Sinan Genim: ŞEHİR SADECE MEKÂN DEĞİL, CANLI BİR ORGANİZMADIR

ŞEHİR SADECE MEKÂN DEĞİL, CANLI BİR ORGANİZMADIR
Giriş Tarihi: 8.4.2024 12:14 Son Güncelleme: 8.4.2024 12:14
Medeniyetler kendi anlayışları, felsefeleri ve dünya görüşleri üzerine şehirler inşa eder. Böylece her şehir kendine has bir değer ortaya koyar ve şehirler aslında insanların bir yansımasıdır. Medeniyetlerin inşası ve şehirlerin büyümesi için öncelikli olanın insan ahlakı olduğunu vurgulayan Mimar Sinan Genim ile şehir, insan ve uygarlık ekseninde şehirlerin günümüzdeki sorunlarını, sakinlerinin ihtiyaçlarını ve Türk-İslam şehirlerini detaylıca konuştuk. Şehrin sadece bir mekân olmakla kalmayıp canlı bir organizma olduğunu söyleyen Genim, öncelikle insanın yaşadığı şehri tanımasının bireysel ve toplumsal önemine vurgu yapıyor.

İnsanın yaşadığı yeri bilmesinin öneminden bahsediyorsunuz. Bunu konuşarak başlayalım isterseniz…

Hacı Bayram Veli diyor ki; "Nagehan ol şara (şehre) vardım/Ol şarı yapılır gördüm/Ben dahi bile yapıldım/Taş u toprak arasında." İçinde yaşadığımız şehir bizi oluşturur. İnsan çevresini, yaşadığı yeri, o yerin geçmişini bilmelidir. Nerede yaşadığının farkına varmalıdır ki kendisine bir gelecek oluşturabilsin. Eğer insanın yaşadığı şehir, o şehrin geçmişi ve nasıl oluştuğu hakkında bir fikri birikimi yoksa fikirlerinin hiçbirinin kıymeti yoktur. Okuduklarını ya da başka bir şekilde sana gelen bilgileri yaşadığın şehirde test edersin. Şehir sadece içinde yaşadığımız bir mekân değil. Şehir canlı bir organizmadır. Şehir de kendi için yaşar. Karınca yuvası gibi. Hem insanlara bağımlıdır hem insanlardan bağımsızdır. İnsana yön verir. İnsanlar onun içinde özgürce diledikleri gibi yaşamazlar, birlikte yaşamanın kuralları vardır. yaşayamaz.

Bugün büyük şehirlerde yaşayanların büyük bir kısmı o yaşadığı şehrin farkında değil. İstanbul'da Bağcılar, Esenler gibi kimi semtlerde oturanların bazıları denizi görmemiş. Gelmişler, oraya yerleşmişler, dar bir muhitin içindeler. Bir roman okuyorsunuz ama romanın içindeki kahramanları, hikâyenin geçtiği yeri tanımıyorsunuz. O romandan etkilenir misiniz? Şehri bilirseniz, tanırsanız daha önce görmediğiniz şeyleri görürsünüz, farkında varmadığınız yapıların farkına varırsınız, merak edersiniz, araştırma yapmaya başlarsınız, daha da bilgi sahibi olursunuz. Tanımadığınız bir yerde bunları yapmanız mümkün değil. İnsanlar bugün beklentilerine cevap verecek şeyi nostaljik beklentilerde arıyor fakat bu gerçekle alakalı değil.

Şehirler birer medeniyet oluşumudur diyor ve nezaket, edep ve kültürü içinde barındırdığını vurguluyorsunuz. Bunların şehirle doğrudan bağlantısını açıklar mısınız?

Fizikte birleşik kaplar diye bir konu vardır. Birbirine alttan birleşik olan sıra sıra tüpleri düşünün. Birine su doldurduğunuzda hepsinde su aynı seviyeye gelir. Toplum da birleşik kaplar gibidir. Bir grubun iyi olup öbür grubun kötü olması söz konusu değildir. Üç aşağı beş yukarı herkes aynı ahlaka sahiptir. Bir yere mensubiyetin olduğunda "Ben diğerlerinden farklıyım" mı diyorsunuz? Hayır, değilsiniz. Hiçbir grubun bir başka gruptan üstünlüğü yoktur. İnsanı şehirden çıkarırsan şehir bir sürüden yapıdan, yığıntıdan ibaret olur kalır. Şehirleri siz istediğiniz gibi tasarlayın, içinde yaşayan insanlar eğer yeteri kadar eğitim almamışlarsa, ahlaki açıdan sakıncalar taşıyorlarsa tasarımın bir anlamı kalmıyor. İnsanlığın var oluşu ahlaka bağlıdır. Şehir dediğimiz şey de insanların belirli bir noktaya getirdiği yaşam seviyesidir. Tarımdan, avcılıktan başlayıp büyük şehirler kuruyorsunuz. Bu kademelerle beraber senin ahlaki seviyenin de yükselmesi gerekiyor. Şehirler aslında insanların yansıması gibidir.

