Ekrem Demirli: Hak edilmiş bir hayatı yaşamak: Bir Boğaç Han masalı

Hak edilmiş bir hayatı yaşamak: Bir Boğaç Han masalı
Giriş Tarihi: 15.2.2019 15:29 Son Güncelleme: 15.2.2019 15:29
Ne olacağı belirsiz birine isim vermek onun kişisel kabiliyet ve yeteneğine değil, ailenin beklentisine atıf yapar. Kadim bir deyimde “isimler gökten iner” denilir. Hiçbir insan gökteki adını bilemez fakat bir hayat yaşayarak gökteki adımızı öğrenmiş oluruz.

Yeni doğan bir bebeğe ad vermek için onun bir başarısını veya erdemini beklemek masallardan gelen bir duygu şeklinde yer alır hafızamızda. Ad vermek bir başarıya neden gerek duysun ki gerçekte? Yeni doğana ad vermek ailenin ilk görevlerinden biri hatta ebeveyn olmanın iktiza ettiği bir hak ve ayrıcalıktır. Bir çocuğa adını vermek ebeveynin yetkisi dâhilindedir; ebeveyn -bazen aile- yeni üyesine isim vermekle onu ailenin parçası hâline getirirken aynı zamanda seçilen ismin taşıdığı anlamla da onu bir maksada yönlendirir. Hepimiz o yönlendirme niyetini barındıran isimler taşırız. İsimler bir temenni ve beklentiyi anlatır: Ne olacağı belirsiz birine isim vermek onun kişisel kabiliyet ve yeteneğine değil, ailenin beklentisine atıf yapar. Kadim bir deyimde "isimler gökten iner" denilir. Hiçbir insan gökteki adını bilemez fakat bir hayat yaşayarak gökteki adımızı öğrenmiş oluruz. Hayatın trajedisi şurada kendini gösterir: Varlıklar arasında en büyük rüçhaniyeti isimleri bilmek olan insan en son kendi adını öğrenir.

Eski bir Türk masalında isim vermek için çocuğun başarısının ve erdeminin beklenildiği anlatılır: Bir ismi hak ederek almak günümüz zihnine yabancı gelebilir fakat hayatı biraz sakince düşünürsek aslında bu masalda anlatılanların hâlihazırda bilfiil yaşandığını fark ederiz. Hz. İsa'ya izafe edilen bir sözde "İki kere doğmayan melekût sırrına eremez" denilir. Doğumla birlikte bize verilene mukabil ikinci doğum ile yani "akli ve ahlaki varlık" hâline gelmekle aldığımız ikinci isim bizim gerçek adımız kabul edilir. Gökten inen isim aslında budur. Tarikata katılanlar seyrüsülûklarını ikmal ettiklerinde ikinci bir isim alırlar; bu durum masalda anlatılanın bir devamı sayılabilir. Kadim bilgelik burada da kendini muhafaza etmiştir: İnsanın esas ismi, ahlaki bir yolculukla ulaşılan bir idealdir. Günlük hayatta "ismi hak ederek almanın" mukabili lakaplar, unvanlar, vasıflar kullanırken bazen ismimizin yanına ikinci isim ekleriz. Görürüz ki verilen isim bizi anlatmaya yetmemiş; ikinci isme ihtiyaç duymak, verilen isim ile hak edilen isim arasındaki çelişkiyi anlatan uygulamalardan biridir.

Her birimiz için bir anlam

Boğaç Han hikâyesi ismi hak ederek almanın hikâyesidir. Bu anlamıyla bir ahlak ve erdem hikâyesi olarak nesilden nesle aktarılırken uzun bir zaman diliminde insanlar aynı istikamette terbiye edilir. Hikâyede ismi hak etmenin sebebi fedakârlık ve cesarettir. Bir delikanlı saldırgan boğanın önüne geçerek onunla dövüşür, başka birine zarar vermesini engelleyerek aileyi muhtemel bir üzüntüden kurtarır. Bunun üzerine obanın bilgesi; "Sana Boğaç Han diyelim" diyerek boğayı deviren ve yenen anlamında bir ad verir.

Hemen hepimizin bildiği bu masalı olduğu gibi mi okumalıyız, yoksa yoruma tabi tutarak daha güçlü ve evrensel neticeler mi aramalıyız? Kültürümüzdeki masallar ve hikâyeler üzerinde ciddi tahlillerin yapılmamış olması kadim metinleri okumayı anlamsız kılıyor. Hikâyelerden bugüne ve daha önemlisi bireye intikal etmediğimiz sürece böyle anlatılar çocuklara anlatılan masallardan öteye geçmez. Her insan boğa ile dövüşme imkânı bulamayacağı için hikâyenin talim ve anlatım maksadı taşıması mümkün olmayacaktır. Hâlbuki bir yorum yöntemi ile hikâye ile bağ kurmak mümkündür: Bir dilde veya kültürde bir tema işlenmişse, o kültür dâhilindeki her bireyi ilgilendiren bir değer zikredilmiş olmalıdır. Ortak değerler, dil ve gelenekler aracılığıyla nesilden nesle aktarılarak uzun bir zaman diliminde yaşama imkânı bulur. Bunu yapabilmenin yolu hikâyenin taşıdığı esas anlama giderek her bireyi ilgilendiren ana fikri tespit etmektir.

