Barış Ertem: Mavi Vatan'ın tarihsel arka planı

Mavi Vatanın tarihsel arka planı
Giriş Tarihi: 10.12.2020 14:03 Son Güncelleme: 10.12.2020 14:04
Mavi Vatan, Türkiye’yi Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’den dışlamayı, haklarından mahrum etmeyi ve kuşatmayı amaçlayan Yunanistan tezlerine karşı geliştirilmiş, meşrû bir doktrin. Amacı, Türkiye’nin deniz yetki alanlarını, ekonomik haklarını korumak ve güvenliğini sağlamak…

Mavi Vatan, Türkiye'yi Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz'den dışlamayı, haklarından mahrum bırakmayı, Antalya Körfezi'ne hapsetmeyi ve Türkiye'yi bu deniz alanlarında kuşatmayı amaçlayan, saldırgan ve maksimalist Yunanistan tezlerine karşı geliştirilmiş, meşru bir doktrin. Amacı, Türkiye'nin Adalar Denizi, Doğu Akdeniz ve Karadeniz'deki deniz yetki alanlarını, ekonomik haklarını korumak ve güvenliğini sağlamak.

Türkiye'ye karşı bu saldırgan, maksimalist politikaların hikâyesini geçtiğimiz yüzyılın başlarına dayandırmak mümkün. Ulus devlet yapısını biraz geç tamamlayan İtalya, 19'uncu yüzyılın sonlarında gözünü Osmanlı'nın Afrika'daki son toprağı Trablusgarp'a diker. Trablusgarp'ın İtalya'ya coğrafi yakınlığı ve Kuzey Afrika ile Doğu Akdeniz'deki stratejik konumu İtalya'nın iştahını kabartmıştır. II. Abdülhamid'in aktif dış politikası sebebiyle 20 yıl kadar beklemeyi tercih eden İtalya, 1909'da Abdülhamid'in düşürülmesiyle ortaya çıkan otorite boşluğunu değerlendirir ve 1911'de Trablusgarp'a asker çıkarır. Buraya ordu gönderemeyen Babıali, gönüllü subaylarını çeşitli kimlikler altında bölgeye göndererek yerel aşiretleri İtalyan işgaline karşı örgütler. Başarılı Osmanlı savunması sebebiyle ilerleyemeyen İtalya, savaşı Osmanlı anakarasına taşımak amacıyla Adalar Denizi'ne yönelir, Çanakkale Boğazı girişine birkaç saldırı gerçekleştirir ve Rodos'la birlikte "12 Ada" olarak adlandırılan ada takımını işgal eder. Aynı dönemde Balkan Harbi'nin de başlamasıyla zor duruma düşen Babıali, barış istemek zorunda kalır ve Uşi Antlaşması imzalanır.

Antlaşmanın 2'nci maddesine göre, Osmanlı Trablusgarp'tan çekilecek, İtalya da işgal ettiği adaları iade edecektir. Sürmekte olan Balkan Harbi sebebiyle adaların İtalya tarafından boşaltılması durumunda Yunan işgaline girmesinden kaygı duyan Babıali, İtalyanlardan savaşın bitmesine kadar adalarda kalmalarını ister. Böylece adaların diplomatik durumu işgal hâlinden "rehin" hâline döner. Ancak Balkan Harbi ve ardından I. Cihan Harbi kaybedilince, İtalyan işgali kalıcı olur ve Millî Mücadele sonrası Lozan Konferansı'na kadar böyle sürer.

12 Ada, Rodos ve Meis'in kaybı

Tutanak ve telgraflardan, İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyetinin, Lozan'da Rodos ve 12 Ada üzerinde pek durmamayı tercih ettiği anlaşılıyor. Öyle ki, görüşmelere ara verilen Şubat 1923'e kadar bu konu gündeme hiç gelmez. Türk heyetinin tezi, daha çok Türk karasularında bulunan adaların Türkiye'ye verilmesi, yakın olanların da silahsızlandırılması üzerinedir. 31 Ocak 1923'te Türk heyetine bir taslak metin verilir, Türk heyeti de "itiraz hakkı saklı kalmak şartıyla" taslağı kabul eder. Taslaktaki en kilit nokta, İtalya'ya bırakılan Rodos ve 12 Ada'ya, o sırada egemenliği belirsiz ve Türkiye kıyılarına 2 kilometre mesafede olan Meis Adası'nın da eklenmiş olmasıdır.

