Lacivert Yazı İşleri: Şeytan taşlamaktan salavat getiremiyoruz

Şeytan taşlamaktan salavat getiremiyoruz
Giriş Tarihi: 5.4.2016 15:21 Son Güncelleme: 15.4.2016 14:52
Lacivert Yazı İşleri SAYI:23Nisan 2016
Herkesin birbirinden haberdar olduğu bir dünyada herhangi bir tehdit çok daha şiddetli bir korku ortamı oluşturuyor, böylece terör en önemli tehdit algısı olarak ortaya çıkıyor.

SETA İstanbul Genel Koordinatörü Doç. Dr. Fahrettin Altun'la terörizmi ve tehdit algısını konuştuk. Tehdit ortamının varoluşsal bir endişeye dönüşebileceğini ifade eden Altun, "İnsanların kendilerini tehdit ortamında hissetmeleri nedeniyle kalıcı bir şeyler ortaya konulamıyor. Kültürel ve siyasal alanda yatırım yapamaz hale geliyorsunuz ve sadece tehditleri savmaya çalıştığınız bir gündem oluşuyor böylece" diye konuştu.

Türkiye'yi ve Avrupa'yı saran tehdit algısından başlayalım. Terör saldırılarından sonra bir tek Türkiye'de değil, dünyada da bir tehdit algısı oluştu. Bu algı özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların gündelik hayatını etkiledi. İki-üç günlük bayram tatillerinde bile trafik kazasında 100-150 kişinin öldüğü biliniyor ama bu bir tehdit algısı doğurmuyor. ABD'de 11 Eylül'den sonra terörle ilişkilendirilerek hayatını kaybeden kişi sayısının 721 olduğu söyleniyor. Aynı süre zarfında silahlanma yüzünden birbirini öldüren insan sayısı ise binlerle ifade ediliyor. Tehdit bir algı mı, gerçeklik mi?

Tehdit, bir gerçeklikten çok algı ve kendisini besleyen bir korku ortamı var. Önce terör bir zemin hazırlıyor, daha sonra sistematik bir şekilde bu korku besleniyor ve akılcı siyasetin önü tıkanıyor. Günümüzde 80'li yılların tehdit algısının dışında yeni riskler ve tehditler oluşmuş durumda. O dönemde tartışılan riskler aslında bir nevi modernitenin doğurduğu yeni örgütlenme biçimlerinin doğal sonucuydu ve belki öngörülebiliyordu. Eskiden terör ve muhatabı arasında diyalektik bir ilişki vardı. Bugün, ekonomik kriz, hastalıklar, toplumsal güvensizlikler gibi tehditler var ama bunlar hem öngörülebiliyor hem de planlanmış değil. Biz, planlı ve öngörülemeyen bir tehdit olarak sınırları aşan terörden bahsediyoruz. Herkesin birbirinden haberdar olduğu ve hayatlarının en dip noktalarına vakıf olmak istediği ve olabildiği bir dünyada herhangi bir tehdit çok daha şiddetli bir korku ortamı oluşturuyor, böylece terör en önemli tehdit algısı olarak ortaya çıkıyor.

Geride bıraktığımız on yıllarda tehditler bazı oluşumların doğal sonucuydu, bugün aniden ama planlı bir şekilde mi ortaya çıkıyor?

Diğerlerinden farklı olarak terör, evet, kasti olarak ve bir şekilde planlanarak ortaya çıkıyor. Terör planlanmış ve tasarlanmış bir kötülük. 90'lar boyunca küreselleşmenin nimetleri ve pozitif hikâyeleri anlatıldı. İnternet, haberleşme vesaire. 11 Eylül'le beraber terörün de küreselleşebildiğini gördük ve bu yeni terörizm konsepti, modern Batı dünyası için bir tehdit. Çünkü şiddetin ve savaşın aydınlanmamış Batı dışındaki toplumlara ait olduğunu düşünen genel bir zihniyet var ve ortaya o yapıyı şoklayan başka bir şey çıkıyor. Dokunulmaz bir alan ortadan kalkmış oluyor. 11 Eylül'e baktığımızda risk ve tehdit algısının çok fazla sarsan bir şey görüyoruz. Ondan sonra artık bir anlamda da sürekli kendisini buna göre kurgulayan genel bir güvenlik konsepti ortaya çıkıyor. Terörün rastgeleliği ve öngörülemezliği, onunla mücadele etme bahanesi ile güvenlik politikaları yürüterek toplumları istediği gibi yönlendirmek isteyenlerin de elini kolaylaştırıyor. Zaten Amerika da 11 Eylül'den sonra tam olarak bunu yaptı.

