Mesut Aytekin: Dikkat sinemada aile var!

Dikkat sinemada aile var!
Giriş Tarihi: 24.10.2019 17:06 Son Güncelleme: 24.10.2019 17:06
Türk Sineması, aileyi, sevgiyi, aşkı arıyordu. Saygı, sevgi, birlik ve beraberlik bekliyordu. Anne ve babaların birleştiremediği kardeşler kendi çabaları ile bin bir zorlukla bir araya geliyordu.

Aile bireyleri, dünya işlerine dalmadan önce daha sıkı ilişkiler içindeydi şüphesiz. Hani şu sanayileşme ve şehirleşme oranımızın artmadığı yıllar. Ürün fazlası olmayan, ihtiyacımız kadar üretip hesap yapmadan bölüştüğümüz yıllar. Belki de bu samimiyet, sıcaklık, içtenlik, dönemin şartları gereği geçimin daha çok aile bireylerinin ortak gücüne dayanmasındandı.

Taşrada daha sıkı olan aile birlikteliği şehre geldiğinde biraz küçülse de, şartlar ayakta kalmak konusunda aileyi zorladı. Bu zorlama manevi değil daha çok maddi anlamdaydı. Çok çalışmak, çok üretmek gerekiyordu. Aile bireyleri birbirlerini ihmal ediyor ama diğer taraftan geleneksel ve dinî değerler vesilesiyle aradaki saygıyı, sevgiyi koruyabildiği kadar koruyordu.

Türk Sineması'nın sinemacılar döneminde, şu meşhur Yeşilçam yıllarında çok sık gördük bu tabloyu. Köyünden kente göç eden, kenar mahallelerde hayat mücadelesi veren fakir ama gururlu aileler yeminliydi, medeniyetin tek dişi kalmış canavarına yenilmemeye. Gecekondulara mahkûm olsalar da, apartmanlara sıkıştırılsalar da, ev sahiplerinin eline düşmüş "kiracı yaratıkları" gibi görülseler de el veriyorlardı birbirlerine.

Köy ruhu da kaldırımlı mahallelerde yeniden hayat buluyordu. Bazı mahalleler, sokaklar Anadolu'nun taşrasını ışınlıyordu adeta büyükşehre. Ev sohbetleri, mahallenin veresiye defteri kabarık bakkalı, babacan kasabı, komşuluk hakları, kesesi dar ama gönlü geniş dayanışma örnekleri daha bir ön plana çıkarılıyordu. Düşenin elinden tutanlar vardı o filmlerde; gizli kahramanlar... Belki de değişime direnen bu süreçte insanlara sevdikleri, özledikleri şeyleri sunuyordu Yeşilçam.

Dünya yeni bir düzen kurdu

Ancak 80 sonrası hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Dünya büyük bir değişim içindeydi. Soğuk Savaş'ın gergin ortamı dağılmış, SSCB çökmüş, gençlik hareketleri sona ermişti. Savaşın, eylemlerin, protestoların ve acı ölümlerin ardından gelen sessizlik kapitalizmin tek dünya düzeni anlayışı çerçevesinde sınırların anlamını yitireceği bir sisteme evrilecekti.

Birbirleri ile daha sıkı ilişki içerisine giren ülkeler, teknolojik gelişimle birlikte özellikle ithalatlarını artırırken büyük devletlerin gölgesinde tüketim toplumunun gönüllü neferleri olma durumunda kalıyorlardı. Medya, boşluktaki insanoğlunun sığınağı, habercisi, eğlencesi, güvencesi durumuna geldi.

2000'lerle birlikte uluslararası şirketlerin devletleri geride bırakarak ekonomik güçle toplumları tek kültür, tek sanat ve tek bir yaşam biçimine yönelttiği bir dünya vardı karşımızda. Bilişim ve medya alanında tahminlerin çok ötesinde yaşanan gelişmeler, dünyayı bilgi yığınları içinde paylaşımların arttığı, uzay çağının yaşandığı, robotların yaşama daha yoğun katıldığı, yapay zekânın ufku süslediği bir dünyaya getirdi.

