Kaygı, insan olmanın işaretidir

Kemal Sayar 12 Mayıs 2025, Pazartesi
Son yüzyıl insanının tanımlayıcı niteliklerinden birinin “kaygı-endişe” olduğu kabul ediliyor. Yaşadığımız son devirleri “kaygı çağı” olarak nitelendiren uzmanlar da az değil. Günümüzde kişisel gelişimin popüler bir akım olmasıyla beraber kaygı bozukluğu, anksiyete gibi kavramları fazlasıyla duyuyoruz. Kendimizde var olan her duyguyu neredeyse bu kavramlarla tanımlar olduk. Özellikle sosyal medyaya baktığımızda gördüğümüz manzara zihinsel ve duygusal sağlık arayışının önemli bir talep oluşturduğu yönünde. Bu insanlık manzarasını ve altında yatanları öğrenmek için işin uzmanına, Psikiyatrist Kemal Sayar’a başvurduk. Çağın alametlerinden kaygıyı enine boyuna açan Sayar bu kavramı ve duygusunu yanlış anladığımızı düşünüyor ve faydalarından mahrum kaldığımızın altını çiziyor. Kendisiyle modern dünyada korkulması gereken bir duygu olarak yansıtılan kaygının gerçekte insan için ne ifade ettiğini ve bu çağı neden “kaygı çağı” olarak adlandırdığımızı konuştuk.

Yaşadığımız bu çağda "kaygıyı azaltmak, kaygıyı yenmek" gibi cümleler eşliğinde sürekli kaygıyı konuşuyor ve onu olumsuz olarak kodluyoruz. Gerçekte kaygıyı nasıl algılamalıyız?
Burada en başta bir ayrım yapmak gerekiyor. Kaygılı/endişeli olmak ile anksiyete/kaygı bozukluğu ifadeleri sıklıkla birbirinin yerine kullanılabiliyor. Kaygı, bizim bilinç, irade, özgürlük sahibi ve ölümlü canlılar olmamızdan mütevellit varoluşumuzun çekirdeğinde yer alan anahtar bir kavram. Kaygı insan olmanın özü. "İnsan üç beş damla kan ve bin endişe" diyor Sadi-i Şirazi. Varoluşsal bu kaygı, bir hastalık semptomu değil; dile gelmez ve görünmez olan geleceğe dair bir duyarlılıktır. Kierkegaard'dan -hatta Yunus'tan- Heidegger'e, Sartre'a kadar düşünce ve kelam erbabının kaygının insan yaşamındaki bu kurucu ve yaygın yerinin farkında olduğunu biliyoruz. Her insanda son nefesten geriye doğru tasavvur edilen yaşanmamış bir hayatın suçluluğu yahut ileriye doğru simüle edilmiş yaşanamayacak bir hayatın kaygısı vardır. Eğer sonsuza kadar yaşayabilseydik muhtemelen kaygı nedir bilmeyecektik çünkü yaşamımız son tarihi belirsiz bir ödev olarak bizden harekete geçmemizi beklemeyecekti. Ben yaşamın bir imtihan oluşunu biraz da böyle hissediyorum: "Tanrı benimle ne murad etmiş olabilir?" sorusu, muvakkat süreli olduğu için de bu kadar korkutucu bir imtihan.

İnsan, sonlu ile sonsuzun, beden ile ruhun, zorunluluk (maddenin nedenselliği) ile özgür iradenin geriliminde sentez bir canlı olduğu için kaygı da tüm bunların dolayımında insanın orta terimidir. İnsanda sonsuzluk iştiyakı, ruh bağının yoğunluğu ve özgürlük/sorumluluk bilinci ne derece yoğunsa, kaygısı ve insanlığı da o derece derinleşir. Kaygıdaki esas mesele "gelecek" gibi görünür ama aslında "şu an"dır. Çünkü daha arzu edilir "yarın", farklı bir "şu an" ile gerçekleştirilir. Sür-git şimdinin aynılığında, geleceğe dair duyarlılığımız gölgelenir. İnsan, inisiyatif kullanmaya mecbur bir canlıdır çünkü. Bu yüzden var oluşumuz sürekli tedirgindir. "Yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylan" diyor İsmet Özel. İnsanlar ölmeden önce bir şey
yapmaları gerektiğini bilirler; sadece başkaları gibi yaşamaktan öte onlara has bir söz söylemeleri gerektiğini, sıranın onlarda olduğunu. İçinde bulunduğumuz şartların görece uygun olması bile bu tedirginliği silemez. Kaygıdan uzaklaştıkça unutuşa gömülür, dünyanın nesnelerinden biri haline dönüşür insan. Kaygısıyla çarpıştıkça da onu aşarak fert haline gelir. Fert haline gelmek, Tanrı karşısında teklif sahibi bir muhatap liyakati kazanmaktır.