Amerika'nın 11 Eylül bahanesi ile yaptığı müdahaleleri mi kastediyorsunuz?

Evet, Ortadoğu'da 2002 sonrası Amerika'nın yapmış olduğu müdahaleler olmasaydı, biz bugün terörü bu kadar büyük bir küresel risk olarak tartışmazdık. Çünkü burada terör organizasyonlarının ve şebekelerinin, önce doktrine sonra da lojistik örgütlenmeye ihtiyacı var. Bölünmüş devletler terör örgütlerine lojistik ortam oluşturuyor. Bir yandan zulme maruz kalmışlık bir dayanışma oluşturuyor. Yine çeşitli kültürlerin ve dinlerin radikal yorumları da aynı şekilde bir doktrin halini alıyor. Terör için oluşan bu mümbit zeminin kendisi tam anlamıyla bu tehdit merkezine oturtulmadığı müddetçe teröre karşı etkin bir anlamlandırma yapmak zor. Burada ikili bir okuma var. Bir taraftan bir tehdit gerçekliği var: Havaalanındasınız ve birdenbire patlama oluyor. Bu bir süre sonra insanlarda varoluşsal bir endişe meydana getiriyor ve gündelik hayatla olan ilişkisini de yerle bir ediyor. İnsanların kendilerini tehdit ortamında hissetmeleri nedeniyle kalıcı bir şeyler ortaya konulamıyor. Kültürel ve siyasal alanda yatırım yapamaz hale geliyorsunuz ve sadece tehditleri savmaya çalıştığınız bir gündem oluşuyor böylece. Bu tehlikenin üzerinde en iyi siyasi doktrine sahip olsanız da, böyle korkulu bir ortamda toplumsal bir hareketlilik ve mobilizasyon oluşturamazsınız.

Korku ve tehdit siyaseti denilerek Türkiye'de açık bir manipülasyon yapılıyor. Bu konuda Türkiye için bir buçuk yıldır güvenilmez, yatırım yapılamaz algısı oluşturulmaya çalışıldı. Gittikçe otoriterleşen, aynı zamanda demokratik haklarını yitiren ve bunlardan ödün veren bir Ortadoğu rejimine döndüğümüz söyleniyor. Kendi halkını bombalayan, DAİŞ'e destek veren, aynı zamanda başkentinde bombaların patladığı bir Türkiye imajı oluşturulmaya çalışılıyor fakat sokağa çıktığınızda, gündelik hayatta bunu hissetmiyorsunuz. Türkiye diğer Avrupa ülkelerinden daha mı az güvende?