Bir tarafta varlık içinde yaşamlar diğer tarafta yokluk içinde ölüme gün sayanlar vardı. İnsanoğlu için pek çok şey kolaylaşmıştı. Tabii parası ve değerli madenleri olanlar için daha açık bir ifadeyle bunları iyi kullanabilenler için.

Taşra, "tatil" mantığı içerisinde nostaljiden öteye geçemeyen bir anlam kazandı. Üretim fabrikalaşırken "organik hayat" bile satılabilen bir meta hâline geldi.

İnsanlar dünyanın nimetlerinden daha fazla faydalanabilmek ve daha iyi yaşam koşullarında yaşayabilmek için şehirlere akın etti. Yatay mimariler unutuldu devasa dikey mimarilerde doğayı ezen beton ve mekanik bir dünya inşa edildi. Daha çok iletişim ve ulaşım için tüneller, kablolar, direkler ve alıcılar ile dolu bir dünyamız oldu. Elektronik aletler elimiz ayağımız hâline geldi. Bir taraftan üretim bandında deli gibi çalışan bireyler iken diğer taraftan aynı delilikte tüketmek zorundaydık. Çalışmak alınyazımızdı sanki.

İşte bütün bu gerçekler aile yapımızı derinden sarstı. Duygu odaklı geniş aileden maddiyat odaklı çekirdek aileye ve hatta şimdilerde hayatta kalma mücadelesi veren bireylere dönüştük. Geleceğin tek kişilik ailelerini görür gibiyim. Tek başına yaşayan robotlarla evli, çocuk sevgisini sanal karakterlerle yaşayan…

Aile dertleri beyazperdede

Sanat hayatı gibi sinema da bahsettiğimiz bu sürece ayak uydurdu. Bir taraftan değişimleri hikâyelerine yansıtırken distopyalarda karanlık bir tablo çizdi, diğer taraftan ütopyalarda ideal ailelerden ideal toplumlar inşa etti. 80'lerde, şehirleşen bireyin sorunları sinemaya yansıdı. Siyasi ve sosyal olayların perde arkasında kaldığı, bu olaylarla açık şekilde yüzleşilemediği yıllar, öykülerin kaçamak bakışlar fırlattığı bir hâl aldı sinema için. Bireyin yalnızlığı, modern hayattaki bireysel ve ruhsal sıkıntılar özellikle kendini yeniden keşif ve konumlandırma sürecindeki kadın olgusu Türk Sineması'nda ön plana çıktı çünkü kadın daha fazla hayata karışmaya başlamıştı. Minimal hikâyeler Batı'yı görmüş, dünyayı tanımış, eğitimli yönetmenlerin filmlerinde yer buldu. Geçim sıkıntısı çeken Türkiye gibi, Türk Sineması da film çekmekte zorlandı.

Ailevi sorunlar da çoktu. Şehrin üstündeki karanlık, evlerin içine kadar girdi. Aileler üzgün, küçük ve sorunluydu çünkü sadece çalışmak zorunda kalıyorlardı. Çocuklarla yeteri kadar ilgilenilemiyor, anne-babalar istediklerini yapamıyordu. Sistemin dayatmalarında çalışmaktaydılar. Ne verilirse onu yapıyorlardı.

Bunun yanında seçtikleri iktidarlara hesap soramadan her şeye tamah etme durumuna gelmişlerdi. Aydınlar ideolojilerin kırıldığı dönemeçte, sadece soluk almak için yaşıyorlardı. Kimlik bunalımı vardı. Parçalanmış zihin ve toplum, yeni nesle dönemin şartlarını da yanına alarak "Tarih ve düşünceden uzaklaşarak ekmeğinin peşinde ol!" fikrini aşıladı.

2000'ler daha da acımazsızdı. Ancak bu sefer konformizm içinde feraha ulaşan bir kesim vardı. Orta direk, sınıf atlama peşinde paranın ve imkânların sıcak, sarıp sarmalayan yüzü ile tanışmıştı. İnsanlar özellikle internet vasıtasıyla her şeyden haberdardı.

