Meryem İlayda Atlas: Beklersem burada çürüyeceğim

Beklersem burada çürüyeceğim
Giriş Tarihi: 5.4.2016 15:15 Son Güncelleme: 15.4.2016 14:53
Meryem İlayda Atlas SAYI:23Nisan 2016
Bombalar birbiri ardına patlıyordu. Brüksel bunlardan bir tanesiydi. Her yer kan, duman ve güvenlik olmuştu. Artık bir yerden bir yere gidemiyorduk, her şey burnumuzdan geliyordu. O kulağa çok hoş gelen ‘Benelüks ülkeleri’nin hiç tadı kalmamıştı. Şehir insanı yaralı güvercin gibiydi, panik ve ürkekti, zaten hep bencildi. Artık söylenecek hiç söz kalmamıştı.

Sultanahmet'i hiç bu kadar boş görmedim. Okul çıkışlarında kendimize bir bahane uydurur, söyleşi, toplantı derken meydanda takılırdık. Ramazanlarda çimler üzerinde top oynadığımızı bile hatırlıyorum. Caddede üst üste dükkânların ikinci katlarından sızan ışık ve kahkaha tamamen kısılmıştı. Işık var, insan yok; insan var, kahkaha yoktu. Tramvayın tantanası ile yarışarak Gülhane'den Sirkeci'ye itiş kakış yuvarlanan kalabalık yok olmuştu. "Ne oluyor?" sorusuna bir köfteci şöyle cevap vermişti: "Patlamaktan korkuyorlar."

Bombalar birbiri ardına patlıyordu. Brüksel bunlardan bir tanesiydi. Her yer kan, duman ve güvenlik olmuştu. Artık bir yerden bir yere gidemiyorduk, her şey burnumuzdan geliyordu. O kulağa çok hoş gelen 'Benelüks Ülkeleri'nin hiç tadı kalmamıştı. Şehir insanı yaralı güvercin gibiydi, panik ve ürkekti, zaten hep bencildi. Artık söylenecek hiç söz kalmamıştı, Avrupa'yı her türlü tüketmiştik. Sultanahmet'in boşluğuna bakıp, anlamsız bir rövanş duygusu ile Brüksel'e sevinenler olmuştu. Sıradan insanlar, diğer sıradan insanlara bir miktar kibir ve kin besliyordu. Neredeyse ne düşünmemiz gerektiğinin damarlarımda gezdiğini hissediyordum. Ismarlama algılarla kadim hesaplarımızı görmeye çalışıyorduk.

***

Turizmcilere hiç güvenmiyordum, çünkü onlar hep şikâyet eder; esnaf olmanın bir yan etkisi de denebilir. Hiçbir sezon zaten yolunda gitmezdi ve zaten hep yağmurlu geçen İstanbul Paskalyası ve Meryem Ana ziyareti çok vazgeçilmeyecek bir şey de değildi. Hele bir yaz olsun, hele… Keyfe keder, güneş… Bir hafta sonunda dört ülke gezmeye çalışanlara da oh olsundu, bazıları böyle dedi, bir selfie kadar hatırı yok muydu bu sokakların? Bazıları istiyordu ki her şey önceden düzenlenmiş ve çok eskiden bilinen kurallarla devam etmeliydi. Avrupa görmenin ABC'si… Luxemburg'un başından sonuna koşarak giderken, kişi başına düşen milli gelirin 100 bin dolar olduğunu unutmak mümkün değildi. Yollar biterdi, Luxemburg hiç bitmezdi.

***

Almanya, İtalya ve Avusturya bana hep İkinci Dünya Savaşı'nı hatırlatır. İmaj her şey işte, üç ülkenin ismi küme probleminde geçse insan irkiliyor. Suruç patlaması olduğu zaman, dil kursu değişim öğrencilerini, en hızlı bu ülkeler iptal etmişler. Dünyanın başına sardıkları düzen belası sorunsalı yetmiyormuş gibi bir de şimdi güvenlik sevdasına düşmüşler. 'Bitkin devlet' diye bir tanım üretecekler ileride, henüz onu bilmiyorlar.

