K. Melek Yazıcı: Zümrüt'ün Hikayesi

Zümrütün Hikayesi
Giriş Tarihi: 18.2.2015 16:40 Son Güncelleme: 18.2.2015 16:40
K. Melek Yazıcı SAYI:10Şubat 2015
Hayatı başlı başına ele aldığında, Zümrüt amacının ‘mutluluğu bulmak’ ya da ‘mutlu olmak’ olmadığına kanaat getireli bir hayli zaman olmuştu. Yaşıtlarına nazaran uçuk hayalleri hiç olmadı. Mutsuzluğu da hayatın içinden bilmek ve kabul etmek bir nebze kolaylaştırmıştı hayatı yaşamayı onun için. Bu hikâyenin okuyucusuna baş not: Bu hikâye yalnızca ve yalnızca gerçeklerden esinlenerek yazılmış, karanlık bir hikâyedir. Rahatsız olmayı göze almadığınız takdirde okumamanız tavsiye olunur.
18 Mayıs 1997

"Dünyaya gelmek kişiye sunulmuş bir seçenek değildir. Dünyaya gelirsiniz. Devam eden, akan bir yaşam vardır, içine revan olursunuz. İsteseniz de istemeseniz de mecbursunuzdur yaşamayı öğrenmeye... Yaşamı kabullenip yaşamak zorunda oluşunuzu benimsemelisinizdir. Bundan kaçış yoktur. Peki, hal buysa insan kendi yaşamında neleri seçmeye ya da belirlemeye kadirdir? Hadi seçimlerini yaptı diyelim, kendi 'özgür' iradesi ile seçtiklerini yaşamaya muktedir olacak mıdır? Olmayacaksa neden seçiyordur ya da seçebiliyordur?"

Kısa süreli dalmaların haricinde geçirdiği uykusuz haftaların ardından Zümrüt'ün verdiği kararla sıkıntıları katlanmıştı. Oysa ortada bir belirsizlik varken bir karar vermek -kötü olsa bile- onu rahatlatmış olması gerekmez miydi? Belki biraz. Bu soruyu ne kadar kendisine sormuş olsa da hep en başa dönüyordu. Hayır. Kararı onu hiç rahatlatmıyor, aksine düşündükçe sanki daha da sıkışıyordu.
22 Mayıs 1997

"İyi ki annem ve babam yok. İyi ki bu günlerime şahit olmuyorlar..."

Hayatı başlı başına ele aldığında, Zümrüt, amacının 'mutluluğu bulmak' ya da 'mutlu olmak' olmadığına kanaat getireli bir hayli zaman olmuştu. Yaşıtlarına nazaran uçuk hayalleri hiç olmadı. Mutsuzluğu da hayatın içinden bilmek ve kabul etmek, yaşamayı bir nebze kolaylaştırmıştı. Dünya yaşamını bir sürgün olarak nitelerdi çoğu zaman. Ve her oluşun nedenini sormaya, sorgulamaya, öğrenmeye ve bilmeye karşı bitmek bilmez bir açlığı vardı. Sınav sonrası tercih zamanı geldiğinde tek tercihinin İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü oluşu bundan olsa gerekti. İkinci sıradan girdiği fakültede hayattan beklemediği kadar mutluydu. Bu mutluluğa karşı çıkmamıştı, onu da göğüslemişti. Fena da değildi hani. Ama yine de hayat ona ihtiyatlı olmayı öğretmişti. Hep bir adım sonrası uçurummuş da düşecekmiş gibi yürümesi, odası her an yıkılacakmış da altında kalacakmış gibi tek gözü açık uyuması, en yakınında olan arkadaşlarının -ki beş kişilik arkadaş grubuyla hayatının belki de en güzel günlerini paylaşmıştı- her birinin ayrı bir yere gitmesinden sonra, sadece beraber yaşadığı anneannesiyle yarenlik etmesi, yeni birine hayatında yer açmayışının sebebi de hep buydu.
25 Mayıs 1997

"Nasıl bir insan anne ve babasının olmayışına 'iyi ki' der? Ben nasıl bir insan oldum?