Sistematik bir şekilde üretilmeye çalışılan algı dediğim işte tam da bu. Soğuk Savaş terimi ile söyleyecek olursak; psikolojik savaşın bir uzantısı. Bu psikolojik savaşın yapılma nedeni de Türkiye'de Erdoğan'ın siyasi liderliğinin olmadığı bir yapı oluşturmak. Şimdi bunun gerekçelerini tartışıyoruz. Bu gerekçeler, nihayetinde gizli saklı gerekçeler değil. Erdoğan'ın siyasi vizyonunun ekonomide ve dış politikada Türkiye'nin çıkarlarını esas alan ve önceki dönemlerde olduğu gibi dayatmaları ve normları kabul etmeyen bir yanı var. Bu vizyon kendisine karşı bir dizi sistematik operasyonu da beraberinde getiriyor. Bu bir iktidar mücadelesidir, ben öyle bakıyorum. 2002'de AK Parti iktidara geldikten sonra uluslararası alanda ve Türkiye içinde Erdoğan'la ilgili söylenen sözler, mahiyet itibariyle hiç değişmedi. Hem iç basında hem de dış basında bir süreklilik var. 2004'te Erdoğan'ın Amerika açısından zararlı olduğunu söyleyen, Türkiye'yi otoriter bir Doğu ülkesine dönüştürdüğünü söyleyen insanlar vardı, bugün de varlar fakat ilginç bir şey daha var; 2002'de Erdoğan geldiğinde Türkiye'de devlet-toplum ilişkileri çökmüş durumdaydı. 'Devlet-toplum ilişkilerinin yapılandırılması lazım, aksi takdirde Türkiye'yi istikrarlı bir pazar olarak tutamayız' diyenler, 'Erdoğan'a biz bir vizyon biçeriz ve onu kabul eder' diyenler, çok kısa bir süre sonra durumun böyle olmadığını görmeye başladılar. Erdoğan liderliğindeki Türkiye içerisinde imtiyazlarını kaybedeceklerini düşünenlerin de sayısı arttı. Bu kişiler giderek bu cepheye yazıldılar fakat şöyle kritik bir husus var; bugünlerde Michael Rubin'in Newsweek'teki darbeyi özendiren yazısı tartışılıyor. Rubin dedi ki, 'Erdoğan otoriterleşiyor ve Türkiye'ye zarar veriyor. Bugün ordu Türkiye'de darbe yapsa Amerika'da Obama yönetimi biraz homurdanır ama günün sonunda işine bakar ve devam eder.' Rubin'e malzeme temin edenlere bakalım: Paralel yapıdakiler, PKK'lılar, yeni CHP mensupları (yeni CHP mensupları derken ulusalcı, Atatürkçü olanları kastetmiyorum). İlginç olan şu ki; Rubin 2004'te de bu sözleri söylüyordu. O zaman ulusalcılar Erdoğan karşıtıydı ve bir anlamda Erdoğan'ın Türkiye'den her ne surette olursa olsun gönderilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bunu temin etmek için eskiden Neocon olan bir aktörü alıp, 'Amerika da böyle düşünüyor' diye satıyorlardı. Bugünse PKK ve paraleller aynısını yapıyor. 2007'de Hürriyet'te Rubin'le bir söyleşi yapıldı. Yazının başlığı "Amerika Türkiye'deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine nasıl bakıyor?" Temsilci olarak kabul ettikleri kişi Rubin, yani bir Neocon.

Türkiye'de darbe olduğu zaman bundan tek etkilenecek kesim 'Erdoğan taraftarları' mı?

Elbette değil ama bu adamlar, kendi çıkarlarını Erdoğan Türkiye'sinde görmüyor ve bununla mücadele ediyorlar. Bir dönem kendi çıkarlarını ülkenin çıkarı önüne koyan ulusalcılar bu Neoconlarla iş birliği yaparken, şimdi paraleller ve PKK'lılar iş birliği yapıyor. Yani anormal bir şey yok, Türkiye'de işler yolunda. İktidar ilişkileri yerli yerine oturuyor ve oturdukça buna itiraz edenlerin tabii ki sayısı artıyor, çeşitleniyor. Uluslararası alanda kendilerine daha yakın isimler buluyorlar ama o isimler zaten hep vardılar. Bir de tabii uluslararası alanda Erdoğan karşıtı cephe çeşitlendikçe, onlar için de manipülasyon imkânı artıyor ve Erdoğan karşısında pazarlık şansını artırmak imkânı doğuyor.

Bahsettiğimiz bu grupların oluşturduğu krizlerin yönetilmesi konusunda bir eleştirim olacak: Bütün bu olaylar olurken 'hainler' söyleminin ötesine gidilemiyor. Sonuçta bu bir algı savaşı diyoruz. Türkiye bu algıyla nasıl başa çıkacak? Neden kendini daha iyi anlatamıyor? Bu mesele sadece 'hainler' denip içinden çıkılabilecek bir konu mudur?