Tasavvuf genel anlatılar dâhilinde bireysel kabiliyet ve farklılığımızı bulabileceğimiz en tutarlı ve sistematik yöntemi ortaya koyan disiplindir. Bunu başta dinî metinler olmak üzere hemen her alanda yapabilecek bir yorum yöntemi geliştirmiştir. Tasavvufun yorum yöntemi, her bir insan tekini asıl insan ve gaye varlık sayarak, genel anlatıdan bireye intikal ederek onu hikâyenin kahramanı hâline getirmek ilkesine dayanır. Mesela söz konusu olan Âdem ve Havva ise tasavvuf her insanı Âdem ile Havva hâline getirerek cennette başlayan hayatımızdan itibaren yaklaştığımız birçok yasak ağaca dikkatimizi çeker. İnsan ömrü, yasaklanmış ağaçlar etrafındaki gidip gelmelerle şekillenir. Her birimiz cennetteydik, her birimiz ağaca yaklaştık, her birimiz düştük: Her birimizin görevi, bir sınav yeri olan yeryüzünden ahlaki bir mücadele neticesinde cennete dönmektir. Bahis mevzu olan Nuh ise tasavvuf bu istisnai hadiseden insan tekine intikal edebileceği bir yorum geliştirerek herkese ait necattan ve gemiden söz eder: Her insanın bir kurtuluş gemisi vardır.

Boğaç Han hikâyesini bu yöntemle okuyarak her birimiz için bir anlam bulmak mümkündür. Bu sayede taşıdığımız ismi hak edip etmediğimizi öğrenebileceğimiz kadar ödünç-mecaz bir hayat/isim ile hakiki hayat yaşamak arasındaki farkı keşfederiz. Belki de çoğumuz hayatı mecaz ve ödünç olarak yaşarken içindeki boğayı zapt edebilenler hayata bir değer katmanın mukabilinde hakiki isim almayı hak etmişlerdir.

Yiğit, içindeki boğayı yenebilendir

Klasik nefs teorileri insanın içindeki karmaşık duygular ile duyguları tedbir edecek akıl arasındaki gerilime dayandırır ahlakı. Her insan içinde yaşama dair hayvani duygular ile güdüler taşır. Bu duygular bizim yaşamamız için elzemdir fakat hayatımızı yönlendirmeye başladıklarında bizi bir insan olmaktan uzaklaştırarak düşüncesiz bir hayata mahkûm ederler. İnsan "natık varlık" olarak ayrışır.

Bu ayrışma esas itibarıyla duygularla hareketten ayrışma anlamı taşıyacağı için ahlaklı varlık olmak anlamına da gelir. Akıl duyguların bizi yönetmesine karşılık iradeyi güçlendirerek duyguları tedbiri sağlayan en temel insani niteliğimizdir. Dinin ve ahlakın gayesi hayvani duyguları terbiye ve tedbir ederek bizi medeni bir varlık hâline getirmektir; "medenilik" işin gayesi de değil, bir kısmıdır, daha uygun kavram ise kâmil ve tam insan hâline gelmektir.

Hikâyede yenilen boğa, dışarıdaki hayvan olsa bile aslında o boğanın insana ayna tutarak kendini tanıma imkânı sağladığını söyleyebiliriz. Başka bir anlatımla hikâye dışarıdaki boğanın hikâyesi değil, her bir insanın içindeki boğanın temsil ettiği havyanilik ile aklın hikâyesidir. İnsan bir boğayla güreşerek değil içindeki boğayla güreşerek gerçek insan olma imkânı bulur; boğayı yenerse hakiki bir isim alacaktır.

İnsan ahlakı ondaki güçlerin tedbiri ilkesine dayandırılır dedik. Bu itibarla insanda üç güç bulunur: Bunlar birbiriyle irtibatlı olsa bile fonksiyonları bakımından birbirinden farklı şekilde tasnif edilebilir. Her gücün ifrat veya tefrit hâli olduğu kadar ahlakın gayesi de güçlerdeki itidali bulmaktır. Akıl ile arzular arasındaki karşıtlık bu noktada tebarüz eder. Duygular hemen ve her şartta hazza ulaşmak isterken akıl geniş bir zamanı ve şartları düşünerek duyguları hazlarından engeller. Bu durumda an içindeki hazza mukabil geniş zamandaki saadet karşıtlığı iradeyi ortaya çıkarır.

