İNSANIN ASLİ BAĞLARI
Modern zamanlarda bir sabiteye bağlanmak ve bu çerçevede "bağ" kelimesi zihinlerde olumsuz çağrışımlar uyandırıyor. Bireysel ve toplumsal düzlemde bağlanmanın çok önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Toplum hangi katmanlardan oluşuyor ise her katmanın kendine göre bir bağı söz konusu. İnsan ontolojik olarak çeşitli bağlara sahip. İlki bizim Allah'a olan bağımız... Biz Cenab-ı Hakk'ın hakikatinden, zatından, nefsinden, "alîm" sıfatından açığa çıkmış varlıklarız ve ontolojik olarak bildiğimiz, bilmediğimiz ne varsa, hepsi kendi özellikleri bağlamında Allah'a bu şekilde bağlıdır. Var olan hiçbir zerre başıboş değildir. İnsanın bunu akledip, fikredip düşünmesi ve bu bağlarının ne olduğunu keşfetmesi, bunu bir yaşam biçimi haline getirmesi gerekiyor.
Biz evvela ontolojik açıdan Allah'a bağlı varlıklarız. Bu bağ da bize birtakım mükellefiyetler getiriyor ki bu mükellefiyetlere "şer-i şerif" diyoruz. Bizlerin bu hayatı nasıl değerlendirmemiz gerektiği Kur'an-ı Kerim'de çok ayrıntılı bir şekilde ortaya konuyor. Kur'an vasıtasıyla Allah'a bağlılığımızı bize bir kere daha hatırlatan Resul-i Ekrem Efendimizin yaşam biçimi, sünnetiyle bu bağlar bize belirgin bir şekilde ifade ediliyor. O halde akıl sahibi olan kişiler evvel emirde Allah'a olan bağını unutmamalı ve şer-i şerif hayatımızda olmazsa olmaz bir şekilde icra alanında olmalıdır.
Allah'a olan bağlılıktan sonra, mahlûkunun ne olduğunu tam manasıyla kavrayabilmek ve ondan sonra mahlûk ile olan bağlarımızı düşünebilmek… Bizler evvela nefsimizin hukukuna yani kendi hakikatimizin hukukuna olan bağımızı kat'i surette ötelememek durumundayız. Daha sonra diğer varlıklarla yani "hukuku'l-ibad" denilen yaratılmışlarla olan bağımızın gereklerini ifa etmeliyiz. Taşıyla toprağıyla, çiçeğiyle ağacıyla, böceğiyle kuşuyla, eşref-i mahlûkat olan insanla ve bizim göremediğimiz varlıklarla olan bağlarımızdan kaynaklanan hukuku ihmal etmemek durumundayız. Maddi, manevi ve psikolojik rahatsızlıkları olan kişilerin kısm-ı külliyesi bu bağları yeteri kadar göz önüne almadan geçirdikleri yaşantı sebebiyle bu rahatsızlıklara duçar oluyorlar. Bu tip sorunların bağlarımızın gerekleriyle olan doğru orantılı ilişkisi bugün maalesef bahis mevzuu edilmiyor.
Günümüzde insanlar maddeye, bedene ve bunun türevleri olan malayani yani bizi Allah'a götürmeyen, nefsimize hapseden ve ilerlememizi
önleyen şeylere bağımlı hale geldi. Fakat sonsuzluk âleminin saadetini bize getirecek olan bağlarımızı maalesef düşünmüyoruz. Elimizin, ayağımızın, gözümüzün, kulağımızın, damağımızın lezzetini hep maddi hayatta arar hale geldik. Ama gönlümüzün lezzetinin nerede olduğu konusunda maalesef yeteri kadar düşünmek ve onun icabını yerine getirmek konusunda başarılı olduğumuz söylenemez.
Yunus Suresi 62. ayette şöyle buyrulur: "İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." Bu ne demek? "Emin olunuz ki, mutlaka, hiç şüpheniz olmasın ki" diye başlayan bir ayet-i kerime. Bu kadar kat'i bir dille, evliyaullah için korku diye bir kavramın olmadığını ifade ediyor. Çünkü
onlar, Allah'la dost olmuştur. Evliya demek, suda yürüyen, havada uçan kişi demek değildir. Allah'la olan bağlarına sıkı sıkı yaşamış ve gereğini yerine getirerek hayat biçimi haline getirmiş kişiye denir. İşte Cenab-ı Hakk diyor ki; kim benimle dost olur ise yani bağlarının gereklerini ifa ederse, mahzun olmaz, bunalıma girmez, korkmaz. Allah ile arası iyi olan bir kişinin ekonomik yeterliliği yerinde olmasa dahi o kişi, ayet-i kerimede "nahnu kasemnâ" denilen, Cenâb-ı Hakk'ın rızık paylaştırdığı yerde, kendi rızkına bu kadarı düştüğüne iman ettiğinden dolayı, "Bu kadarı bana daha hayırlıdır" der. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Bağlanmanın ilk atölyesi: Aile
Dünyaya geldikten sonra "bağ" kavramıyla ilk tanıştığımız ortam aile. Çocukluktan itibaren bir grup insandan oluşan bir ailenin içine doğuyoruz. Dünyayı algılamaya dair ilk tasavvurlarımız, muhayyilemiz onlarla birlikte oluşuyor. Ardından başka insanlarla bağlar kurmaya başlıyoruz. Bu halka giderek genişliyor. Cenab-ı Hakk bir hadis-i kutside "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve kâinatı yarattım" buyuruyor.