Ama nasıl derim ki? Nasıl derim? Nasıl?"

Günlerce sınıf arkadaşlarının anne babalarının nasıl kahrolduklarını görmüş, her defasında "iyi ki" demişti... "İyi ki."
Ağlamaktan şişmiş gözlerini saklaması gerekmiyordu, konuşması gerekmiyordu, konuşmasa da onu zorlayan yoktu… Girmediği derslere gir diyen, "giren giriyor, başını açan açıyor, senin ne fazlan var? Sen daha mı Müslümansın?" diyen -en azından kanından canından- kimse yoktu. Verdiği karar belliydi. Ve kararında tek başınaydı. Yalnızdı. Olsundu. Bu karar onu rahatlatmıştı. Huzur vardı, tatlı bir huzur bu kararda. Her şeye rağmen, herkese rağmen inandığını seçmek, inandığına daha çok inanmak, O'na daha çok sığınmak... Ne tatlıydı, ne güçlüydü bu duygu… Kendini hiç bu kadar yakın hissetmemişti Allah'a... Hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Kimse olmasındı. Ona Allah yeterdi... Ona Allah yetmişti.
Şimdi geriye kalan şey bundan sonra ne yapacağıydı. Mutluluk beklemediği şu hayatta onu mutlu eden tek şey okula gitmek, öğrenmekti. Bundan vazgeçmeli miydi? Ya da neden vazgeçsindi? Birkaç kadın ve adam öyle dedi diye mi? Hayatını başka insanların söylemleri, kararları üzerine mi yaşayacaktı yani? Hani kendi kişiliği, istekleri, kararları ne olacaktı o zaman? İnsan bazen ödün vermeliydi kendinden, öyle mi? Peki, tamam... Ama ne zaman? Kesinlikle böyle zamanlarda değil. Öyleyse kendine yeni bir yol çizmeliydi. Maddi açıdan durumunu gözden geçirdi. Anne ve babasından kalan bir ev vardı elinde. Başka bir şeyi yoktu. Son dört yıldır Almanca, İngilizce ve Türkçe metinleri tercüme ederek biriktirdiği ufak bir parası vardı ama onunla da yeni bir ülkede yeni bir hayata başlayamazdı. Düşüncelerin hücum ettiği, rüzgârlı bir öğleden sonrasında Beyazıt'taki bir parkta oturmuş, içinden kavga ederken herkesle, yan banktaki tanımadığı kızların konuşmasına kulak misafiri oldu.

"-Dün Almanya'dan abim aradı. Madem girmiyorsun derse buraya gel bizde kalırsın okursun dedi."

"-E ne güzel, git işte" dedi yanındaki arkadaşı.

"-Tamam ben de öyle dedim de… Vize problemleri var. Almanya bu konuda çok ince eleyip sık dokuyor. Abime bunu söyleyince, sen onu dert etme. Burada çok iyi tanıdığım bir çocuk var, onunla kâğıt üzerinde bir imza atarsın. Tabi çocuğun biraz paraya ihtiyacı var ama hallederiz. Vize problemin çözülür dedi. Çok düşündüm. Ama nişanlıyım biliyorsunuz. Asla olacak bir şey değil bu. Ama bakın aranızda bu şekilde gitmek isteyen olursa diye adını telefon numarasını yazdım. Alın."

Kızların konuşması Zümrüt'ü allak bullak etmeye yetmişti. Dönüp baktığında kızlar yoktu. Oturdukları bankta ise bir kâğıt ikiye katlanmış bir şekilde duruyordu. Yumruk üstüne yumruk yemiş gibi, nefesi kesildi. Aman Allah'ım vahşet gibi… Sanki içinde bir dünya insan tepiniyor, çılgınlar gibi bağırıyorlar, içini kesip biçiyor, yırtıyor, delik deşik ediyorlardı. Ama en dip köşede sessiz sedasız ufak bir kız çocuğu duruyordu.
"-Al o kâğıdı Zümrüt" dedi.