Ben eskiden arkeolojik kazılara da giderdim. Sabah güneş doğmadan kalkıp çalışırdık. Zaman zaman düşünürdüm, şu köşe başındaki dükkânı almak için insanlar kim bilir nasıl paralandılar? Şimdi bakıyorsunuz, bir yığıntı kalmış sadece. Şehir dediğimiz de kutu kutu mekânlardır çünkü. Siz de taşla tuğlayla bir şeyler yaparsınız, onlar birer yapı olur. İyi olabilir, kötü de olabilir. Bazen bir şehir insana şarkı söyleyebilir. Yürürsünüz, bir yapı görürsünüz, müthiş mutlu olursunuz. Bazen de yüreğinize işler, ah ne güzel dersiniz. İşte o mimaridir. Yoksa her tarafta yapı var. Şehirleri istediğiniz gibi tasarlayın, içlerinde yaşayan insanlar eğer yeteri kadar eğitim almamışlarsa, ahlaki açıdan sakıncalar taşıyorlarsa tasarımın bir anlamı kalmıyor. İnsanın seviyesini arttırmadan binaların şeklini şemailini değiştirmeniz bir şeyi değiştirmez. Önemli olan insandır.

Bir örnek vereyim. Gecekondu bölgesine yerleşmiş bir insan seneler önce kamunun malını işgal ederek o evi yapmış. Şehirde varlığını sürdürmesinin başlangıç noktası kurala uymaması. Şu an ona "Artık tamam, kurala uy" dediğinde adam "Ben kurala uysaydım zaten burada yaşayamazdım" diyor. Şehrin gecekondu bölgelerine gittiğinizde trafiğin çok daha fazla karmaşık olduğunu fark edersiniz. Şehrin daha merkezi ilçelerine geldiğinizde trafik akışı daha düzenlidir. Çünkü bazı bölgeler kuralsızlığın egemen olduğu alanlardır.

Bugün şehirlere baktığımızda tek tip bir yapılaşma sistemi görüyoruz. Bu sistem neyin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor?

Bir toplum farklı insanlardan, farklı düşüncelerden oluşur. Bunu 2500 sene evvel Aristo söyler. Mevlâna da der ki: "Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım." Aynı tipte insanlar bir şehir oluşturamaz. Bugün görüyorsunuz, estetik gibi işlemlerle çevremiz birbirine benzeyen bir sürü insanla dolu. Aslında çok sıkıntılı bir durum. Kimsenin farklılaşmaya tahammülü yok. Bu anlayış, şehirlere de yansıyor. Alışkanlıklar aynılaşma talebini yaratıyor. Kimse kendine has kültürün kaybolmasını istemez. Ama bu kayıp endişesi hiçbir zaman yeni şeylere duyulması gereken ilgiyi reddetmek anlamına gelmemelidir, çünkü bu sefer topluluklar yeni bir şeyler söyleyemez, üretemez hale gelir. Ekonomide bazı akıllı insanlar tarafından talepler değerlendirilir fakat bu sefer de bu tür toplumlar yeni bir şeyler söyleyemez hale gelir.

Mesela geçmişte nerede ise her köyün bir delisi vardı. Köyün delisinin gerçekte çok aklı başındadır ama söylenmeyen, dedikodu olarak devam eden konuları söyler ve herkes rahatlar. Ona da delidir der, geçerler. Kasabalarda bu yoktur. Bizim şehirlerimiz kasabalaşan şehirler. Şehir olarak değil, gettolar halinde yaşıyoruz. Herkes kendi düşünceleriyle özdeşleşen, kendi kültürüne uygun insanlarla arkadaşlık yapıyor, çevresini ona göre kuruyor. Ekonomik açıdan sıkıntı çekenler de kendi grubu arasında kalır. Bu tür yerleşimlerden farklı düşünceler çıkması mümkün değil.

Şehirlerimizin bugün en büyük ihtiyaçları nedir peki? Mesela insanlar için dışarıda vakit geçirmek önemli ve bugünün sosyalleşme mekânları da biraz değişti sanırım.

