Ekrem Demirli: Arzu gücü ile akıl arasında insan: Reddederek özgürleşmek

Arzu gücü ile akıl arasında insan: Reddederek özgürleşmek
Giriş Tarihi: 26.3.2019 16:12 Son Güncelleme: 27.3.2019 15:55
İnsan arzularının peşinde koşar, arzuları tarafından sevk edilir, arzularına ulaştığında mutluluk, engellendiğinde de mutsuzluk ve moral bozukluğuyla başka bir alana savrulur; ama yaşadığı sürece vazgeçmez.

Hayatın ve dünyanın geçici olduğundan tereddüt etmeyiz; doğan herkes ölür, her şey ve her iş biter, gün gelir evren de sona erer. Edebiyat, sanat, yüksek düşünce ve din bize geçiciliği anlatırken insan fanilikten duyduğu korku ve endişeyi yansıtır ürünlerine. Düşünmek anlamındaki 'endişe' kelimesinin bu hüzün ve korkuyu kendinde barındırması insanın bu trajik durumunu anlatır. "Bir gün gelecek bitecek" düşüncesiyle yaşamak, en büyük hazları yaşarken bile içimizde derin ve aşılmaz bir ukde bırakır, tadımız kaçar. Bardağın dolu tarafını görmeye kendimizi ne kadar zorlasak da gözümüzün önünde duran boş tarafı mutluluklarımızı kadük bırakır.

Hz. Peygamber ölümü "ağız tadını kaçıran" diye niteler. Bir tasavvuf deyiminde; "gelirler bir-bir, giderler bir-bir, geride kalır bir" denilir, geçicilik ve fena âleminde yaya insanın serüvenini ve Hakk'ın bekasını anlatır deyim. Herkes yalnız gelir dünyaya, bir birey olarak çekilir gider âlemden; bu hengâme esnasında hiçbir izdiham yaşanmaz, kimse ötekinin önünü kesmez veya önüne geçmez. Herkes yerini doldurmaya gelir, bundan razı olsa da olmasa da o yerde yaşar, giderken kendi yerine gelir. Ölüm ve doğum kadar bireysel bir işimiz olamaz herhalde; belki de bütün sosyallik duygumuz bu yalnızlığın üzerimizdeki etkisini azaltmak arzusundan başka bir şey değildir.

Her birimiz gidici olduğumuzu bilerek yaşarız; bilmediğimiz, ölümden sonra ne olacağımızdır. Felsefe veya bilim bize ölüm sonrası hakkında hiç bir şey söylemez; ne geçmişte ne şimdi veya gelecekte felsefeden bu konuda bir bilgi sahibi olabileceğiz. Bu konuda bize kim ne anlatırsa bir umudu beslemek üzere konuşacaktır veya daha "gerçekçi" bir üslupla yokluktan söz edecektir. Hayatın sonrası hakkında bize bilgi verebilen sadece dindir. Bir dini, felsefeden ayrıştıran en önemli fark burada ortaya çıkar: Öte dünya hakkında verdiği bilgi ve inanç! Allah bir peygamber gönderir; peygamber de bize, "ölümlü" olduğunu bildiğimiz hayatın ardını ve önünü "görür gibi" tasvir eder. Biz de bu anlatılanlar ve kendi bildiklerimiz hakkında savruluruz. Bir kısmımız öte hakkındaki bilgiye ulaşmanın sorumluluğunu üstlenir, hayatımızı değiştiririz, bir kısmımız ise ilk hâlinde kalmayı sürdürür.

Biz dinden söz ederken bir mebde ve mead bilgisi, yani insanın evrendeki serüveninin başını ve sonunu bilenin gönderdiği bir bilgi şeklinde onu tasviri severiz. Bununla beraber dinin bize başlangıç hakkında verdiği bilgileri biz zaten akıl ile öğreniriz. Her insan, âlemin bir zaman içinde var olduğunu, şöyle veya böyle tasavvur edilen bir var ediciye dayandığını veya en azından içinden onu aşan bir nizamda olduğunu bilir. Filozofların bu konudaki kanaatlerinin "akıl" bilgisi olduğunu düşünürüz ve bunda tereddüt duymayız. Tanrı'nın varlığının bilinmesi sadece Tanrı hakkında bir bilgi değildir; bu bilgi aynı zamanda dünyanın fani ve mümkün olduğunu bilmek anlamına da gelerek ilk hissiyatımızı kesin önermelere dönüştürür.