Değildir tabii ki. Sonuçta bu, eğer tarafları açık bir iktidar mücadelesiyse, sizin karşı taraf olarak gördüğünüz tarafın hamlede bulunması ve bunun için de çeşitli aktörleri mobilize etmesi şaşılacak bir durum değildir. Stratejik olarak karşı adımlarla boşa çıkarılması gereken süreçlerdir bunlar. İlkesel olarak böyle bakıyorum ama pratikte meseleye baktığımızda Türkiye'de süreçler çok öngörülebilir bir şekilde işlemiyor. 2002'den sonra topluma karşı bazı temel adımlar atılmaya çalışıldı. Türkiye'de çok kırgın bir toplum vardı. Devlete karşı açık eleştirinin alelâdeleştiği ve gündelik hayatta toplum içinde çok yaygın bir şekilde devletin sorunlu ve yetersiz olduğu kanaatinin yayıldığı bir ortam vardı. Yani bir taraftan 2002'den sonra rehabilite edilmesi gereken bir toplum vardı ve aslında devletin, ondan sonra da AK Parti hükümetlerinin bence başardığı nokta bu. Devlet-millet ilişkilerini rehabilite etti. Bunun en önemli unsurlarından bir tanesi de din-devlet ilişkilerinin rehabilitasyonuydu. Bugün için bize çok anormal gelen şeyler Türkiye'de siyaset gerçeği olarak karşımıza çıkmıştı vaktiyle. Başörtüsü yasağından tutalım birçok meseleye kadar... Bugün artık yeni sosyalleşen bir gence bunu anlatmamız bile zorlaşacak. Diğer taraftan siyasette çok farklı vesayet unsurları vardı ve bu unsurlarla ciddi mücadele edildi. Yani oturmamış, sosyopolitik kırılgan bir yapı içerisinde, bir tarafta reform yapmak durumundasınız, bir taraftan da reform yaptığınız yapıyla yeni sorunları çözmek durumundasınız. Hatta daha ileriye gitmek durumundasınız, işte zorluk burada. Çok ağır çalkantıların olduğu dönemdeyiz ve bölgemiz de böyle bir bölge. Brzezinski, "Ortadoğu otuz yıl savaşlarının eşiğindedir" diyor. Bence çok kritik bir söz bu çünkü mezhep savaşlarına referans veriyor ve buradan da belki siyasi bir mülahaza gözetiyor ama ne olursa olsun, söylediği çalkantının devasalığına şahitlik etmesi açsından doğru bir şey. O kadar yoğun bir dönüşüm var ki bölgede, fanatizm hiç olmadığı kadar yükseliyor. Bunu altını çizerek söylüyorum. Devletler bölünüp parçalanıyor, sınırlar değişiyor. Siyasetin değersizleştiği böyle bir ortamda Türkiye siyaset, demokrasi, halkın katılımı gibi retorik sözlerle devlet yönetmeye çalışıyor. Biz bir yandan mevcut sistemi ele alıp eleştirirken de, reform yapılması gerektiğini söylerken de, atılan olumlu adımları savunurken de bunlara referans veriyor, yayılmacı politika referansında bulunmuyoruz. Yahut Türkiye'nin tarihsel sorumluğu dolayısıyla atması gereken adımlar bunlardır demiyoruz. Çok daha rasyonel bir zemindeyiz.

O yüzden mi kendini ifade edemiyor? Bu kadar zorunlulukla baş ederken kendine bir kamu diplomasisi oluşturması zor mu oluyor?