Kapitalizmin canavarlaştığı dönemde aileler parçalandı, boşanmalar arttı, çocuksuz evler çoğaldı. Evlilik dışı ilişkilerde yıpranan bireyler yuva kurmaktan kaçtı. Türk Sineması, aileyi, sevgiyi, aşkı arıyordu. Saygı, sevgi, birlik ve beraberlik bekliyordu. Anne ve babaların birleştiremediği kardeşler kendi çabaları ile bin bir zorlukla bir araya geliyordu. Limonata (2015), Kardeşim Benim (2015), Kardeşim Benim 2 (2017), Kelebekler (2018) filmlerinde olduğu gibi. Dağılan aileler, yarım kalan aşklar, özlenen mahalleler anlatılıyordu hep.

Derdimiz neydi peki? Arif V 216'da (2018) olduğu gibi âşık olup mutlu bir aile kurmak. Bir robot bile geçmişten etkilenip sahilde sevdiği ile el ele tutuşmak istiyordu. Yuva kurmak istiyordu. Komedilerimiz Düğün Dernek (2013) peşinde idi. Gençlerimizi evlendirip mutlu yuva kurmak -Kocan Kadar Konuş (2014), Geniş Aile: Yapıştır (2015), Bana Masal Anlatma (2015), Görümce (2016), Aile Arasında (2017)- peşindeydik.

Geleneklerimizden de vazgeçmiyorduk. Evlenmek, aile kurmak önemli olgular olarak toplumumuzda varlığını sürdürüyor çok şükür. Çoğu kez mizah ile harmanlanan aile ilişkileri, aile bireylerinin boğuştuğu sağlık sorunları ile de yer buluyordu sinemamızda: Babam (2017), Yol Ayrımı (2017), Bizi Hatırla (2018), Hadi Be Oğlum (2017).

Ailecek film seyretsek nasıl olur?

Sinema filmlerinin değerlendirme ve sınıflandırma işaretlerine hiç uymuyoruz. Trafik işaretlerine uymadığımız gibi sinema için özel olarak düzenlenmiş değerlendirme ve sınıflandırma işaretleri manasız ve fuzuli bizim için. Çocuklarımızın yaşına uygun mu; gelişimine zarar verir mi? Hiç düşünmüyoruz. Eğlenceli olsun, güzel olsun yeter.

Hele bir de son yıllarda olduğu gibi ünlü bir sosyal medya fenomeni ise başrol, içerik hak getire. Gençler, çok seviyor böyle filmleri. Zamane çocukları millî kahramanlarımız yerine önce onları öğreniyor zira. Sosyal medya ile sosyalleşen Z kuşağı için durum böyleyken sonrasında gelen alfa kuşağı için neler olur? Bu sorunun cevabı kaygı verici…

Neticede küfür dolu, cinsellik ve olumsuz örnek oluşturabilecek davranış içeren içi boş öykülerle gençlerimiz baş başa kalıyor. Bize ise "ne olacak bu gençliğin hâli?" sorusunu sormak kalıyor. Recep İvedik filmini, belirlenen yaş sınırının çok altında çocukların tek başlarına izlediklerine tanık oldum. Görünüş itibariyle muhafazakâr dedelerin ve annelerin aynı filme çocuklarını ya da torunlarını getirdiklerini gördüm. Rahat rahat bilet alıp filmi seyrettiler. Film için belirlenmiş değerlendirme ve sınıflandırma kriterlerine bakmadılar.

Sinema görevlileri ise seansı doldurup önlerindeki bilet sırasını azaltma peşinde, bakmadılar bile kimin bilet aldığına. Muhtemelen onlar bile bilmiyor filmin hangi değerlendirme ve sınıflandırma kriteri ile vizyona girdiğini. Bilse bile yanında annesi, dedesi, bir büyüğü var diye sorumluluğu onun üzerine atıyor.

En fazla 10 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim ebeveynsiz 3 çocukla aynı seansta izledik filmi. Sonuç: Filmin adı perdede göründüğü an başlayıp, sonuna kadar yerli yersiz devam eden gülüşmeler; etrafa saçılan mısırlar… Oysaki bu film 13A ile sınıflandırılmıştı yani 13 yaş ve altı sadece ailesi ile bu filmi izleyebilirdi.