Şehirdeki insanların farklı mekânlara ihtiyacı vardır. Mesela bizim toplumumuzda camilerde, mescitlerde insanlar birbirleriyle münasebetlerini, bir arada yaşama kültürlerini geliştirdiler. Bu talebin bir bölümü ise eskiden kıraathanelerde karşılanırdı. Satranç oynanır, gazete okunur ve insanlar birbiriyle sohbet ederlerdi. Mesela Türk müziğinin en önemli eserleri kahvelerin saz söz sohbetlerinden çıkmıştır. Bir ara Beyazıt'ta Küllük diye bir kahve vardı. Edebiyatçıların tartıştığı, insanların toplandığı, yeni fikirlerin ortaya çıktığı, yeni düşüncelerin konuşulduğu bir mekândı. İnsanlar düşündükleri ama bir sonuca varamadıkları görüşlerini tartışabiliyordu. Böylelikle yalnız da kalmıyorlardı. Buralar şehrin önemli sosyal mekânlarıydı.

Biz şu an mekân boşluğunu dolduramadığımız için bugün ABD menşeli kahve zincirleri geldi. Bu mekânlarda insanlar kendi arkadaşlarıyla sohbet ediyor, kimisi kendi kendine meşgul oluyor, bilgisayarını açıyor, çalışıyor. Fakat buraların düzeni tüketim üzerine kurulmuş. Arkasında Doğu'dan gelen sohbet felsefesi yok. Dünyanın en çok ABD menşeli kahve zinciri olan ülkelerden biriyiz. Demek ki ortada bir talep var ve insanlar sosyalleşmeyi, dışarıya çıkıp bir ortamda bulunmayı istiyor. Buna şu an bizimkiler de belirli oranda cevap vermeye çalışıyor. Mesela bazı kitapevleri kendi içinden kitap karıştırıp kahve içeceğin kitap kafeler oluşturmaya başladı. Fakat kitapevinde sessiz olmak gerektiği için karşılıklı konuşamıyorsun. Toplumda eğer insanlarla bir arada konuşma imkânının olmadığı bir kültür yoksa insanlar psikologlara gider ve derdini psikologla halletmeye çalışır.

Şehrin içinde insanlar da mekânlarla birlikte gruplara ayrışıyor gibi. Özellikle gökdelenlerin yer aldığı sitelerin artmasıyla insanlar birbirlerinden ayrı bir hayat sürüyor.

Bugün o sitelerde insanlar kendi güvenliklerini sağlıyorlar, kendi konforlarını oluşturuyorlar, içerine bakımlı yollar yapılıyor, çiçekler dikiliyor. Bunu belediyeye bıraktıklarında böyle olmayacağını biliyorlar. Dolayısıyla devletten bekledikleri de giderek azalıyor. Vergisini veriyor, çocuğunu özel okulda okutuyor, özel hastaneye gidiyor, arabası var, otobüs kullanmıyor, güvenliği sitede sağlanıyor. Aslında toplumdan kendini soyutluyor. "Ben kendimi kurtardım, herkes ne yaparsa yapsın" diyor. Sonra da trafikten şikâyet ediyor. Ama aynı zamanda şehirde böyle bir hayat yaşamaktan memnun.

Şikâyet kültürü bizim ülkemizde çok fazla ve bu şikâyet kültürünü nasıl hallederiz diye insanlar karşılıklı konuşmuyor. Bu kadar şikâyet etmenin anlamını göremiyorum. Onun yerine yaşadığımız muhite sahip çıkıp onu düzeltmek, onu bir arada müşterek yaşanılır hale getirmek, herkesin kendini özgürce ifade etmesi için gerekli oluşumları sağlamak, çocuklar için mutlu bir alan yaratmak bizim de elimizde. Mesela şehirli insan, kendisine yapılmasını istemediği şeyi bir başkasına yapmayan, sokağı dilediği gibi kullanmayan kişidir. Bunları yapmayıp başkasının yapmasını bekleyip de şikâyet etmenin hiçbir anlamı yok.

Diğer yandan o yüksek evlerde oturmak insanların aşağılık komplekslerini gidermek için tercih ediliyor. Yüksekten diğer insanlara bakarak kendileri başka bir pozisyona dâhil ediyor. "Bak ben sana yukarıdan bakıyorum" diyor. Kendisini yükseğe çıkararak diğer insanlardan soyutlamak istiyor. Hâlbuki hapisteler. Bir şehrin etrafına kale yapılıyorsa kendilerini korumak içindir. Fakat aynı zamanda kendini oraya hapsetmiş oluyorsun. Mekke'ye bile yaptılar. Tavaf ederken karşında Big Ben gibi bir yapı duruyor.