Sadece kamu diplomasisi anlamında değil, aynı zamanda atılması gereken birçok adımın atılmamasının sebebi olarak da bunu söylüyorum. Mesela 2023 diye bir hedef koyuyorsunuz ve herkes biliyor ki Türkiye 2023 hedeflerine giderse, ülke bugünkünden daha iyi bir Türkiye olacak ama bunun için yükseköğretimin payını yüzde 1'den yüzde 2'ye çıkarmanız lazım. Çok ciddi Ar-Ge yatırımları yapmanız lazım. Bunları yapamıyorsunuz. Neden? Çünkü şeytan taşlamaktan salavat getiremiyorsunuz. Böyle bir mantık, ayağına taş bağlamak isteyenlere hizmet ediyor. İşte böyle bir yapı içinde, birilerinin sorumluk hissiyatıyla, Türkiye'nin pozisyonunu alma, anlatma, derinleştirme zorunluluğu var, buna bir şey demiyorum. Bu da başarılı olduğumuz bir alan değil.

Guardian'la New York Times, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde olduğunu iddia ettikleri 'altın klozet' haberini aynı foto ile aynı şekilde verdi. Bu defalarca külliye tarafından yalanlanmış bir bilgiydi. Bunun neden yapıldığını biliyoruz ama bu bir algı oluşturuyor. Sonra birisi tweet atıyor; 'ben bugün gidip gördüm arkadaşlar ihtişamlı bir yer değil.' İnsanlar bir yeri görmezlerse görmedikleri mekân hakkında yapılan abartılı yorumlara doğru mudur acaba düşüncesine kapılırlar. Siz de görmüşsünüzdür, Beştepe'de el halıları, müthiş vazolar falan yok. En basitinden Beştepe ile ilgili karalamalar yapıldığında Beştepe halka açılabilir. Dünyanın her yerinde bu tarz binalarda kısmi turlar sergilenir. Muhtarlar düzenli toplanıyor ve bu çok önemli ama bunlar hep Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın refleksi. Bunları düşünüp organize eden başka bir yapı neden yok?

Ben şöyle bir noktadan bakıyorum meseleye: Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Türkiye tarihinde ilk defa, cumhurbaşkanını halkın seçtiği dönemle beraber gündemimize gelen bir mimari gerçeklik oldu ve bu gerçekliğin de sembolik bir boyutu olduğu için, bunun üzerinden çok ciddi bir kampanya başladı. Mevcut külliyeyi örneğin Çankaya ile karşılaştıralım: Beştepe'nin, Çankaya'nın uzun tarihi boyunca görmediği kadar vatandaş gördüğünü düşünüyorum. Şimdi burada en azından bunun altını çizmek lazım. Bu, vizyonun varlığını gösteren bir şey. İkincisi, yine Külliye'nin mimarisinde iki tane kritik unsur var. Biri halk kütüphanesi, ikincisi cami. Bunların da yine halk ile mimarinin bütünleşmesi adına atılmış adımlar olduğunu görüyoruz. Bunlar iyi örnekler. Bu iyi örneklerin üzerinden konuşup sorunların neler olduğunu tartıştığımızda aslında neler yapılabileceğine ilişkin belki daha olumlu şeyler ortaya koyabiliriz çünkü külliye üzerinden bir algı operasyonu yapılıyor. Ne mimaride ne de dekorasyonda şaşaalı bir şey var. Zaten bir taraftan da ihtişam denen şeyin siyaseten bir kullanım değeri olduğunu pekâlâ biliyoruz ve bu kullanım değeri itibariyle de belirli düzeylerde o mimarinin kendisini göstermesinin bir sorunu olmadığını kabul ederek bunu söylüyoruz. Nihayetinde hakikatine baktığımızda, bir şatafatın olmadığı fakat bir ihtişamın olduğu mimari bir yapı var zaten. Bu da gayet tabii.

Aslında ihtişam kelimesi bile fazla kalıyor. Sonuçta devlet başkanları, büyükelçiler ve diğer devlet erkânı ağırlanıyor. Bazen Türkiye'nin herhangi bir büyükelçiliğinde daha şatafatlı şeyler var.

