında deveran ettiği bir çocuk olarak o yıllarda zaman zaman gökyüzüne bakar, hareket ederek bir yerlere gittiğini temaşa ettiğim bulutlarla konuşur, masallardaki, efsanelerdeki kahramanları hatırlayarak Peygamberimizi, ashabını, Battal Gazi'yi, Hazreti Ali'yi düşünüp onların yanına gitme arzusuyla dolardım. İşte o vakitlerde uzun uzun bakardım gökyüzüne ve bulutlara. İçimden "Bulutlar alın beni!" diye seslenir dururdum. "Alın ve onlara götürün beni!"

Bugün dahi gökyüzüne ve bulutlara baktığımda bazen o günleri hatırlıyorum ve yine öyle sesleniyorum içimden:

"Bulutlar alın beni!"

BİZE ULAŞIN