***

Bir komşumuz yan apartmanın üçüncü katında oturan Aysel ablanın büyük tehdit olduğunu düşünüyor, ondan bahsederken kısık sesli konuşuyor. Daireden garip sesler geldiğini, onlar evlerinin kapısını açınca dışarıya kocaman böceklerin saçıldığını, karanlıkta hiç ışık yakmadan tam üç kat merdiven çıkabildiklerini anlatıyor. Ben yan taraftan ne ses gelse ürperiyorum, kapı sesi, su sesi, süpürge sesi, süpürge sapının düşme sesi... İnsan yüzleşmediği her şeyden korkmak ister.

***

Paris'e hiç gitmedim. Avrupa'nın fasit bir daire olduğunu söylemişti bir büyüğüm geçen gün. Avrupa'da trene binip, babamızın ülkesi gibi oradan oraya gitmenin mümkün olduğunu söylüyorlar. Kafamda bir şeyler canlanıyor. Bir yerden trene binip, sonra inip, bir diğerine binip hep aynı noktaya geleceğimi hissediyorum; benim fasit dairem hep Paris'te bitiyor.

***

Bir kadın avaz avaz bağırıyor; "Biz gün geldi mi kendimizden vazgeçmesini biliriz, o gün bu gündür, Kemalist devrimler tamamlanmadan 'biz' demeyiz çünkü devrime karşı çok kıskancız." Kıskançlık filan geriyor beni, tiyatrodan çıkıp bir sigara yakıyorum. Sigara içmeyi hiçbir zaman beceremiyorum, Kadıköy'deki meydanda çocukluğumdan beri değişmeyen şeylerden birisi bu. Bir diğeri de bu sinir bozucu tiyatro. Ha, bir de pasajın içindeki kitapçıda her tür gazete satılıyor olmasını ben bilmeden çok evvel Marie'nin biliyor olması…

Berlin'de her yerde Hürriyet ve Sabah satılmasını matah bir şey gibi anlatmıştı.

***

Dünyada en acayip fikirler Hollanda ve Belçika'da bulunuyor. Bazı garip kurumlar da. La Soir mesela. Gerçekten hepimiz tenir bon! Havaalanında tenir bon! Yoksa seni 30 kişilik grubun içinden o güvenlikçi abi tavuk gibi yakalayıverir. Önüne bak, alçak sesle konuş, şüpheli hareket yapma. Yoksa öğrenci harçlıklarını döktüğün vizeye, zor bela bulduğun ucuz bilete, şimdi havaalanından birazdan kalkacak otobüsü kaçırma gerginliğine bakmazlar, kolundan tuttukları gibi ilk Antalya uçağına bindirirler. Yok, ilk uçak olmayabilir, önce bir odaya alırlar, boş beyaz oda ve bir sandalyede duvara bakarsın. Boğucu, sıcak. Tam üç saat. Terminal girişlerinde iyi arandığını düşünüyorsan, çıkışlarında bir arama görmemişsin demektir. Çıkarken valizini orta yere koyarlar, üç tane adam, boyları 1.90 filan. Aklıma hep annemin Avrupa'daki bütün aşırılıkçı grupları kastetmek için kullandığı 'Dazlaklar' ifadesi gelir. Valizini her Türk kadını gibi maksimum fayda prensibi ile hazırlamışsındır. Küçük kesecikler vardır, iç çamaşırları için, çorap, kozmetik filan. Hepsi bir bir açılır. Ayıp olur, yan komşu görmesin diye balkona bile asmadığın iç çamaşırlarını polisin elinde görürsün, mesaj çok açık, saldır! Havalimanı kontrollerinde bir ülkeden çıkarılmak, geri gönderilmek gibi bir korkuyu hiç yaşamadım. Beni bir daha almasınlar, olabilir diye düşündüm, hatta hiçbir yere göndermesinler, nasıl derler, bana uyar.