Haklısınız, bizim asıl meselemiz genel anlamda devlet refleksiyle bu yeni dönem iletişim rejimini bir anlamda karşılayamamış olmamız. Ne yazık ki bu tatsız bir şey. Birçok kurumda daha ağır bir şekilde krizlere yaklaşılıyor. Oysa krizlerin çözüm alanlarından bir tanesi siyasal iletişim alanı. Siyasal iletişim alanı içerisinde hızlı hareket ettiğinizde siz o krizi çözme imkânına sahip oluyorsunuz. Mesela PKK gibi bir terör örgütüyle mücadele içerisindesiniz, karşınızdaki örgüt psikolojik harp unsurlarının her türlüsünü kullanıyor. Sosyal medyanın ve yeni medya teknolojilerinin sonuna kadar tüketildiği bir iletişim operasyonu yürütüyor, sizse ona karşı basın bültenleriyle mücadele vermeye çalışıyorsunuz. Bu tabii ki doğru ve yeterli değil. Yapılması gereken çok daha hızlı, etkin bir siyasal iletişim konsepti geliştirmek. Bu yönüyle de ben alınması gereken çok yol olduğunu düşünüyorum.

Külliye'nin yürüttüğü iletişim stratejisi, halkı toplama vesaire, devletin iletişim stratejisi bağlamında en ileri noktada. Bu Erdoğan'ın siyasi vizyonundan kaynaklanıyor olabilir fakat her kabul ettiği kişiye ve gruba binanın mimarisini anlatıp, yani onun karşılık geldiği sosyopolitik gerçekliği resmedip, onun üzerinden mevzuya giren bir Cumhurbaşkanımız var. Aslında bu siyasal taarruz olmasa, Türkiye'de bambaşka şekilde anılması söz konusu olacak fakat başka bir siyasal taarruz dolayısıyla merkeze oturtuluyor. Beştepe'nin yürüttüğü siyaset en iyi örnek, diğerleri çok daha kötü. Varto'da PKK'lı bir kadının öldürüldükten sonra soyulduğu, çıplak fotoğrafının çekildiği haberi cumartesi günü düştü, ancak pazartesi günü bir şeyler söylenebildi. O iki gün bir sürü şey oluştu. Bu anlamda bence sıkıntı çok.

Biraz konuyu değiştirelim, devlet-toplum ilişkisi dedik. Dindarlar veya İslamcı siyasetin içinden gelenler devleti bir şekilde dönüştürmeye başladılar. Bugüne kadar dışarıda bırakılmış gruplarla iletişim kurdular, halkın temsilini en üst düzeye getirmek istediler. Fakat 90'larda çok şikâyetçi oldukları devlet diline veya devletin bizzat mekanizmalarına çok fazla angaje olduklarını düşünüyor musunuz?