Ayrım yaptığımız kaygı bozukluğu neyi ifade ediyor?
Klinik anlamda kaygı, kötü bir şey olabileceği halde henüz gerçekleşmediğinde hissettiğimiz şeydir. İki temel bileşeni vardır: Bedensel duyumlar (huzursuzluk, gerginlik, ajitasyon) ve düşünceler (endişe, korku, tehlikenin köşede olabileceği endişesi). "Nereye gitmeliyim, ne yapmalıyım? Belki de sadece içe kapanmam veya tamamen ortadan kaybolmam en iyisidir." Buna benzer pek çok tedirginlik zihnimizde cirit atar. Kaygı
bozukluğu ise bazen insanı felç eder. İnsan sürekli negatif senaryolar âleminde yaşar ve asli yaşama ödevi ifa edilemez hale geliverir. Kaygı münferit bir meseleyle ilgili değildir. Şunun ya da bunun kaygısı değil; bütünü olumsuzlar. Kaygı bozukluğunda ise korkuyu andırır şekilde dile getirilen görünürde bir nesne olsa da (mesela sevdiklerini kaybetme kaygısı) temeldeki his, bütün varoluş karşısındaki çaresiz, güçsüz kalma hissidir.
Modern psikiyatri, bu yaygın duygusal tepkileri giderek artan bir şekilde tıbbi müdahale gerektiren ruhsal bozukluklar olarak yeniden çerçevelendirmiştir. Bu bağlamda strese, sosyal durumlara veya sağlık endişelerine yanıt olarak yaşananlar gibi doğal korku ve endişe duyguları, Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB), Sosyal Anksiyete Bozukluğu ve Özgül Fobiler gibi psikiyatri durumlar olarak kategorize edilmiştir. Burada iş başında olan yaşamın giderek daha fazla yönünün tıbbi veya psikiyatri koşulların merceğinden görüldüğü "tıbbileştirme" fikridir. Psikiyatrik etiketlerin yükselişiyle birlikte çok çeşitli doğal kaygılar patolojik olarak sınıflandırılıyor ve ilaç veya psikoterapi ile tedavi ediliyor. Bu eğilim, psikiyatrik
tanıların yaygınlaşmasından ve ilaçların yaygın kullanımından fayda sağlayan ilaç endüstrisinin büyümesiyle bağlantılıdır.


Bir yazınızda belirttiğiniz gibi "kaygının faydalarından mahrum kalmak" derken neyi kastediyorsunuz?

"Doğru bir biçimde endişeli olmayı öğrenen kişi, iyi olanı öğrenmiştir" der Kierkegaard. Demek ki düşünürümüze göre endişeyi hissetmenin de doğru bir yolu var. Endişe bizi kötü hissettirerek vazife görür. Bu yönüyle hayatta kalmamıza yardım eder, ona kulak vermemiz gerekir bu yüzden. "Beni sıkan nedir? Bu panik atak neden şimdi ortaya çıktı?" Endişenin kaynağını bulduğunuzda faydalı bir bilgiye ulaşırsınız. Endişe dikkatimizi celbeder, bizi bilgilendirir ve ondan kurtulmak için çareler aramaya iter. Ama her zaman da işe yaramaz. Bazen de sağlıksız bir takıntılılığa, kendimizi uyuşturmaya veya duyguyu susturmak için yöneldiğimiz bir dizi yararsız şeye yöneltir bizi.


Zihinsel sağlık; duygusal acı, korku veya rahatsızlığın yokluğu anlamına gelmiyor. Istırap ve tedirginlikten kaçmak yerine onu büyümek ve gelişmek için kullanabilme yetisi anlamına geliyor. Duygusal dayanaklılık ve direncimiz, bu türden şeylerle sınanarak güçleniyor. Bizi harekete geçiren şeyler genellikle bu türden olumsuzluklar. Güçlenmek, yeni donanımlar ve destekler geliştirmek genel olarak insanlığımızı daha yetkin kılıyor. Mutluluk nedir bilmedikleri için sadece tek bir psikanalist çıkarabilmiş bir ülkeden geldiğini söylemişti Cioran; "Bir eli yağda bir eli balda olan halklarda, zihinsel tedavi yollarından geçilmez." Bu görüşünde ısrar ediyordu. Konforun kasıp kavurduğu yerde direnç ve aşma asla gerçekleşmez. Kaygının faydası budur.