Görüşmelerin ikinci yarısında, adalar konusu uzun tartışmalara sahne olur. Meis'in de İtalya'ya verildiğini gören Türk heyeti buna itiraz eder ve Meis'in Türk karasularında olduğu vurgulanır. Buna karşılık İngiltere, Türkiye'ye sunulan taslakta Meis'in İtalya'ya bırakıldığını ve Türk heyetinin buna somut bir itirazda bulunmadığını hatırlatarak, Meis'in İtalya'ya bırakılmasında ısrarcı olur. Hem bu konuda yaptıkları hatayı anlayan hem de Meis'i alamayacaklarını fark eden İsmet Paşa heyeti, sonunda "dünya barışının tesisi için" Meis'i İtalya'ya bırakır. Buna karşılık İtalya, Meis'in silahlandırılmayacağını garanti eder. Ancak Mussolini, imzalar bile atılmadan verdiği gizli direktifle, adada I. Cihan Harbi'nden kalan top ve askerî yapıların imha edilmemesi emrini verir.

Meis gibi, Yunanistan'a bırakılan adalar da Lozan'a aykırı şekilde silahlandırılır ve Türkiye için güvenlik hatta işgal kaygılarının hâkim olacağı uzun bir dönem başlar. 1920 ve 1930'ların ilk yarısı boyunca hem Türkiye'ye yüzme mesafesindeki adaların bile sürekli silahlandırılması hem de yine Lozan gereği Boğazların askersizleştirilmiş olması sebebiyle Türkiye, batı kıyılarının güvenliği açısından büyük kaygı duyar. Bu yıllarda Türkiye'nin tüm güvenlik stratejisi bu kaygı üzerine kurulur, hatta bazı tezlere göre bu kaygı, "iki cephe arasında kalma" korkusu yaşayan hükümetin Musul kararında bile etkili olur. Bu teze göre Türkiye, batı sahillerine yoğunlaşabilmek için Musul'dan vazgeçmeyi tercih eder.

II. Cihan Harbi yaklaşırken değişen dengelerden faydalanan Türkiye, 1936'da imzalanan Montrö Sözleşmesi ile Boğazları silahlandırma hakkını elde eder. Türkiye'yi biraz rahatlatan bu gelişmeden kısa süre sonra Yunanistan, Lozan'da 3 mil olarak belirlenen karasularını tek taraflı olarak 6 mile çıkarır, böylece mevcut adalar sorununa bir de karasuları eklenir.

II. Cihan Harbi'nde adalar

II. Cihan Harbi'nin başlamasıyla sorunların daha da derinleşeceği bir dönem açılır. Savaş sırasında İtalyan ve Alman işgaline uğrayan Yunanistan'ın, savaşın dışında kalan Türkiye'nin aksine bu ülkelere karşı savaşıyor olması, İngiltere ve ABD'yi Yunanistan tezlerine yaklaştırır, savaştan sonra İtalyanların elindeki adaların da Yunanistan'a verilmesi yönünde bir görüş oluşmaya başlar. İnönü yönetimi, bu gelişmelerin farkında ve kaygılı olmakla birlikte, konuya "tarafsızlık" politikası gereği müdahil olmamayı tercih eder. Öyle ki, savaş boyunca İtalya ve Almanya tarafından adalar birkaç kez Türkiye'ye teklif edilir, ancak Türkiye tarafsızlığını bozacağı kaygısıyla bu teklifleri reddeder. Dönemin hükümetinin, tarafsızlık politikasına zarar verebileceği ve özellikle İngiltere'nin tepkisini çekebileceği kaygısıyla bu teklifleri reddetmiş olması anlaşılabilir. Ancak, adaların savaştan sonra Yunanistan'a verilmesi ihtimali güçlenmişken, bu konuda bu kadar pasif kalınmış olması da eleştiri sebebi olur. Öyle ki, savaş boyunca Dışişleri'nin önemli kademelerinde görev yapmış deneyimli diplomatlarımızdan Feridun Cemal Erkin, özellikle savaşın sonuna doğru Almanya tarafından teklif edilen adaların en azından bir kısmının alınmamasını, hatta bu konuda görüşme gereği bile duyulmamasını "talihsizlik" olarak tanımlar. Dönemin hükümeti bununla da kalmaz, adaların Yunanistan'a devredilmesi ihtimali iyice güçlenmişken, Kasım 1944'te "adalarla ilgili hiçbir talep ve iddiası olmadığını" açıklar.

