TASAVVUF GELENEĞİNDE SEYAHATİN HİKMETİ YOLA ÇIKMAK, KENDİNE DÖNMEKTİR
Tasavvuf, insanın Hakikat'e erme arzusunun araçlarından biridir. Bu yolculuk, yalnızca kalpte ve fikirde değil; zahirde de yansıması gereken bir arayıştır. Sûfî geleneğinde "seyrüssülûk" olarak adlandırılan manevî yolculuk, zaman zaman maddi anlamda da yolları aşmayı, diyarlardan diyarlara
uzanmayı gerektirir. Seyahat, sûfîyi kendinden uzaklaştırarak Hakk'a yaklaştıran, hem içte hem dışta dönüşüm sağlayan bir süreçtir.
İbnü'l-Arabî: Aşkın peşinde diyardan diyara
Endülüs'te doğan Muhyiddin İbnü'l- Arabî, hayatı boyunca Kuzey Afrika'dan Bağdat'a, Mekke'den Şam'a, Anadolu'dan Halep'e kadar
uzanan bir yolculuk sürdü. Seyahatleri süresince sayısız sûfî, fakih ve filozofla görüşerek hem kendi tasavvuf anlayışını derinleştirdi hem de eserlerini kaleme aldı. Fütûhât-ı Mekkiyye onun Mekke'de yaşadığı manevî açılımların ürünü oldu. Onun seyahati, bilgi arayışının, tevazunun ve Allah'a teslimiyetin örneğidir. İbnü'l-Arabî'ye göre "âlem, Allah'ın tecellîlerinin yansıdığı bir aynadır". Her şehir, her insan, her olay bu ilâhî tecellînin farklı bir boyutunu gösterir. Seyahat, bu tezahürleri görmek için bir "zihnî ve kalbî açıklık hali" gerektirir.
Şems-i Tebrizî: Durağanlığa meyli olmayan arif Şems-i Tebrizî'nin yaşamı, sabit olmaya direnen bir ârifin öyküsüdür. Nitekim o seyahat ile konfor alanından çıkmanın, benlik iddiasını terk etmenin ve tevekkül ile yola koyulmanın adeta resmini çizdi. Kendisi genç yaşta çıktığı seferlerde zaman zaman aç, zaman zaman konaksız, zaman zaman da yalnız kaldı ama tüm bu hâller ona ruhanî tefekkür ve tevekkül idmanı oldu. Nefsî arzularını yolda eritti, kalbini ilâhî feyze açık bir hâlde tuttu. Konya'ya gelişi ise Mevlânâ ile karşılaşmasına, yani iki derin ruhun kavşak noktasına vesile oldu.
Ahmed Yesevî: Merkezden kenara akan ırmak
Yusuf Hemedanî'den hilafet alan Ahmed Yesevî, Buhara gibi bir merkezde kalmaya değil, uçlarda hizmet etmeye yöneldi. Yesi'de kurduğu dergâhla Orta Asya'nın manevî mimarı oldu, dervişlerini seyyah olarak yollara düşürdü. Bu hareketlilik, tasavvufun yayılmasını sağladı, irşad sınır tanımadı. Yesevî yolunun seyahatle yayılması yeni Anadolu'nun oluşmasına öncülük etti. Aynı zamanda Yesevî, İslâm'ın Türkler arasında gönüllere işleyerek kabul edilmesini sağladı ve tasavvufi açıdan göçebe hayat tarzıyla uyumlu bir gezici irşad modeli sundu.
Seyahatin ilk hikmeti nefsin konforunu kırmaktır. Seyahat, alışılan konforu terk etmeyi, alışkanlığı boşlamayı gerektirir. Bu hal, sûfî terbiyenin temelidir.
Yeni coğrafyalar, tanınmayan insanlar, bilinmezlikler; nefsin konfor alanını parçalar. Zira sûfînin yatacak yeri, yiyeceği, kimle karşılaşacağı, nasıl bir hâlle sınanacağın belirsizdir. Seyahatte sûfî alışkanlıklarını, konum, çevre ve statüyü geride bırakmakla yükümlüdür.
İkinci hikmet olarak, tevekkülü öğretmek sayılabilir. Yol, belirsizliktir. Derviş, yola çıktığında Rabbinden başkasına güvenemez. Bu da tam anlamıyla tevekkülün ta kendisidir. Yolun her adımında rızık, barınak ve yoldaşlar Allah tarafından belirlenir.
Seyahatin hikmeti: Dışarıda yürüyen, içte dönüşür
Seyahatin üçüncü hikmeti Allah'ın ayetlerini seyretmektir. Kur'ân, "Yeryüzünde dolaşın da Allah'ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın." (Ankebût 20) buyurur. Sûfî için dağlar, nehirler, insanlar hep birer ayettir. Her yeni şehir, yeni bir tefekkür penceresi, yeni bir kalp dersidir. "Allah'ın ayetlerini seyretmek", bir doğa yürüyüşü yaparken sadece manzara değil; Hakk'ın işaretlerini, sanatını ve hikmetini kalp gözüyle okumaktır. Bu bakış, dervişin hem Allah'a olan sevgisini artırır hem de yaratılanlara karşı şefkat ve tevazu geliştirir. Son olarak seyahat sûfiye hikmet taşımayı ve yaymayı öğretir. Seyyah sûfîlik, sadece gittiği yerlerde bilgi almak değil; aynı zamanda vermektir de. Gittiği her yerde hal diliyle, hizmetiyle, sohbetiyle iz bırakan sûfî, aynı zamanda bir hikmet elçisidir.
Günümüzün dijital çağına döndüğümüzde görüyoruz ki insanlar, hareket ediyor ama seyahat etmiyor. Göç etmiyor ama yer değiştiriyor. Sûfîlere göre gerçek seyahat, dışarıdan içe doğru olan yolculuktur.
Seyahat, sûfî için içe doğru bir nüzul yani iniştir; nefsten ruha, ruhtan Hakk'a doğru bir iniş… Bu yüzden onlar, "Nereye gittin?" sorusundan çok, "Neyle döndün?" sorusunu önemserler. Yeni yerler görmek, sadece göze hitap ettiğinde yüzeyde kalır. Oysa bir sûfî, yeni bir şehirde yeni bir ayna bulur; kendi kalbini onda görür.
Tasavvuf bize şunu öğretiyor: Yer değiştirerek değil, yön değiştirerek dönüşürüz. Yürüyen bir kalp, yolda çürümez; olgunlaşır. Gittiği her yerden
bir iz bırakarak, her yerden bir hakikat taşıyarak dönen seyyah sûfî, bugün için de bir ilham kaynağıdır.
Belki deve kervanları yok artık ama içsel seyahatler, yeni kapılara gidecek yollar her daim açık.
Bugünün sûfîsi için seyahat sadece ülkeler görmek, müzeler gezmek değil; her adımda kendi nefsini tanımak, farklı kültürlerde Allah'ın cemâlini ve celâlini okumaktır. Uçak bileti almak değil, kibri bırakmak; pasaport çıkarmak değil, kalbi arındırmaktır. O, otel odalarında değil; yolda karşılaştığı yüzlerde, kelimelerde, sessizlikte ve tebessümde Allah'ın ayetlerini seyretmeye taliptir. Belki de o sûfi aslında biziz. Yeter ki yüreğimiz yola çıkmaya razı olsun.