Kierkegaard'a göre kaygı, insan özgürlüğünün bir ifadesi olarak "yaşam macerasında" yol almaya yardımcı olur. Kaygı, hayatta olmanın doğasında vardır ve kaygıyı nasıl yöneteceğini öğrenmek, bir kişinin içgörüsüzlük nedeniyle ölmek ile felç edici korkular tarafından ezilmek arasındaki orta yolu yürümesine olanak sağlayabilir. Psikiyatrideki indirgemeci yaklaşımın aksine Kierkegaard için kaygı, bireyin inançlarına ve yaşam durumlarına bağlı olarak olumsuz veya olumlu çağrışımlara sahip bir durumdur. Kaygı, seçme özgürlüğüyle zuhur eder ve kendisi de seçmenin bir sonucudur. Kaygı, ruhsal olarak cahil olanların işkencesi; aydınlanmış olanların sevincidir. Tek kelimeyle aşırı olsun veya olmasın, Kierkegaard için kaygı, insan olmanın işaretidir.


Kişisel gelişimin bugün bu kadar moda haline gelmesiyle insanlarda psikolojik gelişimleriyle alakalı bir baskı, bir stres olduğunu düşünüyor musunuz? Toplumsal sahada, "performans toplumu"nda sürekli üretken, duygusal olarak dirençli ve zihinsel olarak "sağlıklı" olmak için artan bir baskı var. Sonuç olarak stres yaşayan veya zorluklara karşı normal duygusal tepkiler veren birçok kişinin mücadeleleri için psikiyatrik tanı alma olasılığı daha yüksek olabilir. Başarı ve mükemmellik için kültürel ve toplumsal taleplerin yetersizlik ve korku duygularını nasıl şiddetlendirdiğini ve bunun da psikiyatrik tanılara daha fazla güvenilmesine yol açtığını araştırıyor. Psikiyatri, doğal korkuları ruh sağlığı bozuklukları olarak yeniden çerçeveleyerek insanların
deneyimlerinin anormal olduğunu veya tedavi gerektirdiğini hissetmelerine neden olabilir. Bu da güçsüzlük hissine ya da psikiyatrik müdahalelere bağımlılığa yol açabilir.

Ayrıca psikiyatrik ilaçların ve terapilerin yaygın kullanımı, yaşam stresörleri veya zayıf başa çıkma becerileri gibi temel nedenleri ele almak yerine, altta yatan duygusal sorunları maskeleyebilir ve hatta kalıcı hale getirebilir. Psikiyatri, ciddi akıl hastalıklarının ele alınmasında önemli bir rol oynarken,
kaygı ve korkunun aşırı teşhisi ve tıbbileştirilmesi, insan duygusal deneyiminin nüanslarını göz ardı etmektedir. Psikiyatri, psikiyatri tanılara dar bir şekilde odaklanarak, duygusal sıkıntıya katkıda bulunan daha geniş sosyal, kişisel ve çevresel faktörleri tanımak yerine, bireyleri sadece yönetilmesi gereken vakalara indirgeyebilir.


Tıbbi müdahaleye odaklanmak yerine yaşam tarzı değişiklikleri, gelişmiş başa çıkma mekanizmaları, farkındalık uygulamaları ve toplum desteği gibi
tıbbi olmayan tedavi biçimlerine daha fazla dikkat edilmelidir. Sadece semptomları tedavi etmek yerine duygusal sıkıntının temel nedenlerini ele alan daha bütüncül bir yaklaşımı teşvik etmeliyiz. İnsan duygularının doğal çeşitliliğini anlamalıyız. İnsandan insana fark var. Normal kaygılar ile daha ciddi ruhsal bozukluklar arasında ayrım yapmanın önemini kavramalı ve duygusal esenliğe katkıda bulunan daha geniş sosyal, kültürel ve çevresel
faktörleri dikkate alan psikiyatrik tanılara daha ölçülü bir şekilde yaklaşmalıyız.

