Tuluyhan Uğurlu: Benim Ramazanlarım: Pide kokusu, ışık ve müzik…

Benim Ramazanlarım: Pide kokusu, ışık ve müzik…
Giriş Tarihi: 20.6.2018 15:29 Son Güncelleme: 25.6.2018 10:58
Ramazan aylarında annemle birlikte ziyaretine gittiğimiz Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini çevreleyen parmaklıklara el süren kadınları hayranlıkla izler ve bildiğim bütün duaları okurdum. Kabirler, çeşmeler, dost bakışlı esnaf içinde yürür, binlerce kediden bir tanesi ile konuşur, bir insan gibi onlarla sohbet ederdim. Çocukluk yıllarımda Ramazan benim için pide demekti. Bütün bir yıl ekmek fırınlarının raflarında pidelerin görücüye çıkacağı günleri beklerdim. Okulum, piyano derslerim nedeniyle hiç pide kuyruğuna girip ellerim yanarak bu çok özel ekmeği eve taşımadım ama fırınlardan gelen pide kokusu beni hâlâ yıllar öncesine götürür. O ne müthiş bir kokudur, içinde sanki sadece bize özel bir şeyler gizlidir.

Ortaokul yıllarımda annemle birlikte, önünde yemyeşil çimenlerin uzandığı Bebek'teki Dereboyu Caddesi'nde bulunan dairemizde mutlu bir yaşamımız vardı. Geleneksel yaşam tarzını sürdüren komşularımızdan Ramazan boyunca tadımlık tabaklar gider gelir, komşuda pişenler bize de düşerdi. Annem orucunu aksatmadan tutar, benim ise sadece cumartesi pazar günleri oruç tutmama müsaade ederdi. "Ben de oruç tutmak istiyorum" diye itiraz ettiğim zaman, kulağıma hemen Hoca Ahmet Yesevi'nin "Çalışmak ibadettir" sözünü fısıldar ve devam ederdi: "Senin bu incecik omuzlarına yüklenmiş çok önemli görevlerin var, hele biraz büyü orucunu aksatmadan tutarsın."

Ramazan boyunca, okuldan sonra gittiğim Cağaloğlu'nda konservatuvardan çıkıp aceleyle otobüslere binip iner, ezan okunmadan eve yetişebilmek için soluk soluğa kalırdım. Annem küçük iftar sofrasının en önemli bölümünü benim için özel olarak hazırlardı. Sofrada kendi elleriyle yaptığı reçellerden, taze tereyağına kadar çeşit çeşit lezzetler olurdu. Oruç tutmamış olmamın burukluğunu derinden yaşasam da, sıcacık pide dilimleriyle bezeli bu doyumsuz sofrada öylesine mutlu olurdum ki, bugün hâlâ çok sıkıldığım zamanlar aklıma o sıcacık iftar sofralarını getirerek kurtulurum sıkıntımdan.

Çocukluğumun Ramazanları, bir yönüyle de müzik ve ışık demekti benim için. Hafta sonları annemin elini tutar ve selatin camilerinin bulunduğu meydanlara giderdim. Orada ışıklı mahyaları saatlerce seyreder, o muhteşem sesleriyle ezan okuyan müezzinlerin her "Allah" deyişlerinde sanki ışıkların daha da parlayarak göklere yükseldiğini hissederdim. O ezanlarla yıldızlar daha da parlar, ışıklı bir yolun içinde yürürdük sanki.
Ramazan aylarında annemle sık sık gittiğimiz mekânlardan biri de Eyüp Sultan'dı. Bir lokantada orucumuzu açtıktan sonra gezimiz başlardı. Ucuz ama bir çocuğun gönlüne işleyen buraya has oyuncaklara bakar, dükkânlardaki rengârenk şekerlerin, renkli yazmaların, dini kitapların arasında kaybolurdum. Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini çevreleyen parmaklıklara el süren kadınları hayranlıkla izler ve bildiğim bütün duaları okurdum. Kabirler, çeşmeler, dost bakışlı esnaf içinde yürür, bir yerlerde mola verir, binlerce kediden biri ile konuşur, bir insan gibi onlarla sohbet ederdim.

İnsanlar gurbette daha da yakınlaşır

14 yıl kaldığım, kendimi tanımaya başladığım yalnız Viyana gecelerinde ise Ramazanlar bir başka yaşanırdı. Geceleri karanlık taş binaları ile daha da soğuyan bu yaşlı kentte hep yalnız yaşadım, kendi düşlerim içinde sabahlara kadar sokaklarda tek başıma gezdim ama Ramazan ayı boyunca zorunlu olarak yalnızlığa veda ederdim. Gurbette birbirine daha da yakınlaşır insanlar. Kimi zengin kimi yoksul sofralar… Türkiye'den getirilmiş kahvaltılıklar, dualarla yapılan helvalar, hanımların açtığı börekler eşliğinde Ramazan keyfimiz sürer giderdi. Tek bir gece bile bana kalmaz, mutlaka iftar sofralarında dostlarla buluşurduk. Ertesi gün akademide dersim olmazsa sohbetler sahura kadar sürer ve gurbette dopdolu bir ay geçirirdim. Burada yaşayan Türkler, hatta zaman zaman başka ülkelerden gelen Müslümanlarla aynı sofranın başında toplanır, iftar sonrası demlenen çay eşliğinde yapılan sohbetlerde manevi dünyamızı genişletirdik.