Adaların Yunanistan'a devredilmesi ve Kıbrıs meselesinin başlaması

İnönü yönetiminin adalar hakkında müzakereye bile gerek duymayan bu pasif tavrı, savaştan sonra da sürer. 1946'da, adaların geleceği hakkında da kararların alınacağı Paris Konferansı toplanır. Dönemin hükümeti, diplomatik açıdan mümkün olmasına karşın, bu son derece önemli konferansa katılmama kararı alır. Hatta eski Dışişleri Bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangil'in iddiasına göre, Türkiye konferansa resmen davet edilir, ancak yanıt vermez. Bunun üzerine, en azından bir Türk gözlemci göndermesi tavsiye edilir, İnönü yönetimi buna bile sıcak bakmaz. Aynı dönemde Dışişleri Bakanlığı Umumî Kâtibi olan Feridun Cemal Erkin de anılarında, hükümetten konferansa katılmak için izin istediğini, ancak adalar dâhil hiçbir konuda teşebbüs ve talepte bulunmaması talimatı aldığını vurgular. Erkin, bu talimat üzerine derin üzüntü duyduğunu, seyirci kalamadığını, ABD ve İngiliz büyükelçileriyle "diplomat değil sıradan bir T.C. vatandaşı kimliğiyle" görüşerek, kendi dışişleri bakanlarına adaların Yunanistan'a verilmesinin hata olacağını söylemelerini ister.

Sonuçta, Rodos, 12 Ada ve kıyılarımıza 2 kilometre mesafedeki Meis Adası, 10 Şubat 1947'de Yunanistan'a devredilir. Böylece, birkaçı dışında, Adalar Denizi'nden Doğu Akdeniz'e kadar tüm adalar Yunanistan hâkimiyetine girer. Bu durum Türkiye açısından doğrudan bir güvenlik sorunu olduğu gibi, Yunanistan'ın Kıbrıs konusundaki iştahını da kabartır. Yunanistan, bu tarihten itibaren gözünü Kıbrıs'a diker.

Adaların Yunanistan'a devrinden birkaç yıl sonra Kıbrıs'ta Rum EOKA terör örgütünün kurulması ve eyleme başlaması rastlantı değildir. 1950'li yıllarda Türkiye'nin diplomatik gündemi, Yunanistan'ın Kıbrıs'ı da ele geçirmesini engellemeye çalışmak olacaktır.

Kıbrıs'ta EOKA terörü

Bu dönemde Kıbrıs konusunda aktif bir dış politika yürüten Demokrat Parti Hükümeti'nde öne çıkan isim Fatin Rüştü Zorlu olur. Zorlu'nun Yunan tezlerine karşı duruşunu bilen Başbakan Adnan Menderes, onu Kıbrıs konusunda yetkilendirir ve Ağustos 1955'te Londra'da düzenlenen Türkiyeİngiltere- Yunanistan zirvesine heyet başkanı olarak gönderir.

Zorlu'nun burada Türk tezlerini başarıyla savunduğu günlerde Türkiye'de 6-7 Eylül provokasyonu gerçekleşir ve Türkiye Londra'dan eli boş döner. Bundan sonra da Kıbrıs davasının peşini bırakmayan Zorlu, 1957'de Dışişleri Bakanı olur ve bu kez de Türkiye'nin garantörlük hakkının olacağı bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti tezini savunur. Zorlu'nun bu konuda da büyük başarı sağlaması sonucu, Şubat 1959'da imzalanan Zürih ve Londra Anlaşmalarıyla, bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasına karar verilir. Bu anlaşmalarla Türkiye, adada garantörlük, yani askerî müdahale hakkı kazanır. Zorlu'nun 1 yıl kadar sonra gerçekleşen 27 Mayıs 1960 darbesiyle idam edilmesi, tesadüf değildir.