Bahsettiğiniz tıbbileşme topluma da yansıyor ve günlük hayatta insanlar sürekli anksiyete, depresyon gibi kavramı sıkça kullanıyor. Anlamlarını yeteri kadar bilmiyor muyuz?

Psikolojik dil, Amerikan kahvesi gibi birden hayatımıza girdi ve hayatımızın ortasına yerleşti. Bu bir tür seküler modernleşme. Talihin cilvelerini metafizik bir dilden değil de modern sözüm ona bilimsel ifritoloji üzerinden okuma. Buradaki ifritleri psikoloji tanımlar. İnsanlığın her çağda varoluşu
ve insanı açıklarken en revaçtaki bilim dalının kavram setlerini ve yöntembilimini kullanması bu yönelimin bir nedeni olabilir. Son büyük dönüşüm,
biliyorsunuz Darwin-Freud-Marks üçlüsünün gergefinde gerçekleşti. Günümüzde dahi neredeyse tüm tabiat ve insan bilimleri onların kavram setleri üzerinden tanımlanmaya çalışılıyor. Evrimsel, diyalektik ve psikolojik dinamiklerle düşünüyoruz pek çok şeyi. Bir diğer etken zannımca, insanların nevi şahsına münhasır olmanın tedirginliğini yaşamaktansa, kişiliğinin falsolarını psikolojik bir tanıma havale ederek kendini değiştirme sorumluğundan
kaçmaları. Bilimsel isimler kullanmak, kelimelerin ağırlığından koruyor insanları. Kötü yürekli biri sosyopat, narsist, otoriter kişilik gibi tanımlarla geniş bir saçak altı buluyor kendine. Ya da üzgün ve hüsrana uğramış biri, algılama şeklini, bilgi kümesini, yaşam pratiklerini değiştirmenin meşakkatine talip olmadığı için depresif olduğunu söylüyor. İnsanları bu konuda kusurlu bulmak da kolaya kaçmak esasen; neoliberal sistemin çarkında metropolde yaşayan milyarların seçme şansı da pek yok. Sistem bizleri otomatlaştırıyor, yabancılaştırıyor, yalnızlaştırıyor, aynılaştırıyor, performans öznesi yılgın yığınlara katıyor.

Sosyal medya trendinin bugün psikoloji olması, ciddi ve bilimsel olanından sertifikalı- sertifikasız pek çok insanın kazanç kapısına dönüşmesi de diğer bir etken olabilir mi?


Kaygının, hüznün, kederin, melalin tıbbileştirilmesi ve patolojik olgu tanımına alınması, insanın üretmeyi ve tüketmeyi sürdürülebilir şekilde devam ettiren, yakınlarının ve toplumun ağzının tadını kaçırmayan, kendine tümüyle hakim bir birey olması beklentisinden kaynaklanıyor; çelişkiler, duraksamalar, uyumsuzluklar gösteren herkes şüphe altında. Bu ideale engel olan her durum yeterince görünür şekilde yaygınlaştığında
bozukluk kategorisine alınıyor. Psikiyatri, doğal korkuları ruh sağlığı bozuklukları olarak yeniden çerçeveleyerek insanların deneyimlerinin anormal olduğunu veya tedavi gerektirdiğini hissetmelerine neden oluyor. 1917'de Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) 59 psikiyatri bozukluğu tanımıştır. Genellikle psikiyatristlerin kutsal kitabı olarak adlandırılan Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı'nın (DSM) 1952'de yayınlanmasıyla bu sayı 128 bozukluğa yükselmiştir. Bu sayı 1968'de 159, 1980'de 227 ve 1987'de 253 olmuştur. Şu anda DSM-IV 347 kategoriye sahip. Örneğin bir önceki nesilde utangaç insanların içe dönük olarak görülse de akıl hastası olarak görülmüyordu doğal olarak. Şimdi ise restoranlarda yalnız yemek yemekten utanmak ya da otorite figürleriyle etkileşime girmekten endişe duymak sosyal anksiyete bozukluğu tanımının bir parçası.