Cenab-ı Hakk insanı bu amaçla yaratmıştır ve onu "alleme'l-esma" yani bütün isimleri bilir hale getirmiştir. Onu bilgiyle donatmış, varlık hakkında bilgi sahibi kılmıştır. Dolayısıyla insanda eşyanın hakikatini idrak edebilecek bir donanım mevcut. Aile bu anlamda, varlığı idrak platformunun ilk basamağı konumundadır. Bir insanın varlığı insan boyutunda ve birliktelik boyutunda tanıyıp çözümleyerek asli vatanına olan bağlılığını idrak edebileceği bir
atölyedir aile.
Varlığın hakikati hakkında, Cenab-ı Hakk'ın muradı olduğu doğrultuda bir inancı varsa kişinin; aile üyelerinin bir kader üzere yaratıldığının ve o kaderin hiçbir şekilde değişmeyeceğinin, insan kişiliklerinin ve iletişim biçimlerinin dahi kaderle çok bağımlı olduğunun farkına vardığı takdirde, ailede tolerasyon ve birbirini hoş görme becerileri çok daha rahat gerçekleşebilir. O zaman aile olmak daha kolaylaşır ve daha değerli hale gelir. Ama bu varlıksal bilgilerden tamamen vareste ve tamamen nefsinin dürtüleriyle hareket eden bir kişinin karşı tarafı hilmiyetle anlaması ve anlayışlı olması pek mümkün değildir.
Kişinin kemalatında aile bireyleri çok önemli bir yer işgal eder ve her bireyden hatta küçük çocuklardan bile öğrenilecek bir bilgi mutlaka vardır. Bu sebeple çocuklara şefkatle, anlayışla, hilmle, pedagojik bir yaklaşımla davranmak durumundayız. Onların öz güvenlerini kazanabilmeleri için
onlara sevgiyi dozuyla vermek durumundayız. Onların hem fazla sevgiyle yüzsüzleşmelerine hem de sevgisizlik zehabına kapılarak daha küçücük yaşta psikolojik olarak örselenmelerine müsaade etmek çok yanlış.
Günümüzde birtakım sapkınlıkların bu derece kolay elde edilebilmesi ve pazar bulmasını çocukların aile konusunda yeteri kadar mutlu, mutmain olmuş insanlar olarak yetişememelerinden kaynaklanıyor. Özellikle son yüzyılda özellikle manevi bağlarımız fevkalade gevşediği için, kalanları da ilmi ve irfani arka planlarından yoksun olarak birtakım refleksler halinde icra edildiklerinden dolayı, bu inkıraz çok daha sürat kazandı. Manevi eğitimi deruhte edecek olan çok ciddi altyapılara ihtiyaç var. Bu sağlam altyapı içerisinde yetişen insanlar da aile kurma yaşına geldiklerinde o donanımlarıyla, o değerlendirmeleriyle ailelerini kurar ve dikkat ederler. Bir ailenin nasıl yönetilmesi gerektiği, nasıl bir tabana oturması ve nasıl detaylarla işlenmesi gerektiği konusunda hiçbir bilgisi ve endişesi olmayan insanlar sadece bir adeti yerine getirmek ve belli birtakım tatminlerini karşılamak üzere aile kurmaya yeltenirlerse, kurdukları o aile, varlığı idrak noktasında bir platform haline gelemiyor.
Aynı nurdan yaratıldık
İlk basamak olan aileden sonra başka bir basamak olarak bütün bir insanlıktan bahsetmek gerekir. Tüm insanlık bir aile gibi görünebilir mi? Cenab-ı Hakk'ın "Kün" emriyle yaratılış bir noktadan başladı. Bir noktaydı, o noktanın açılımıyla bütün mükevvenat, bütün türler oluştu. Yani hepimiz bütün varlıkla özde biriz. Tevhidi yeteri kadar kavrayamamış insanlarda ötekileştirme eğilimi vardır ama tevhit idrak edildiği zaman "öteki" diye bir şey olamaz. Biz tevhit davasında olmalıyız. Çünkü ontolojik birliğe, bütün varlığın birliğine inanıyoruz. Cenab-ı Hakk'ın tekliğine inanıyoruz.
Bütün farklılıklar, o "mutlak tek"in sonsuz vecihleri olarak açığa çıkar. Bundan dolayı dünyanın neresinde doğmuş olursa olsun o kişi özde bir olmak itibariyle benim hemhâl olmam gereken, hemdem olmam gereken kardeşimdir. O kişi mevcut seviyesi itibariyle kötü bir noktada bulunabilir ama hayatının ilerleyen safahatında hangi noktada olacağını nereden bilebiliriz? O zaman biz ona vakit tanımak ve ona güzeli, onun kavrayabileceği bir şekilde gözüne sokmadan takdim etmekle yükümlüyüz.
Bütün mahlûkat, Cenab-ı Habib-i Kibriya Efendimizin nurundan yaratıldı. Aslına bakacak olursanız, ilk insan Hz. Âdem dahi ümmet-i Muhammed'dir. Ceset itibariyle ilk babamız Hazret-i Âdem'dir fakat manevi babamız, O'nun nurundan ortaya çıktığımız için Efendimizdir. Hepimiz aynı nura farkında olsak da olmasak da bağlıyız. Rücu edeceğimiz yer Cenab-ı Hak'tır. O yüzden "öteki" diye bir kavram bizim kitabımızda yoktur. Herkese hilm ile yaklaşmamız, ötekisizlik bağına sımsıkı yapışmamız gerekiyor. Bu da aslında tevhidin bir zuhurudur.