Aklın görevi insan duygularını tedbir ederek itidal üzere insana davranışlarını yönlendirebilmektir. Güçlerimizden biri kendimizi koruma gücümüz olan gazap yani öfke gücümüzdür. Bu gücümüz varlığımızı korumak için önemli işleve sahip olsa bile bazen aşırı derece edilgen kalabilir veya bazen tefrit hâlinde olabilir. Gazap gücünün ifrat hâli korkaklık diye isimlendirilirken onun tefrit hâli cüret veya düşüncesizce saldırganlık diye anlatılır. Her iki güç insana zarar verir. Birincide insan kendini koruyamayacak kadar korkak ve zayıf kalırken ikincide başkasına zarar verebilecek şekilde saldırganlaşır. Bu bakımdan her ikisini duygu olmak bakımından bir seviyede kabul edebiliriz: Korkak insan ile saldırgan insan duyguyla yönlendirilmiş iki insan tipidir.

Ahlakın hedefi yerli yerindeki ilkesiyle şecaat hâlinde insanı tedbir etmektir. Şecaat öfke duygumuzun aklımızı değil, aklımızın öfke gücümüzü yönetmesi demek olan itidalimizdir. Günlük hayatta cüret ile şecaat birbirine karıştırılır; itidal bir tür korkaklık ve çekingenlik diye görülerek cüret teşvik edilir. Gerçekte cüret, korkaklığın gizlenme ve perdelenme tarzıdır. Şecaat ise aklın duygumuzu kontrol etmesiyle ortaya çıkan denge hâlidir. Şecaatin ne olduğunu anlamak için diğer iki gücümüzün ifrat ve tefrit hâlleri kadar itidal hâllerini de hatırlamak gerekir.

Mesela şehvet gücümüz, yaşamamız için lazım gelen en önemli gücümüzdür. Bu gücün ihmal edilmiş hâli cinsel ilgisizlik şeklinde ortaya çıkarken taşkınlık hâli fuhş veya fahşa diye isimlendirilir. Buna mukabil onun denge hâli iffet diye yüceltilen ahlaki erdemlerin başıdır. Kişinin cinsel arzuları tarafından yönlendirilmek yerine aklının bu gücü tedbir etmesi ahlaklı varlık olmanın iktiza ettiği bir sorumluluktur. Üçüncü gücümüz ise hikmet veya düşünme gücümüzle ilgilidir. Bu gücün ifrat hâli ahmaklık ve eblehlik diye isimlendirilir. Günlük hayatta daha çok bu gücün tefrit hâlini biliriz. Tefrit hâli duygunun bilgiyle ilişkisini iktidar ve paye edinmek maksadıyla kurması demektir. Bu bakımdan tefrit hâlindeki bir hikmet veya düşünme hakikatten daha çok onun sağlayacağı payenin peşinde koşarak insanı bir tartışmacı ve kavgacı hâline getirir. Filozoflar ve ahlakçılar bunu cerbeze gücü diye isimlendirilirler. Buna mukabil bu gücün denge hâli hikmet veya akıl dediğimiz şeydir. Öyleyse ahlak duygularımızı yönetmekle erebileceğimiz bir itidal ve denge hâlidir. Bu denge hâlinin genellikle aşırı uçlar arasında bir yerde olduğunu hesaba katarsak duygularla ve içgüdülerle hareket ederek ahlaklı olabilmek mümkün olmayacaktır.

Güçlü, öfkeliyken kendini tutandır

Mekke'de gücü ve pehlivanlığıyla meşhur bir adam Hz. Peygamber'e güreşmek teklifinde bulunur. Şayet güreşte yenilirse Müslümanlığı
kabul edeceğini de vaat eder. Adam sonuçtan emindir: Hz. Muhammed'in onu yenebileceği aklına bile gelmez. Güreş beklenmedik neticeyle sonuçlanır, Hz. Peygamber adamı yener. Bunun üzerine adam biraz mahcup biraz da kızgın bir şekilde Peygamber'in gücünü övmeye kalkınca Hz. Peygamber İslam ahlak tarihine yön veren o meşhur sözünü söyler: "Pehlivan (güçlü insan) güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiğinde kendine hâkim olabilen kişidir."

Esas pehlivan nefsini yenen, ona boyun eğdiren kişidir. Hadis İslam'ın geleneksel toplum değerlerini tashih ederek yeni bir değerler kümesi inşa ettiğini anlatan en iyi örneklerden biridir. Hemen bütün toplumlarda yiğitlik ve cesaret bir güç ve kuvvet meselesi olarak görülürken Hz. Peygamber dikkatimizi içimize çekerek nefsimize hâkim olmayı cesaret olarak anlatır. Bu hadis-i şerif ilk başta atıf yaptığımız konuyu özetler: İnsan içindeki hayvanı yendiği kadar insan, onu zapt ettiği kadar cesurdur. İnsanın bir ad almayı hak etmesi içindekini yenmesine bağlıdır.

BİZE ULAŞIN