Tarihimiz boyunca çok önemli şehirler kurmuşuz. Bir Türk-İslam şehrini düşündüğümüzde hangi işaretler bize burasının Türk-İslam şehri olduğunu gösterir?

Türkler Orta Asya'da müthiş şehir hayatı yaşadı. Türklerin göçebeliği yanlış anlaşılıyor. Orta Asya'da Türkler mecburen göçebeydi çünkü atların ve diğer hayvanların otlaması üç ay sonra o otlağı bitiriyordu. O yüzden yeni bir otlağa geçmek mecburiyetindelerdi çünkü steplerde tarım yapmak mümkün olmadığı için hayvancılıkla geçiniyorlardı. Sonuna kadar yerleşik kalamazlardı. Bu yüzden kendi ekonomilerine uygun olarak hareket halindelerdi. Ama belirli şehirleri hep vardı. Zaten Türklerin şehir hayatına dair bilgi birikimleri olmasa o kadar büyük imparatorluklar yönetilmezdi. İbn Haldun o günkü en iyi eğitim merkezinin Kahire olduğunu söyler. "Türk Memluklar orada bir sürü eğitim tesisi yaptı, öğrencilere burs verdi, onlara yemek çıkarttı, barınacak yerlerini inşa etti" diyerek diğer şehirlerin hepsinde eğitimin alt seviyedeyken Kahire'de üst seviyede olduğunu anlatır.

İlk şehirlerin kuruluşundan beri daima merkezlerinde anıtsal bir tapınak vardır. Mesela Anadolu'da ya da Orta Doğu coğrafyasının merkezdeki camilerin altında mutlaka bir kilise, kilisenin altında da mutlaka Pagan tapınağı görülür çünkü o bölge kutsal bir alandır.

Antalya Kaleiçi'ne bakarsak, Kesik Minare eski tapınaktadır. Belki onun da altında çok daha erken döneme giden bazı yapı izleri çıkar. Bunlar çok doğaldır çünkü ibadethaneler merkezdedir ve insanlar için alışkanlıktır. Bizde de aynı şey devam etmiş. Ortada bir cami yerleşimi olur ya da cami olamayacak kadar küçük bir nüfus varsa mescit yapılır. Onun etrafında hamam, sıbyan mektepleri ve eğitim tesisleri vardır. Mesela Roma kentlerinde ortada mutlaka bir meydan olur. Etrafında tapınaklar vardır. İslam şehirlerinin merkezinde ise cami olduğu için cami avluları bizim meydanlarımızdır. Beyazıt Camii'nin iç avlusunda Ramazan ayında dükkânlar kurulur, iftariyeliklerin, hediyelik eşyaların, tespihlerin, kitapların satıldığı bir çarşı olurdu. Fakat şunu da söyleyelim; ibadet yerlerinin verdiği his farklıdır. Avrupa'da katedrallere girdiğiniz zaman mekân insana ne kadar aciz ve ufak olduğunu hissettirir. Müthiş bir baskı kurar çünkü ruhban sınıfına aittir. Müslümanlıkta ruhban sınıfı yoktur ve camilerimiz de insanı ezen bir his vermez. Aksine insani olanı hissettirir. Çünkü kurulan aydınlatma düzeni ve konan şeffaf kandiller insani olduğu bu hissi sağlamak için yapılmıştır. Eğer restorasyon sırasında kandili sökülmüş bir camiye girerseniz kendinizi çok daha farklı, daha aciz hissedersiniz.

Mekânın kutsalla ilişkisine değinmişken sorayım; şehirli insan için Ramazan ne ifade ediyor?

Ramazan'da şehirde yapılan eğlenceler toplumsal bir enerjinin bir şekilde dışarı yansıtılmasıdır. Bu erken dönem kültürlerde de vardır, Avrupa'da her sene düzenlenen festivallerde de bu amaç görülür. Bir arada olmak, tanımadığı insanlarla vakit geçirmek, eğlenmek, müzik dinlemek toplum için önemlidir. Bu aktiviteler toplumsal yakınlaşmayı, bir arada yaşamanın getirdiği mutluluğu sağlar. Bizde de insanlar belki 11 ay sıkıntısını çeker, gerekirse ekonomisini daraltır ama Ramazan ayı gelecek diye hazırlık yapar, iftariyelik alır, yardımlaşma artar, bir arada olunur. Diğer yandan da uhrevi bir ay geçirir, gündüz ibadetini yapar. Karşılıklı yardımlaşma olur, ekonomik açıdan zorluk yaşayanlara yardımda bulunulur. Bu uzun bir geleneğin devamıdır. Fakat bu Ramazan geleneği eskisi gibi değil. 1910'larda Ramazan eğlenceleri Direklerarası'nın tarihe karışmasıyla bitmiştir. Fatih, Şehzadebaşı'nda Direklerarası vardır. 1910'lu yıllarda tramvay yolu için burası yıkılır ve ondan sonra eğlence sektörü Beyoğlu'na akseder. O sırada Beyoğlu'nda büyük oranda gayrimüslimler olduğu için Ramazan eğlencesi olmaz.