Birincisi, İslamcıların devletin kendisi olduğu bir gerçeklikle karşı karşıya değiliz. Bu meselede bir İslamcılık tartışması yapmamız lazım. İslamcılığın dönüşümü meselesini ele almamız lazım. İkincisi, bir taraftan da Türkiye'de devletin dönüşümü meselesini ele almamız lazım. 2002'den sonra atılan adımlarla beraber Türkiye'de devletin milletle ilişkisi farklılaşmaya başladı. Milletle ilişkisinin farklılaştığı noktada da o anlamda toplumun farklı kesimleri de siyasal elit halini almaya başladı. Bu dönüşümle birlikte de devleti daha fazla sahiplenen çok daha geniş toplum kesimi ortaya çıktı. Aslında yaşanan dönüşüm, ideolojik bir dönüşümden ziyade sosyolojik bir dönüşüm. Ben biraz böyle okuyorum. İslamcılar 90'larda devleti eleştiriyorlardı, şimdi eleştirmiyorlar. Ben de 90'lı yıllarda anlattığınız şekliyle devleti eleştiren bir siyasal zihne sahiptim, yazarken çizerken devletin hem tarihsel olarak hem de hâlihazırda yürüttüğü problemli siyasetlere vurgu yaptık, zulüm politikalarına dikkat çektik. Çünkü devletin ve devlet elitlerinin toplumun geniş kesimlerine karşı yürüttükleri düşmanca bir siyaset vardı. Radikal laiklik, dar ve etnik baskıcı politika, bütün bunlar devletin toplumu baskıladığı bir siyasal yapıyı ortaya çıkarmıştı. Bu siyasal yapı içerisinde ortaya çıkıp da burada bir problem var demek bir anlamda doğal bir süreçti. 28 Şubat performansını ortaya koymuş bir devletin bu toplumda, entelektüeller, İslamcılar nazarında normalleşmesi mümkün değildi. Bir normalleşme yaşandı ama bu normalleşme yaşanırken, burada İslamcıların iktidar elde etmesiyle yaşanan dönüşüm, 'ya bu koltuklar da güzelmiş, çok haksızlık etmişiz, madem artık bu direksiyonda biz oturuyoruz, bu araba da çok güzel bir araba, herkes bunu söylesin, bundan da memnun olsun' yönlü bir değişim ve dönüşüm değil. Yaşanan şey şu: Bir; devlet ciddi anlamda mahiyet değiştirdi. İki; devlete ideolojik rengini veren Kemalizm söylemi marjinalleşti, post Kemalist dediğimiz dönem başladı. Niye? Çünkü artık bireyin topluma, toplumun devlete hizmet ettiği bir yapı değil. Gerçekten bütün kademelerde bunu görebiliriz. Devleti hizmet boyutuyla öne çıkaran bir yaklaşım…

AK Parti'nin İslamcılıkla mesafesi nasıl değişti peki?

Şurası net; bunu bizatihi biliyorum: Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti'yi kurma süreci ve sonrasında kendisini hiçbir zaman İslamcı olarak görmedi. Çünkü Erdoğan'ın nazarında siyaset gerçekten seküler bir şey. Erdoğan bu anlamda İslam'ı siyasal bir aparat olarak kesinlikle kullanmadı, kullanılmasını da çok ciddi anlamda tehlikeli gördü. Bu anlamda son derece net, siyasete ilişkin yaklaşımı dini alanın içerisinden değildir. Siyaseti ahlaki bir Rönesans yahut bir anlamda toplumun dirliği ve birliği için seferber etme noktasında bir zemin olarak görebilir fakat bu onun bir ahlaki öğreti yahut bir dinî öğreti üzerinden siyaset yapması ve bunu meşru görmesi anlamına da gelmez. Bu konudaki hassasiyetini biliyorum. Biz burada sadece iyi bir Müslüman'dan bahsediyoruz. O yüzden, net bir şekilde 2002'de 'hizmet siyaseti, kimlik siyaseti değil' derken, İslam'ı da dâhil ederek 'din milliyetçiliği yapmıyoruz' derken kastı neyse bugünkü kastı da odur. İnsanların burada sürekli Erdoğan'a 'gizli ajanda' zerk etmeye çalışmasının nedeni de Erdoğan'ın Müslümanlığını, dindarlığını saklamıyor olması. Aksine bu baskıcı politikalara rağmen bunun da bireysel olarak yaşanabildiği bir toplumun normal bir toplumsal nizam olduğunu düşünen bir aktör ki sosyolojik olarak da bu böyle. Dolayısıyla da bu sembolleri kullandığı için sürekli bunun üzerinden bir ajandası olduğu ifade edilen bir aktör.

Erdoğan'ın Mısır'da yaptığı laiklik konuşmasının kafaları karıştırmasının sebebi bu mu?