Bu yayılmacı eğilimin suçunu tek başına BigPharma'nın üzerine atmak hakkaniyetsizce olur. Psikiyatri mesleği, çok fazla bilimsel araştırma veya güvenilirlik olmaksızın belirsiz bir şekilde tanımlanmış rahatsızlıkların abartılmasında kilit bir role sahip olageldi. Bunun nedeni kısmen Amerikan psikiyatri sektörünü döndüren, sigorta şirketlerinin geri ödeme sistemi olsa da Amerika'daki tanı değişiklikleri dünyanın geri kalan kısmında da tanı biçimlerini dönüştürüyor maalesef. Bir başka önemli amil de hasta yakınlarının ve toplumsal yapıların beklentisi. İnsanların antidepresan ve anksiyolitik ilaç kullanımına teşvik edildiği reklamların neredeyse tamamında, onların durum bozuklukları nedeniyle yakınlarının nasıl mutsuz olduğu ve ilaç kullanımı sonrasında aile saadetinin nasıl yeniden tesis edildiğine vurgu yapılıyor. Bireyler, olası en çabuk şekilde ve kişisel çabanın sonuç verme riskinden bağımsız olarak ilaç kullanımına yönlendiriliyor. Suçluluk duygusu, özdeğer edinme ihtiyacı ile birleşerek bu çabuk ve görece onaylanmış yöntemi ilk seçenek kılıyor.

Modern toplumları tanımlarken birbirinden farklı kavramlar kullanabiliyoruz. "Kaygı çağı" da onlardan biri. Modern dünya insanlar için yeni kaygılar mı üretiyor?


Kaygı her şeyi tutsak aldığında, yaratan başımızın üstünden bizleri umursamadan geçip gidiyormuş gibi hissederiz. Sosyal medya sayesinde belki kaygıyla mücadele edeceğimiz zannıyla sürekli bilgi topluyoruz. Dünyanın dört yanından felaket takipçiliği, komplo teorileri, uzmanı olmadığımız konularda uzman olmayan kişilerin paylaşımları, bir yığın ne işe yaradığını anlayamadığımız uğultu var. Ama bu enformasyon ve duygu bombardımanının altından kalkamayız; zihnimiz ve psikolojimiz bunun için ne tasarlandı ne de buna evrildi. Tüm bu enformasyon- dezenformasyon- manipülasyonun ortasında kaygımız bize bir yandan direksiyonda hiç kimsenin olmadığını, öte yandan birilerinin sinsi bir şekilde direksiyonu kavradığını, bizim müdahale edebilme şansımız olmadığını fısıldayıp duruyor. Ulrich Beck, geçen yüzyılın sonunda "risk toplumu" kavramını kullanmıştı.

Bu kavram, modern toplumun giderek artan bir şekilde bireylerin kontrolü dışında hissedilen çevresel, ekonomik, sosyal ve sağlıkla ilgili risklerle dolu olduğu algısını ifade ediyor. Küreselleşen, iletişim teknolojilerinin geliştiği geç modern dünyada felaket duygusu artık süreklilik ve geçişkenlik kazanmış durumda.

Risk Toplumunda Kaygı'nın yazarı Richard Wilkinson'ın temel argümanlarından biri modern toplumlardaki eşitsizliğin kaygı duyguları yarattığı yönünde. Wilkinson, daha düşük sosyal konumlardaki kişilerin genellikle daha fazla stres ve endişe yaşadıklarını, çünkü ekonomik istikrarsızlık, kötü sağlık hizmeti ve sosyal dışlanmanın oluşturduğu risklere karşı daha savunmasız olduklarını vurguluyor. Ayrıca kaygı, depresyon ve diğer ruh sağlığı sorunlarının -eşitsizliğin stresi artırması ve sosyal uyumu zayıflatarak olumsuz ruh sağlığı sonuçlarına yol açması nedeniyle- daha fazla sosyal eşitsizliğin olduğu toplumlarda daha yaygın olduğunu bulguluyor.

Eşitsizliğin fazla olduğu toplumlarda, sosyal güven daha düşük seviyelerdedir. Bu da daha fazla kaygıya yol açar. İnsanlar birbirlerinden kopuk hissettiklerinde, güvensizlik duygusu ve gelecek hakkında korku yaşama olasılıkları daha yüksektir. Eşitsizlik fiziksel sağlık ve genel refah için de çok
daha geniş çapta etkiler yaratır. Böylece daha düşük sosyoekonomik konumdakiler bir dizi sağlık sorununa katkıda bulunabilen daha yüksek stres seviyeleri yaşamakla karşı karşıya kalır. Bu nedenle eşitsizliği mümkün olduğunca azaltılması, sosyal uyumu iyileştirilmesi ve toplumsal risklerin
azaltılması kaygıyı azaltma ve halk sağlığını iyileştirmeye açısından hayati önemi haizdir. Kaygı pek çok açıdan umudun öncülüdür. Ama kaygı, umutsuzluğa evrildiğinde toplumsal güvensizlikler, şiddet organizasyonları ve yıkıcı unsurlar için verimli bir üreme alanı teşkil eder hale gelir.