Biraz İstanbul'dan bahsedersek, siz İstanbul'un en çok nesini seviyorsunuz?

İstanbul'u yapıları itibarıyla kendi içinde ayırabilirim. Yönetim merkezi olarak elbette Topkapı Sarayı derim. Dini yapı olarak benim için Süleymaniye Camii önde gelir. Kuzguncuk'ta ahşap Ahmet Esad Efendi Mescidi vardır. Çocukluğumda da özelikle teravih namazları için oraya giderdim. Bende yeri farklıdır ve daha insani bir boyuttadır. Süleymaniye'nin haşmetiyle ezilirsiniz. Konut sivil yapı olarak Sedat Hakkı Eldem Bey'in Sosyal Sigortalar Binası vardır. Çok hoş gelir gözüme. Bebek'te Kavafyan Evi vardır. Sadullah Paşa gibi yalılar var. Yeni yapılanlar içinde Sancaklar Camii'ni söylerim. BBC onun için 50 dakikalık "Modern İslam'ın yüzü" diye program yaptı çünkü o farklı bir tasarımdır. Yeni düşüncelerin ve yeni fikirlerin yeşermesi için mekân çok önemli. İstanbul da öyle.

Her zaman söylerim, İstanbul dünyada yaşanacak şehirlerin en muhteşemidir. Böyle bir şehir dünyada yok. İçinden deniz geçiyor, deniz şehrin içine kadar gidiyor ve müthiş hareketli. İnsan Eminönü'nden binip Boğaziçi turu yaptığı zaman bambaşka dünya ile karşılaşıyor. Benim gençliğimde İstanbul'un nüfusu 1 milyondu. 1 milyonun yaklaşık 500 bini Balkanlardan, Anadolu'dan farklı şekillerde gelenlerden oluşuyordu. Bugün göç ile gelenlerle birlikte nüfus 15 milyon. Asıl olan 500 bin kişinin 15 milyonu içine alacak hali yok. Onlar burada doğacaklar, büyüyecekler, kuşaklar geçecek, elbette kökenlerini belirtecekler fakat artık hiçbir şekilde geldikleri yere dönüp orada yaşantılarını sürdürmeleri mümkün olmayacak. Nostaljik bazda burada doğanları oraya bir haftalığına götürsek zor dururlar. Bu bir gerçek. Bu gerçeğin farkına varıp ona göre yol yordam belirlememiz lazım. Bu şehir hızla tüketildi. Bu tüketimin yerine yeni bir şeylerin konmalı, belirli bir şekilde şehri desantralize etmek gerekiyor.

Sinan Genim kimdir?

1945'te Kuzguncuk'ta doğdu. Bir dönem Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne devam etti. DGSA Mimarlık Yüksek Okulu'ndan 1969 yılında mezun oldu. 1971-1974 yılları arasında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu'nda Mimarlık Tarihi ve Rölöve asistanlığı yaptı. 1975'te İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi [DMMA] Mimarlık Bölümü Rölöve ve Restorasyon Ana Bilim Dalı'nda yüksek mimarlık eğitimini tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Türk ve İslam Sanatları Kürsüsü'nde 1980'de "Fethinden Lâle Devrine Kadar İstanbul'un İskânı, İskân Özellikleri ve Mesken Tipleri" teziyle edebiyat doktoru unvanını aldı. Birçok konut projesine, kurumsal projeye, restorasyon ve avan çalışmasına imza attı. 1994'te IV. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri, Yapı Dalı "Koruma Sanatı" Ödülü; Antalya Kaleiçi'nde Bir Ev (Sevgi ve Erdoğan Gönül Evi) proje ve uygulamasına verildi. Süren Evi, Mimarlık Atölyesi, Pitoresk İstanbul, Ayvazovski'nin İstanbul'u yayınlanmış eserlerinden bazıları.

BİZE ULAŞIN