Zeynep Temizer Atalar: İçimizdeki anne

İçimizdeki anne
Giriş Tarihi: 26.11.2019 15:16 Son Güncelleme: 26.11.2019 15:17
Zor bir çocukluk dönemi geçirmiş, sağlıklı ilişkiler kuramamış olabiliriz fakat hayatımızın bir döneminde eşimizle, çok yakın bir arkadaşımızla yahut bir terapistle kuracağımız tek bir sağlıklı ilişki bile bu zinciri kırmakta oldukça önemli bir etken.

Anne-çocuk ilişkisine dair yazılan birçok yayın genel olarak "çocuğun" iyilik hâli üzerine odaklanıyor. Çocuğumuz ağladığında yahut bir kriz anında nasıl davranmalıyız, onunla ilişkimizi nasıl düzenlemeliyiz, çocuğumuzun duygusal ihtiyacı nedir ve biz bunun için ne yapmalıyız?

Bütün bu sorular ve cevapları elbette çok önemli. Peki, tüm bunların yanında ya "annenin" ihtiyaçları? Aslında soruyu şu şekilde de sormak mümkün: "Duygusal ihtiyaçları kendi çocukluk döneminde karşılanmamış/karşılanmayan bir anne, bebeğinin ihtiyaçlarını fark etme noktasında ne kadar donanımlı olabilir?"

Genel olarak içinde bulunduğumuz kültürel yapı, anneliğin otomatik olduğunu, bir kadının anne olduğunda çocuğuna nasıl bakacağını zaten bildiğini dolayısıyla herhangi bir desteğe pek de ihtiyacı olmayacağını var sayıyor.

Hatta anneliğin bir sosyal statü sağladığını, bu nedenle de bir kadının anne olduğunda çok daha mutlu olması gerektiğini dayatıyor. Fakat birçok anne bütün bu beklentinin tersine çocuklarıyla olan ilişkilerinde, kriz durumlarında yahut genel olarak annelik süreçlerinde oldukça zorlanabiliyorlar.

İnsan ruh sağlığı, iyilik hâlinin nasıl oluştuğu yahut ruhsal hastalıkların nasıl ortaya çıktığı yıllardır üzerinde düşünülen, çalışılan bir alan. Bazı kuramcı ve araştırmacılar bu konuyu bireysel temelde, bazıları ise ilişkisel temelde değerlendiriyorlar.

Bireysel temelde değerlendiren kuramcılar, insanın yaşadığı zorlukların daha çok kendi iç sistemlerinden, arzularından, dürtülerinden yahut engellerinden kaynaklandığını savunuyor.

İlişkisel bazda değerlendiren kuramcılar ise bu zorlukların temelinde erken dönem ilişkilerinin yattığını, çocuk ve bakım verenin arasındaki bağlanma sürecinin çok önemli olduğunu savunuyorlar.

Hatta bu görüşe sahip olan ilk kuramcılardan Donald W. Winnicott, anne ve bebeğin ilişkisine çok müdahale etmemek gerektiği, onların kendi içlerinde bir uyum yakalayacağını ve bu uyumun da bütün ruhsal zorlukları önleyecek bir güce sahip olduğunu savunuyor.

Hayatın ilk yıllarında sağ beyin baskın
Peki, gerçekten bu iş göründüğü kadar kolay oluyor mu? Yani anne ve çocuk ilişkisinde su akıyor ve her zaman doğru yolu buluyor mu? Son zamanlarda okuduğum haberlerden birindeki, iki buçuk aylık bebeği "çok ağladığı için" onu boğarak öldüren anneye bakarsak bazen işler o kadar da kolay olmuyor…

Günümüzde aynı konu üzerinde çalışmalar yapılan ve gelişen teknoloji ile birlikte adından çok daha sık söz ettiren yeni bir alan var: Nörobilim. Bu alanda çalışan birçok uzman, anne ve bebek arasındaki ilişkide nörobiyolojik faktörlere yani beyin ve vücut kimyasına, hormonal yapıya odaklanıyorlar. Bu araştırmaların sonuçları ise oldukça dikkat çekici…
Hamilelik dönemiyle başlayan beyin gelişimi, doğum sonrası süreçle beraber en hızlı oranda yaşamın sadece ilk yılında büyüyor. İlk yıl sadece sağ beyin ve yüzde 100 oranında gelişirken, ikinci yılda ise sol beyin yüzde 15 oranında büyüyor. Sağ beyin daha çok duygusal süreçlerden, bilinçdışından sorumluyken sol beyin daha çok mantıksal bir işleve sahip oluyor.