***

Atatürk Havalimanı'nda Amerika'ya gitmek için üç defa kontrolden geçmek gerekirdi. Havaalanına girerken, pasaporttan geçerken ve uçak kapısında. Bir de görevli nazikçe, tam olarak nereye gideceğinizi sorar. Bazıları çok heyecanlı anlatır; yolda hiç kimseden bir şey almadığını, zaten evden çıkıp doğrudan havalimanına geldiğini, zar zor yetiştiğini filan… 11 Eylül'den beri bu işler böyle. Bir Marksist'i sakalı yüzünden sınır dışı ettiğinize kimse inanmaz belki, şarktan gelmiyorsanız… Uzun yıllar Batı'ya gidip gelmek hep böyle alengirli bir işe dönmüştü. Zaten vize almak başlı başına bir angaryaydı. Mesela Schengen Vizesi almak için öğrenciyseniz babanızdan, ev hanımı iseniz kocanızdan imzalı kâğıt götürmek zorundaydınız. Hal böyle iken Kızım Olmadan Asla kitabı, İranlı adamın hareketsiz bıraktığı Batılı kadını anlatıyordu.

İki çocuklu ve Türkiye'de ressam olan bir arkadaşımın 2007'de Yunanistan'a girmesi sakıncalı görülmüştü. Bu sakınca tam olarak neydi bilmiyorum ama Yunanistan'da yarım litre şişe suyun 1 Euro'ya satılması da bana çok sakıncalı görünmekteydi.

Birleştirilmiş sınırlar fikri çok hoştu ama birleştirilmemiş sınırlarda kulakları gösteren fotoğraf vermeme özgürlüğü yoktu. Ne bağırıp duruyorsun demişti bir polis bana, "This is not Mc Donalds, this is police zone!"

Ortadoğulular o sınırın sınırını geçince özgürleşebilirlerdi. O sınırı geçene kadar Batı'da hangi saygın okulu okuduğunuza pek dikkat edilmezdi.

Yine bir gün başka bir sınırda tavuk gibi avlandım. Temel olarak sorun neydi bilemiyorum, bana göre o ana kadar her şeyi düzgün yapmıştım. Bütün geçtiğim kontrol noktalarında paltomu ve çantamı ayrı ayrı kutulara koyup, üzerine bilgisayarımı yerleştirmiştim. Başarılı! Yolu yarılamış, sabrımı zorlamıştım. Amerika'ya gitmek için Amsterdam'daydım ve bir de üstüne KLM havayolu şirketi elemanı beni darlıyordu. Kim bilir nerelerde olan aktarma valizime bir şey koyup koymadığımı, yolda birisinden bir şey alıp almadığımdan emin olamayan bir geri zekâlı olup olmadığımı soruyordu. Sorulardan verim alamayınca Türkçe konuşan bir eleman getirip, bana ne konferansında ne konuşmaya gittiğimi ve bilgisayarımın çalıştığım şirkete ait olduğunu gösteren belgeyi neden yanımda taşımadığımı sormaya başladılar:

- Konferansta, Avrupa havaalanlarında Türkiye vatandaşlarına yapılan ayrımcılığı anlatmaya gidiyorum, dedim.
- Bu ayrımcılık değil, dedi.
- Bunun için demiyorum, konum böyle, bilimsel bir çalışma bu, dedim.
- İroni yapıyorsun, dedi.

Beyaz saçlı bir polis kadının yürüdüğünü gördüm, "help" diye bağırdım, beni kurtaran polis, Bangladeşli Hollanda vatandaşıydı. KLM'yi tiksinti ile hatırlıyorum. Avrupalı hep bir şeyleri yanlış anladı, tam kavrayamadı, hiç kontrol edemedi.

***

Brüksel patlamasının ardından Schaerbeek'teki bir evde yapılan aramada çıkan el-Bakraoui'nin intihar notu şöyle: "Sürekli kaçıyoruz, ne yapacağımızı bilmiyoruz, her yerde aranıyoruz, hiçbir yerde güvende değiliz, beklersem bir hücrede çürüyeceğim."

BİZE ULAŞIN