Evet, Erdoğan Mısır'daki Müslüman Kardeşler'e bunu öğütledi. Siyaseti dinî kanallar üzerinden değil, daha seküler bir alan üzerinden yapın çağrısı. Burada sekülerlik, laikçilik demek değil. Yani dinî kimliklerin ötesinde bir siyaset ama eğer dinî kimlik baskılanıyorsa o kesimin haklarını savunmak da Erdoğan'ın yürüttüğü siyasetin merkezinde. 90'lı yıllarda, İslamcılık sahası içinde birbirleriyle doktrin kavgaları eden dünya kadar insan, bugün siyasette pozisyon almış iş yapıyor. Bunlar, İslamcılık adına bir programı hayata geçirelim deseler dünyanın kavgasını verirler, çünkü anlaşmaları mümkün değil. Nihayetinde onları durduran ve bir araya getirip iş yaptıran şey daha seküler bir yaklaşım. 'İslamcılar devleti ele geçirdi bak gördün mü' diyenler aslında kendilerine ait olduğunu düşündükleri siyaset sahasının ellerinden alınmış olmasına kızıyor.

Evet, AK Parti kendisine İslamcı demiyor ama içinde İslamcı kadrolar var, bunların da sınırlarının seküler bir yaklaşım içinde olduğunu söylüyorsunuz. AK Parti'nin ideolojik nüvesi muhafazakârlık mı?

AK Parti kendisine 'muhafazakâr demokrat' dedi. Bunun bir anlamı var. Nihayetinde siyaset yaparken muhafazakâr demokratız dediğinizde, aileyi önemsersiniz, alkol kötüdür dersiniz. Bunları gözeten bir siyaset yapmaya çalıştıklarında 'bak gördünüz mü gizli ajanda, bak görünüz mü mahalle baskısı' diyerek aslında siyaset yapmalarının da önüne geçmeye çalışıyorlar. Türkiye normalleştikçe bunların biraz daha öne çıkmasının nedeni şu: Çünkü diyor ki, ben muhafazakâr demokratım diyerek toplumdan oy aldım ve bu çerçevede bir siyasi performans ortaya koyuyorum, müsaade edin bunu ortaya koyayım. Ama bu sefer de, işte Gezi'yi hatırlayın, 'İslamcılar gizli ajandalarını hayata geçiriyorlar, içkiyi yasakladılar' diyerek bir mobilizasyon içerisine giriyorlar. Oysa hepimiz biliyoruz, bunu yapanların en önemli düşüncelerinden bir tanesi toplumsal düzen, bu kaygı ise dinî kaygıdan ziyade çok muhafazakâr bir kaygı. Gece 10'dan sonra içki satılmasın demek, tamamen toplumsal düzen arayışıyla ilgili bir uygulama.

Ve dünyada da Müslüman olmayan toplumlarda örnekleri fazlasıyla görülen bir uygulama.

Doğru! Güzel bir noktaya değindiniz. Zaten örneklerini de hep Avrupa'dan verdiler, İslam toplumlarından vermediler. Bu İslamcılık ve devlet meselesine son olarak şunu eklemek isterim; İslamcılar devlete geldiler ama İslamcı bir programla gelmediler. Mesela Mısır'da bunu konuşabilirdik. Mursi yönetimi bazı kritik hatalar yaptı. Tabii, çok acı bir darbe ile indirildiği için şu an bunu konuşmak çok hakkaniyetli değil. Eğer iktidarda kalmayı başarabilselerdi muhtemel ki bugün Mursi yönetimini bu hususlarda eleştiriyor olacaktık.

Teşekkür ederiz.

FAHRETTİN ALTUN KİMDİR?

1998'de İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini 2000 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde tamamladı. 2002-2003 öğretim yılında ABD'de Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nde misaf ir araştırmacı olarak bulundu. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde doktorasını tamamladı. Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş isimli kitabını kaleme alan Altun'un; medya sosyolojisi, medya kuramları, sosyolojik teori ve Türk modernleşmesi alanlarında ulusal ve uluslararası akademik dergilerde çeşitli makaleleri yayımlandı. Üç yıl süreyle Anlayış Dergisi'ni yönetti. Medya ve iletişim sosyolojisi, siyasal iletişim, Türk modernleşmesi, Türkiye politik kültürü ve siyasal düşünce hareketleri alanlarında çalışan Altun, İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyeliği görevinde bulundu ve halen SETA İstanbul'da genel koordinatörlük görevini sürdürmektedir.

BİZE ULAŞIN