Okul bitti, yüksek lisans bitti ve Türkiye'ye döndüm. Ankara'da geçen yedek subaylık günlerim benim için unutulmazdı. Asker ocağında Ramazan keyfi bir başkadır. Aşçılar, iftar ve sahur yemeklerini sanki başka bir aşkla yaparlardı. Yurdumun dört bir yayından gelen insanlarla bir bayram sevinci içinde oturulurdu her gece sofraya.

İstanbul'da Ramazan yaşamak ayrıcalıktır

Eğitim ve vatan görevlerimi tamamlayıp döndüğüm, sonrasında ise bir daha hiç ayrılmadığım İstanbul… Çocukluğumun şehri, düşlerimi gerçekleştirdiğim dünya başkenti… Maddi ve manevi dünyanın zirvelerinde gezinen İstanbul…

İstanbul'a olan aşkımı anlattığım; Dünya Başkenti İstanbul isimli eserimi yazdığım yıllarda, bu sözün günün birinde İstanbul camilerinin mahyalarına taşımasını düşlerdim hep. Bir gün Üsküdar'da bu mutluluğa eriştim. İki minare arasında ışıklarla "DÜNYA BAŞKENTİ İSTANBUL" yazıyordu. Benim düşlerim, duygularım ışık olmuş göklerde parlıyordu. Dakikalarca bakıp durdum bu ışıklı yazıya. Sonra gün gelip bütün mahyalarda bu sözlerin yazılacağını hayal ettim. Sanat, sanatçı ve hayal birbirinden ayrılabilir mi?

İstanbul, dünyanın merkezi İstanbul… Bu kentte Ramazan'ı yaşamak bir ayrıcalıktır. İstanbul Ramazanları bolluk bereket, ibadet, coşku demektir. Şehir bir ay boyunca neredeyse hiç uyumadan yaşar. İftar saatinde İstanbul'da sanki zaman durur, şehir sessizleşir. Nereye gitseniz bir küçük sofraya rast gelir, hemen buyur edilirsiniz. "Allah ne verdiyse", elle bölünen sıcacık pideler, zeytin, peynir, hurma… Mevsimine göre meyveler… Yüzlerde bir rahatlık ve huzur…

Giderek daha içten kutlanan bu manevi ayın içinde erimek, manevi dünyanın kuşatıcı kollarının arasında kaybolmak… Düşüncelerle yoğrulmak ve bedeninizden kopup neredeyse bütün yüklerinizden arınarak göklere yükselmek… Sabaha kadar huzur içinde düşlerde yaşamak…

Bir anda Hazreti Pir'in türbesinin önünde dolaşmak, Hz. Şems'e uğramak, yahut Türkistan'a kadar gidip Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi'nin güllerle çevrili türbesinin önünden ona "geldim" diye seslenmek. Duyar mı, cevap verir mi bilemem ama beni türbesinin önüne kabul edip burada piyanodan çıkan nağmelerle ona seslenişimi hatırlar belki kim bilir? Sonra Kudüs'e gitmek, Mescid-i Aksa'da sabah namazı kılmak… Gün ışımadan Urfa'ya varıp Hz. İbrahim'i hissetmek ve Balıklıgöl'ün yanında secdeye varmak…

Yaş kemale ermeye başladığı vakitler Ramazan'ın, iftarların gölgesinden çıkıp Yaradan'la yakınlaşmak olduğunu daha bir hissediyorsunuz. Gün boyu evinizde kendinizle baş başa kalıp geceleri İstanbul'un manevi dünyası içinde kaybolmak, kendini yargılamak ve tekrar tekrar düşünmek… Bir hastane kapısının önünden geçmek, ambulansların sesini dinlemek, hiç dikkat etmeden geçtiğimiz binlerce kabir arasında yürümek… Sonra kalabalıklar arasına karışıp Sultanahmet'te çimler üzerinde oynayan çocukları görebilmek, gözlerindeki ışıltıyı içine çekebilmek… Süleymaniye'nin önünden geçip, yatsı ezanı okununca koşan insanların kalplerindeki çarpıntıya tanık olmak… İftar sofralarının ağır yükünü omuzlayıp bir köşede karınlarını doyurduktan sonra sahur için hazırlanan lokantaların çalışanlarının yanında Ramazan'ı yaşamak…

Sabah ezanları okunurken insanın en kutsal görevi olan ekmek parasını çıkarmak için yollara düşenleri görmek… "Şükür bu bayramı da görebildik" diyebilmek ve güçlü, şefkatli ve inançlı insanlar diyarı Anadolu'da yaşamak ve ölmek…

Ramazan dedik ve nerelere geldik… Herkese hayırlı Ramazanlar…
BİZE ULAŞIN