"-Sen... Gitmelisin buralardan."

Sanki gitmeyebilse, kalabilecekti... Yerinden kalktı. Kalbi her an fırlayacakmış gibi, şah damarı kulaklarında atıyor sanki… Gitti kâğıdın yanına oturdu.

"-Al o kağıdı Zümrüt.."

"-Sen… Gitmelisin buralardan."
3 Mart 1997
"Bugün… Bugün Hikmet hoca beni dersten çıkardı... Özür dileyerek…

Çok üzgünmüş… Öyle söyledi. Üzgün olduğunda ne oluyor, üzgün olmayanlardan farklı?"

Parktaki banktan aldığı kâğıdı henüz açmaya cesaret edememiş ama onu günlüğünde 3 Mart'a denk gelen sayfaya yerleştirmişti. Her gün düzenli gittiği eylemlerin ardından dönem bitmiş, Zümrüt ve arkadaşları devamsızlıktan kalmışlardı.

Şimdi ise sıcak bir yaz akşamında kararını vermişti. Günlüğünü karşısına almış saatlerce kıpırdamadan oturduktan sonra cesaretini toplayıp, sayfalarını karıştırmaktan korktuğu günlüğünün önce 29 Şubat'a denk gelen sayfasını açtı. 28 Şubat'a tarih atmış ama sayfayı boş bırakmıştı. 29 Şubat'a yine tarih atmış, bu sefer çok severek kullandığı kömür kalemlerden birini alıp sayfayı baştan sona siyaha boyamıştı. Sayfa karaydı… Karanlıktı…

Derin bir nefes alıp 3 Mart'a geldi. İkiye katlanmış kâğıdı aldı, açtı. İsim, telefon numarası ve şehrin ismine baktı.
"Adem Yılmaz. +49 6221 775 88 98 - Heidelberg"

Lisede İngilizcesi çok iyi olduğundan, ikinci yabancı dil dersi almaya hak kazanmış, Almanca sınıfını seçmişti. Dil konusunda yetenekliydi Zümrüt. Felsefeye merakından -ve de öğrenme sevdasından olsa gerek- orijinal metinler okumaya çalışır, bazen yarım sayfanın üzerinde iki gün çalıştığı olurdu. Heidelberg'i biliyordu. Alman filozof Jurgen Habermas, bir süre Heidelberg Üniversitesi'nde ders vermişti. Zümrüt, Habermas'ın metinlerini okumak için oldukça zaman harcamış, bu esnasında Heidelberg'e rastlamış, hatta 'ne kadar güzel, keşke orada okuyabilsem' diye içinden geçirmişti. Şimdi ise o anı hatırladı. Dehşetle.

"Ama ben böyle demek istememiştim..." diye mırıldandı.

Hayat zaten garipti, acıydı, sertti. Ama böyle zamanlarda bir de öfkelendirici oluyordu. Senin ondan istediğin şeyi veriyordu, evet. Ama asla istemeyeceğin şekilde... Cinnete giden yol gibi. Çıldırmak gibi. Bilerek seni delirtmeye çalışıyor gibi. İster sessiz kal. İster bağır. Ne istersen yap, hep düşündüğünün aksine, hep istediğinin aksine, hep sana rağmen, hep sana karşı sanki.
11 Temmuz 1997

"Neyi istediğine dikkat et Zümrüt… İnan bana oluyor..."

Bugünün tarihiyle bugünün notunu da yazmayı ihmal etmedi hemen sonrasında. Evet, belki bu kararları veren, hayatı dilediği şekilde yaşamasına müsaade etmek istemeyen iradeye sahip otorite makamlarının yaptıklarıydı bu. Evet, belki bu politik kararların ardında ideolojik -ama daha çok ekonomik- sebepler vardı.