Korku ama dozunda…

Komedi filmlerinde ezip geçilen sınıflandırma ve değerlendirme kriterlerine korku filmleri için de pek uyulduğu söylenemez. Özellikle son yıllardaki "cinli" birçok Türk korku filmi şiddet, cinsellik-korku ve olumsuz örnek oluşturulabilecek içerik uyarıları ile gösterime giriyor. Yaş sınırı ise genel olarak 15'in üstünde. Ancak salona girdiğinizde ilköğretim öğrencileri ile karşılaşıyorsunuz.

Geceleri rüyalarınıza girecek tipte figürlerin yer aldığı, karabasanlara davetiye çıkaran yaratıkların kol gezdiği, vıcık vıcık kanın aktığı, büyü ve muskaların havada uçuştuğu, ayetlerin gelişi güzel serpiştirildiği bu batıl inançlarla yüklü filmlerin gençliğin üzerindeki etkisi inkâr edilemez.

Salondan dışarıya sızan sesleri bile ruhları kıskaca almaya yeten bu filmler, insanoğlunu korkuları ile yüzleştirirken, hedef kitlenin de bu bilinçte olması şart. Aksi hâlde geceleri yalnız su içmeye dahi gidemeyen, sanrılar gören, seslerden korkan, tereddütler içindeki çocukların ruh hallerini düzeltmeye çalışırız. Yine gerçek ile sinemasal dünya arasındaki farkı kavrayamayan çocuklar için bu filmler, şiddetin, ölümün, büyünün ve benzeri pek çok batıl inancın gerçek kabul edilmesi ve sıradanlaşması demektir.

Bilinçaltına etki edecek bu güçlü imgeler dünyasına, çocukların, bilinçlendikleri bir dönemde girmeleri gerekir. Aksi hâlde bu filmler, ruhta onarılması zor yaralar açacak hem bireysel hem de toplumsal yaşamda huzursuzlukların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Bu yıl vizyona giren Üç Harfliler Adak, Araf 2, Sir-Ayet, Alemi Cin 2, Cinnet bu değerlendirmeye uyan filmlerden en çok izlenenlerdir.

Animasyon deyip geçme

Sınıflandırma ve değerlendirme kıstasları bağlamında, animasyon filmler de dikkat edilmesi gereken yapımlar arasındadır. Özellikle Hollywood menşeli pek çok animasyon film çocukların gelişimi için zararlı içerikler barındırabilmektedir. Son yıllarda gelişen teknoloji ile birlikte görsel bir şova dönüşen, hareketli, eğlenceli animasyon filmler, gişe rekorları kırmaktadır.

Toplumumuzda "animasyonlar çocuklar içindir" ön kabulü pek çok olumsuzluğa kapı aralamaktadır. Oysaki animasyon filmler sıklıkla çocuklar değil yetişkinler içindir. Özellikle son yıllardaki pek çok animasyon film, yetişkinlere hitap etmektedir. Örneğin Buz Devri çocuklar tarafından çok sevilmesine rağmen, özellikle cinsellik bilgisi gerektiren ve bu bağlamda göndermelerle dolu sahneler içerir.

Sevimli ve komik karakterlere gülerken arka plandaki söylemler, ifadeler başka mesajlar içerebilmektedir. Yine farklı cinsel yönelimlere pozitif anlamlar yükleyen, ırkçılık ve şiddet içeren söylemler/davranışlar gelişme çağındaki çocukların değer yargılarında değişikliklere yol açabilmektedir. Büyülü, cadılı dünyalara yelken açan animasyon filmleri, çocukları, sorunlarının büyülerle çözülebileceğine inandırmakta, gerçeklikten uzaklaştırmaktadır.

Son yıllarda animasyon alanında çok güzel yerli yapımlar ile karşılaştık. Bu anlamda sektöre canlılık getiren, neredeyse yoktan var eden TRT Çocuk'u tebrik etmek gerekiyor. Onların sayesinde Rafadan Tayfa, Keloğlan, İstanbul Muhafızları, Köstebekgiller, Dede Korkut Hikâyeleri, Maysa ve Bulut, Niloya, Hapşuu, Aslan gibi pek çok kaliteli yerli animasyon ile tanıştık.