Dolayısıyla yaşamın özellikle ilk iki yılında daha çok sağ beyin baskın oluyor. Bu nedenle üç yaşından küçük çocuklar kuralların, davranışların mantıksal nedenlerinin ve sonuçlarının çok daha az bilincinde oluyorlar. Çünkü büyük oranda duygularıyla hareket ediyorlar.¹

Bilinçdışının hâkimiyeti
İlk iki yıl aynı zamanda bağlanma sürecinin de gerçekleştiği, dolayısıyla çocuk nazarından öteki ile ilişkinin ilk temellerinin atıldığı bir dönem. Bu "öteki" insanın yaşamı boyunca karşılaştığı her türlü, kişi, durum ya da iş hâlini alabiliyor.

Yani erken dönemde bakım vereni ile ilişkisinde sorun yaşayan bir kişi, yetişkin olduğunda da eşiyle, işiyle yahut bir şekilde ilişki içinde girdiği herkesle sorun yaşayabiliyor.

Bunun nedeni ise bu süreç içinde tamamen sağ beynin yani duyguların, sezgilerin ve bilinçdışının hâkimiyeti. Yani duygusal olarak beslenmemiş, eksik bırakılmış her insan bir şekilde yine eksik bırakılacağına, beslenmeyeceğine yönelik bir ön bilinçle hareket ediyor. Dolayısıyla da güven ilişkisi hiçbir zaman gerçek anlamıyla kurulamıyor.
Bu araştırmacılar anne ve bebek ilişkisinde sağ beyinlerin öneminin oldukça büyük olduğunu savunuyorlar. Hatta birçok araştırma, annelerin bebeklerini sol taraflarında taşıma eğilimi gösterdiklerini, bunun sebebi olarak ise bu sayede hem anne hem de bebeğin sağ beyinlerinin aktive olduğunu ifade ediyorlar.

(Sağ beyin, vücudun sol tarafını, sol beyin ise vücudun sağ tarafını kontrol eder. Dolayısıyla bir anne çocuğunu sol tarafını alıp yüzünü çocuğuna çevirdiğinde birbirlerinin sağ beyinlerine temas etmiş olurlar).

Kısacası; anne, bebeğini sahip olduğu duygularla, sezgileriyle ve bilinçdışıyla beslemeye çalışıyor. Eğer sol beyniyle, yani kurallarla, "olması gerektiği gibi"lerle beslemeye çalışırsa anne ile bebek arasındaki ilişki de kopuyor çünkü bebeğin beyni henüz bu veriyi işleyebilecek donanımda olmuyor.

Yazının başındaki soruyu tekrar soracak olursak ve bu temel üzerine tekrar düşünürsek; bir annenin çocuğunun ağladığında buna tahammül edebilmesi ve onu sakinleştirebilmesi için sağ beynindeki deponun dolu olması gerekiyor.

Yani, bir anne bebekken ağladığında kendi annesi tarafından kucaklanmış, sevilmiş ve sakinleştirilebilmişse, sağ beyni "annesindeki kapsayıcı annelik" ile doluyor ve dolayısıyla bilinçdışı yoluyla bebeğini de besleyebiliyor.

Bu zinciri kırmak mümkün
Dolayısıyla bu ilişki içinde işler bir nebze daha kolay olabiliyor. Ama eğer kendi çocukluk süreçlerinde de aksamalar olmuşsa, bu iş düşünüldüğünden biraz daha zor oluyor. Bu nedenle de bebeğinin ağlaması bile onun için dayanılması zor ve baş edilmesi imkânsız bir problem haline gelebiliyor.

Peki, o hâlde geçmişin, geleceğimizin hatta nesiller arası aktarımın tek kaynağı olduğunu ve bunun ötesine geçmenin mümkün olamayacağını söylemek doğru olur mu? Neyse ki yapılan çalışmalar bu konuda da imdadımıza yetişiyor ve "Hayır!" diyor çünkü bu zinciri kırmak mümkün.

Zor bir çocukluk dönemi geçirmiş, sağlıklı ilişkiler kuramamış olabiliriz fakat hayatımızın bir döneminde eşimizle, çok yakın bir arkadaşımızla yahut bir terapistle kuracağımız tek bir sağlıklı ilişki bile bu zinciri kırmakta oldukça önemli bir etken. Çünkü insan beyni, aynı hızda olmasa da değişmeye, gelişmeye ve eksiklerini telafi etmeye yaşam boyunca devam ediyor.

İnsan yapısı, günümüzde hâlâ gizemini koruyan, içinde mucizeler barındıran ve her defasında yaratıcıya hayranlık uyandıran bir mucize… Bu yüzden "zor çocukluk = zor annelik = zor çocukluk" gibi bir formülün kesinlikle doğru olduğu söylenemeyebilir.

Önemli olan insan olarak hangi duygusal ihtiyaçlarımızın eksik olduğunun farkında olup, bunun için gerekli adımı atma cesaretini gösterebilmek. Belki bu sayede içimizdeki anneyle de yeni, taze ve sıcak bir kucaklamanın ilk adımını atmış oluruz, kim bilir…

BİZE ULAŞIN