Hüsrev Hatemi: Tarihin hüzünlü ve düşündürücü tarihi

Tarihin hüzünlü ve düşündürücü tarihi
Giriş Tarihi: 15.5.2017 11:54 Son Güncelleme: 15.5.2017 11:54
Hüsrev Hatemi SAYI:35Mayıs 2017
Tarih anlayışımızı bir ortopedik ameliyattan geçirmemiz gerekiyor zira çok çarpıttık. Tarihte daha kanlı olaylar olurdu fakat insanlar bu kadar birbirine düşmezdi. Şeyh Bedreddin idam edilir fakat türbesi 500 yıl Serez’de dururdu.

İnsan, yazının icadıyla kendi çevresi ve sonraki nesillerle iletişime geçme ihtiyacını karşılamaya başlamıştır. Yazının icadı sonrasında her yazıcı, kendisi bunun farkında olmasa bile aslında bir tarih hizmetlisi olmuştur zira eski uygarlıklardan kalan her yazılı ifade bir tarih belgesidir. Sadece Kadeş Anlaşması veya firavunlardan kalan tarihsel kayıtlar değil, Hitit kralı ve eşinin Tanrı'ya dua ve yakarışları dahi bir tarih belgesidir esasında. Çünkü bu dua ve yakarışlarda düşman kavimlerin adlarını bir bir zikrettiklerine şahit olmaktayız. Keza Tevrat'ın bir araya getirilmiş risaleleri, çok karışık da olsa bazı noktalarda bir tarih belgesi mahiyetindedir. İnsanlar yaratılış gününden beri içlerinde olan ve gerilim yaratan 'dert yanma, hikâye etme' arzusunu yazı ile karşılamaya çalışmışlardır.

Sosyolojinin kurucu babası

Hülasa tarihe belge hazırlamak bakımından her insan az veya çok tarihçidir. Şu halde Herodot neden tarihin babası sayılıyor? Çünkü Herodot benzerlerinden farklı olarak diğer milletlerin tarih ve coğrafyalarıyla da ilgilenmiştir. Başka milletlerin de 'tarih babaları' varken Herodot sadece kendi dilini konuşanların değil, Perslerin ve Arapların da tarihini araştırmaya çalışmış belki de ilk dünya tarihçisidir. Herodot'tan sonra Yunan, Latin ve Arap dünyasında hem kendi ülkesinin tarihini hem de diğer ülkelerin tarihini araştıranlar hep oldu. Eleştiri olarak söylemiyorum çünkü her bilim dalının ilk çağları vardır. Tarihin, 14'üncü yüzyıla kadar gelişiminde, belge sunma ve anlatma ön plandaydı. Zira henüz ne tarih felsefesi ne de sosyoloji diye bir disiplin vardı. Bir tarihçinin bazı ülkelerle kendi tarihi arasında mukayeseler yapmaması düşünülemezdi. Bu gibi karşılaştırmalar tabii ki vardı. Fakat bu kıyaslamalardan bir yargı çıkarma yoktu. İşte İbn Haldun'u öncekilerden ayıran ve hem tarih felsefesinin hem sosyolojinin 'kurucu babası' yapan bu yönüdür. İbn Haldun, devletlerin yükselme, duraklama ve düşüş devreleri olduğunu söyleyen bir tarihçiydi. Dayanışma, kollektivite, toplumsal beraberlik gibi pek çok anlama karşılık gelebilecek 'asabiyet' terimini önermişti. Medeniyet kavramı onun dilinde 'umran' idi. Bana göre bütün bunlardan daha önemli olan ise İbn Haldun'un; "Devletlerin yükselme, duraklama ve düşmesinde sadece bireylerin tutkuları, yönelişleri ve iradelerinin rol oynamadığına, toplumsal olayların gelişiminin de bu olaylarda önemli olduğuna" dikkat çekmesi ve bu düşüncesini sistemleştirmesiydi. Böylesi ileri bir tarih anlayışı maalesef bizde çok gecikmiştir. Bunu söylerken sadece İbn Haldun'un bizde tanınmasından bahsetmiyorum. Çünkü Osmanlılar İbn Haldun'u tanımışlar, önemini kabul etmişlerdir fakat yine de belge incelemesine dayanan tarih anlatısına ancak 19'uncu yüzyılda hak ettiği önemi vermeye başlamışlardır. Cumhuriyet döneminde bile toplumsal gelişmeleri incelemek yerine bazen padişahları öven, bazen de yerin dibine sokan bir tarih anlatısına aşırı yer verilmiştir. Tabii bütün fikir adamlarımız bu yolda değildi. Fakat oldukça iyi bir tarih bilincine ulaşmış olan Yahya Kemal Beyatlı'nın bile bazen birdenbire yine 'masal tarihçiliğine' başvurduğunu görüyoruz.

Hilmi Ziya Ülken, Sabri Ülgener gibi tarihçi olmayan aydınlar, İbn Haldun'a çok yakındırlar. Fustel de Coulanges (1830-1889) hem belge incelemeye hem de Fransa kurumlarının tarihini incelemeye önem vererek, bizdeki 'müessese tarihçileri'ne örnek olmuştur. Michelet (1798-1874) edebi üsluba da özen göstermiş olan ciddi bir tarihçidir. Cumhuriyet döneminde Fransız kültürüne azıcık küserek Britanya'ya teveccüh ettiğimizden Toynbee'nin 'nalıncı keseri üslubu', bizim ulusal laylaylomlarımızın hoşuna gitmiş ve önemli sayıda 'münevverimiz', Toynbee'ci olmuştur. Onun torunu hükmünde olan ve fakat Toynbee ayarında tarihçi olmayı asla becerememiş Huntington, kıdem tazminatını dahi vermeden koskoca İslam Medeniyeti'ni kapıya koymaya kalkmıştır. İdris Küçükömer, Fuat Köprülü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabri Ülgener artık dünyada yok. Huntington da dünyayı terk etti fakat yamakları hâlâ ortada, halimizi kime anlatacağız? Bir zamanlar pek az beğenilen Halide Edip Hanım bile dünyada olsaydı belki beyan-ı maksat için bize tercüman olurdu: "İşimiz kaldı heman merhamet-i Lemyezel'e."

Birbirimizi dinlemeliyiz

Tarih anlayışımızı bir ortopedik ameliyattan geçirmemiz gerekiyor zira çok çarpıttık. Tarihte daha kanlı olaylar olurdu fakat insanlar bu kadar birbirine düşmezdi. Şeyh Bedreddin idam edilir fakat türbesi 500 yıl Serez'de dururdu. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idam edilir, türbesi Çarşıkapı'da dururdu, hâlâ da duruyor. Merzifonlu türbesi önünden geçen bir güzel küfretsin tarzında bir anlayış da yoktu. İsmail Maşuki dinî sebeple idam edilmişti. İdam edildiği mahaldeki taşı ağaç altında, Sultanahmet'te 1985'te görmüştüm, şimdiki hâlini bilmiyorum. Bazı Sünniler Alevilerin damarına basar, Aleviler susardı.1960'lardan sonra Aleviler de damara basıyorlar bazen. İki grup arasındaki sevgisizlik Sünnilerde daha belirgindi, şimdi ise eşit güçte. Bunun böyle sürdürülemeyeceği kesin. Tarih anlayışımızı, sosyal barış anlayışımızı lafta akıllı değil gerçekten akıllı, uslu kişileri dinleyerek düzeltmemiz şart. Yoksa günde 100 bin kere; "Tarihten önce vardık, tarihten sonra var olacağız" zikri de yapsak kâr etmeyecek.

BİZE ULAŞIN