Bu arada öncü karakterlerden biri olarak Pepee'nin de hakkını vermek lazım. Hem öykü anlamında hem de teknik anlamda oldukça başarılı olan bu yapımlar çizgi film dışında sinemaya da geçiş yaparak özgün transmedya yapımları olarak çocuklara ve ailelere çok değerli alternatifler sundu. Hem yerli olmaları hem anlaşılırlıkları hem de yaptıkları işin hakkıyla üstesinden gelmeleri açıkçası gurur verici gelişmelerdi.

Seyirciden olumlu tepkiler alınca da bu yapımlar devam filmleri için de kolları sıvadılar. Rafadan Tayfa'nın ilk filmi Dehliz Macerası, 1,5 milyonu aşan seyirci sayısıyla, 2018 yılının en çok izlenen 8'inci filmi oldu. Pırdino, Köstebekgiller ve Kral Şakir devam filmlerini çekti bile.

Ailece izlenebilecek filmi seçmek

Ailelerin, film tercihlerinde çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Öncelikle filmlerin konuları, içerikleri iyice öğrenilmeli, fragmanları mutlaka izlenmelidir. Bununla birlikte film için belirlenen değerlendirme ve sınıflandırma kriterleri dikkate alınmalı, film eleştirileri gözden geçirilmelidir. Özellikle güvenilir sinema ve köşe yazarları ayrı bir kontrol ve bilgilendirme kriteri olarak okunmalı ve film hakkında bilgi sahibi olunmalıdır.

Sağlıklı bir çocuk gelişimi ve aile yapısı için medya okuryazarlığı ve özelinde sinema okuryazarlığı şarttır. Özellikle günümüzde görsel dünyanın çevremizi sardığı ve bu dünyadan kaçamayacak/kaçınamayacak bir duruma geldiğimiz düşünülürse daha temkinli ve bilinçli bir yol izlememiz elzemdir. Her yönden görüntü ve bilgi bombardımanı içinde olan ve teknolojinin içine doğan yeni kuşakların iyi yetişebilmesi için ailelerin onların önünü açmaları gerekmektedir.

Kökten yasaklayıcı tutumlar, çocukların içinde yaşayacakları hayata ket vurmak demektir. Mantıklı ve ideal olan birlikte belirlenen kurallar çerçevesinde, bilinçli olarak çocuklarımızı yetiştirmek ve işbirliği sağlamaktır. Çocuklarımıza yaşlarına uygun olarak neyin kötü ve neyin iyi olduğu anlatılmalı, doğru ve yerinde yönlendirmelerle seyir kültürleri geliştirilmelidir. Bu noktada tamamen kuralsızlıktan, başıboşluktan bahsetmiyorum. Kurallar olacak ancak yasak algısı çerçevesinde değil, yaşına ve ruhsal durumuna uygun sınırlar çizilerek, nedenleriyle birlikte çocuğa, anlayacağı bir dille, üşenmeden gerekirse defalarca açıklanarak içselleştirilebilir ancak.

Bununla birlikte, bir diğer önemli nokta, özellikle ebeveynlerin, ailelerin tutum ve davranışlarıdır. Teknoloji, bilim ve sanat ne kadar ilerlerse ilerlesin, çocuklar ilk öğrenme deneyimlerini ebeveynlerinde ve yakın çevrelerinde yaşamaktadır. Dolayısıyla doğru bir hayat süren, yalan söylemeyen, saygısızlık etmeyen, kurallara uyan ve içeriği düzgün sinema, televizyon ve yeni medya ürünleri izleyen ebeveynlerin çocukları o doğrultuda bir gelişim gösterecektir.

Örnek bir ebeveyn ve yetişkin olarak kendimize çeki düzen verirsek çocuklarımızın gelişimine büyük katkı sağlamış oluruz. Bilinçli bir sinema okuryazarlığıyla da bir adım önde olarak çocuklarımızın önünü açarız. Zaten gerisi bilgi ve teknolojinin önümüze serildiği bu çağda kendiliğinden gelecektir. Doğru bilgileri bir araya getirebilecek bilinçte çocuklar yetiştirebilmek ümidiyle…

BİZE ULAŞIN