Darbenin ardından Türkiye'nin iç siyasete gömülmesi, Yunanistan'ı tekrar cesaretlendirir ve Kıbrıs'ta EOKA terörü yeniden başlar. Aralık 1963'te "Kanlı Noel" olarak anılan EOKA saldırılarında 103 Türk köyünün yakılıp yıkılması sonucu Türk askerî müdahalesi gündeme gelir, ancak Başbakan İnönü, ABD'nin "Johnson Mektubu" aracılığıyla gönderdiği uyarıyı dikkate alarak müdahale edilmemesi talimatı verir. Bu sebeple, Türkiye'nin adaya müdahalesi 10 yıl kadar gecikir.

Sonunda, Bülent Ecevit'in başbakanlığındaki Ecevit-Erbakan Koalisyonu adaya müdahale kararı alır ve 1974'te Türkiye adaya asker çıkarır. Adanın kuzeyi kısa sürede kontrol altına alınır, ancak ağır bir ABD ambargosu başlar. Sonraki Demirel Hükümeti'nin buna karşılık olarak ABD üslerini kapatmasıyla Türkiye üzerindeki baskı artar ve süreç 12 Eylül 1980 darbesiyle sonuçlanır.

Doğu Akdeniz'de enerji keşifleri ve "Mavi Vatan" doktrini

Doğu Akdeniz meselesi, Kasım 1983'te KKTC'nin kurulması ve 1990'larda ilk önemli doğalgaz sahalarının keşfiyle yeni bir boyut kazanır. 2003- 2010 arasında bölgede çok daha büyük rezervlerin keşfedilmesinin ardından Yunanistan yeniden harekete geçer, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi hukuksuz bir şekilde adanın tamamı adına Mısır, Lübnan ve İsrail ile MEB Anlaşmaları imzalar. Bu anlaşmalar hükümsüz olduğu gibi, Türkiye ve KKTC'nin haklarını da ihlâl eder. Yine 2007'de Yunanistan tarafından Meis Adası'nın kıta sahanlığı sağladığı teziyle hazırlatılan "Sevilla Haritası" adı verilen haritaya göre Adalar Denizi'nin tamamı ve Doğu Akdeniz'in büyük bölümü Yunan yetki alanı olarak iddia edilir ve Türkiye Antalya Körfezi'ne hapsedilmek istenir.

Türkiye, bu Yunan saldırganlığına karşı 2006'da Akdeniz Kalkanı Harekâtı'nı icra eder, 2011'de KKTC ile kıta sahanlığı ve ruhsatlandırma anlaşmaları imzalayarak Fatih ve Yavuz adlı sondaj gemilerini donanma korumasıyla deniz yetki alanlarına gönderir. Ardından Şubat-Mart 2019'da geniş kapsamlı Mavi Vatan Tatbikatı icra edilir ve son olarak Libya UMH ile 27 Kasım 2019'da MEB Anlaşması imzalanır, deniz yetki alanları belirlenir, davet üzerine Libya'ya asker de gönderilerek Türkiye'nin haklarının gasp edilmesinin önüne geçilir. Türkiye'nin denizlerindeki sondaj ve güvenlik faaliyetleri devam etmektedir. Şubat 2018'de İtalya, Mart 2018'de Almanya, Ağustos ve Ekim 2018'de Fransa ve Aralık 2018'de Malta'ya ait araştırma gemilerinin Türk yetki alanına girişi engellenir. 2020'de de sondaj gemilerimize yönelik taciz girişimleri kararlılıkla engellenir ve cevaplandırılır.

* Dr, Öğretim Üyesi, İstanbul Teknik Üniversitesi

BİZE ULAŞIN