Peki, bugün toplumların birer "kaygı toplumu"na dönüştüğü söylenebilir mi gerçekten?


İnsanlık tarihinin büyük bölümünde toplumlar savaş, salgın ve açlık felaketleriyle karşı karşıyaydılar. İnsan yaşamları mütemadiyen bu felaketlerle radikal biçimde değişse de insanlar bir şekilde hayatta kaldıkları takdirde yıkıntılardan yeni bir şey inşa edebilecekleri umudunu kaybetmiyordu.
Kaygı o zaman da vardı, nükleer tehlikenin olduğu yakın zamanda da. Ancak bugünkü yüzer gezer kaygının niteliği, belirsizliğin eksik bir nesneyle korkunç bir olay, bir felaket gerçekleşmeden var olmasıdır. Belirsizlik ve istikrarsızlık yeni normdur. Bu, artık insanlığın ve insanların geçmiş deneyimlerin bugüne rehberlik edemediği anlamına da geliyor. Neye hazır olmamız gerektiğini öngöremiyoruz. Katı olanın akışkanlaştığı değerler ve yapıların dünyasında her türlü standardın, korunmuşluk duygusunun ve tevekkülün elden çıkıp gittiği zihinsel bir iklimde birey için öngörülmesi
imkânsız dinamikler kol geziyor. Eski dünyanın koruyucu yapı ve toplulukları da -devletler- bizimle çığa kapılmış sürükleniyor. Bu bir paranoya değil ama bu gerçeklik de baş edilemez değil. İnsan için en kötüsü felaket beklentisi değil, felç olup kalmak ya da uyuşmak ve kayıtsızlaşmak.

Sosyal inşacı bir bakış açısından bakan yazarlar modern toplumların kişinin kendi kimliği ve yaşam amacı hakkında güvensizlik duyguları ürettiğini ve kaygının bu belirsizliğin bir sembolü haline geldiğini ileri sürer. Kierkegaard'ı takiben kaygının beklenen "kaderimizin gidişatından" kaçmanın imkansızlığından kaynaklandığını belirtirler. Başka bir deyişle, bireyler durumlarını değiştirme olasılığı olmadan hayatlarında olan her şeyin insafına kaldıklarını hissederler. O halde kaygının işlevlerinden biri de insanları tehlikede oldukları gerçeği konusunda uyarmaktır.


Yunus Emre "Fikir yumuş oğlanıdır; endişe kaygu kanıdır" dizesiyle düşüncenin ancak bir kaygı ile hayat bulduğunu söyledi bize. Bir başka dizesiyle, "Karârum yok bu dünyâda; giderem, yumuşa geldüm" -bu dünyada kalıcı olmasak da hizmet etmeye geldiğimizisöylerken istikamet verdi. Dede Korkut'ta Deli Dumrul'un canını almaya gelen Azrail'in kendi iradesiyle eyleyen değil ancak bir yumuş oğlanı (Tanrı buyruğunu yerine getiren bir emir kulu) olduğunu söylemesi ışığında, Yunus'un sözleri nasıl da Kierkegaard'ın "Tanrı'nın benimle muradı neydi?" sorusunu yankılıyor.

Kemal Sayar kimdir?
Hacettepe Üniversitesi (İngilizce) Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. 1989-1995 yılları arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda uzmanlık eğitimine devam etti. 2000 yılında psikiyatri doçenti, 2008'de psikiyatri profesörü oldu. Çeşitli ulusal ve uluslararası dergilerde danışmanlık ve hakemlik yaptı, çok sayıda kongre ve sempozyumda düzenleyici ve konuşmacı olarak yer aldı. 2002'de Kanada McGill Ünivesitesi'nde Transkültürel Psikiyatri Bölümü'nde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı. Bakırköy ve Erenköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanelerinde klinik şefliği görevlerini yürüttü. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri anabilim dalı başkanıdır.

Benzer Haberler

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.