Ayrıca bütün bunlar neyin bahanesi olabilirdi? Bir insanın başka insanlara bunu yapmaya hakkı var mıydı? Kendi inancını, kendi hedeflerini, kendi yaşam biçimini kendi isteklerini yaşamayı başkasına zorunlu hale getirmek de neyin nesiydi? Bu nasıl bir arsızlık, nasıl bir küstahlık, nasıl bir haksızlıktı? Seni sen yapan her şeyi senden alıp, geriye bir ceset bırakmak gibi. Öldürmüyor da, canlı canlı gömüyor gibi. Gibi bile değil hatta. Öldürmeden gömüyor.
11 Temmuz 1997

"Neden kimse görmüyor?"

Eylemler, yürüyüşler, mahkemeler, davalar, gözaltılar, okullardan atılmalar, hapisler… Öyle bir zamandı ki bu, ne desen ne yapsan olmuyordu. Her defasında en başa dönmekten yorgun düşen Zümrüt gözünün takılı kaldığı şehre baktı; Heidelberg.

Heidelberg kurtuluş gibi geliyor muydu ona?

Bitecek miydi acıları, sıkıntıları?

Tabii ki hayır. Belki de hiç bilmediği, tahayyül bile edemeyeceği üzüntüler yaşayacaktı. Gurbette olacaktı bu sefer üstelik. Hem de yalnız. Şimdikinden daha da yalnız…
11 Temmuz 1997

"Yalnızlık, dipsiz bir boşluk gibi... Daldıkça daha da derine iniyorsun... Verdiğin hiçbir şey yetmiyor. İlla seni de istiyor... Sen oluyor..."
Bir yandan düşünceleriyle boğuşup, bir yandan aklından geçenleri istemsizce günlüğüne karalarken kendisine teselli verecek sözler arıyordu içinden Zümrüt.

Giderse, günün sonunda hayatta istediği şeyi yapmış olacaktı. İnancından ödün vermeden yine okula girebilecekti. Her ne olursa olsundu, her ne üzüntü yaşayacak olsa da, Zümrüt yeni yalnızlığını, yeni üzüntülerini, yeni zorluklarını bilerek seçmişti. Kendi seçmişti. Çünkü değerdi. İnandığına değerdi. İnancı her şeyden, herkesten daha değerliydi. Üstündü. Öyleydi. Biliyordu. İnanıyordu.

Diğer yandan burada kalıp, ondan istenileni yapmayacağından da çok emindi.

Hem sonra; inanmak neydi? "Ben kimim?" sorusunun cevabı neydi? Zümrüt kimdi? Ne için yaşıyordu?
11 Temmuz 1997

"Zümrüt... O sana yeter..."

Tüm sorular aynı cevaba çıkıyordu. Tüm sevgileri, tüm hayalleri, tüm istekleri, okuduğu bildiği her şey, kendine dair benimsediği özümsediği her şey... Her şey tek cevaba çıkıyordu...

O kadar emindi ki inancından, o kadar emindi ki inanan Zümrüt'ten, kararını verdiğinde etini kessinlerdi, kanını akıtsınlardı, inceden bir ah bile etmezdi.

Ilık bir Temmuz akşamında, Zümrüt günlüğünün sayfalarını geriye doğru karıştırdı. Yatağından kalktı, hole gitti. Aynanın önündeki telefon pusuda bekleyen bir hayvan gibi göründü gözüne. Soğuk ve öldürmeye hazır. Önce aynada kendisine baktı. Sonra elindeki kâğıda kaydı gözleri. Ahizeyi aldı ve numarayı çevirdi. Uzun uzun çalan telefonun açılmayacağını düşündüğü anda, çok derinden de olsa bir ses geldi kulağına…

BİZE ULAŞIN