Din de bize bilginin bu kısmını böyle anlatır: Âlem mümkün bir varlık olarak zamanda var edildi, sürekli bir değişim ve tebdil içinde bir hâlden ötekine geçer; âlem kadim olmadığı gibi ezeli de değildir. Onu var eden ise ebedi ve ezeli Allah'tır. Buraya kadar din ile felsefeler arasında bir çelişki olmaz; çelişkiyi yaratan mead, yani hayatın sonu hakkında dinin getirdiği bilgilerde ortaya çıkar. Din ölüm sonrasından söz etmeye başladığında evrenin başı hakkındaki bilgimiz kadar insanın bu serüvendeki durumu da değişir. Bu "ukba" veya öte hayat bilgisi iki durum ortaya çıkartarak dini din kılar: Birincisi başlangıç ve ilke hakkındaki bilgimizi değiştirerek belirsiz bir ilke şeklinde tasavvur ettiğimiz bilgi veya inançtan Tanrı'ya inanç ile yükümlü kılar. Bu ilk aşama dinde "Her şey Allah'tandır" veya "Allah her şeyin yaratanıdır" ilkesiyle izah edilir. İkincisi de insan bu hayatı ya da gideceği hayatı tanzim eden bir ilke ortaya çıkartır: Bu ise hayatı bir maksada göre yaşamak demektir.

İçimizdeki varlık tutkusu

Gelecek hakkındaki tereddüt ve endişeler bizde kaygı hâlini ortaya çıkarırken var olmanın verdiği tutku arzuların kaynağıdır. Gelecek hakkındaki kaygılarımız ne ölçüde güçlü ise içinde yaşadığımız an hakkındaki savrulmalar da o ölçüde etkili hâle gelir. Bu itibarla hayatımızı yönlendiren iki temel saik vardır: Birincisi yaşama arzu ve var olma tutkusundan ortaya çıkan mücadele, hareket ve var olma talebimizdir. Her bir insan hatta var olan tutkuyla hayata bağlanır, var olma sevdasıyla tutunmaya çalışır. Normal şartlar dâhilinde var olma tutkumuzdan daha güçlü bir saikimiz yoktur.

İbnü'l-Arabi insanı yönlendiren ve onu harekete geçiren en güçlü duygu arzu duygusudur dediğinde hiçbirimiz yeni bir şey öğrenmiş olmayız. Hepimiz arzu gücünün bizi yönlendirdiğini ve bize hâkim olduğunu biliriz; her insan "kendi hakkında basiret sahibidir" ve bedihi bir bilgiyle bizi neyin yönlendirdiğini biliriz. İnsan arzularının peşinde koşar, arzuları tarafından sevk edilir, arzularına ulaştığında mutluluk, engellendiğinde de mutsuzluk ve moral bozukluğuyla başka bir alana savrulur ama yaşadığı sürece vazgeçmez. İbnü'l-Arabi bunu "hareket sevgiden kaynaklanır" sözüyle açıklar. Bizi harekete geçiren içimizde saklı varlık tutkusu ve varlıkta kalma sevdasından başka bir şey olamaz. Ölümden kaçan insan bile, korktuğu için değil, o korkunun perdelediği "yaşama tutkusu" sebebiyle harekete geçer ve hayata koşar.


Her insan, âlemin bir zaman içinde var olduğunu, şöyle veya böyle tasavvur edilen bir var ediciye dayandığını veya en azından onu aşan bir nizamda olduğunu içinden bilir.


İbnü'l-Arabi bunun ardından "arzu gücümüz olmadan, Allah'a ibadet bile etmeyiz" dediğinde yeni bir şey öğrendik ve heva gücünün imkânı hakkında endişe duyabileceğimiz bir bilgiye ulaştık. Çünkü bütün dinlerde ve ahlak öğretilerinde heva gücü kötülük ve şerrin kaynağı olarak görülmüştür. Bu itibarla hemen bütün geleneklerde heva gücü içimizdeki şeytan olarak kabul edilir ve dışarıdan bir etkiyle harekete geçse bile bizatihi kendisi yeterince kötüdür. İbnü'l-Arabi heva gücü ibadetin de sebebidir ve "ulûhiyet tahtında hevayı oturur buldum" dediğinde bu sözleri en ileri dereceye ulaşır.

Heva gücü yemek, içmek, cinsellik gibi hayvani duygularımıza verdiğimiz genel isimdir. Daha doğrusu bu gücümüz söz konusu eylemlerle varlığını sürdürür. Bunlar kendi ihtiyaçları karşılayana kadar bizi sevk eder ve bizi yönlendirirler. Söz konusu fiil ve niteliklerin "hayvani" diye nitelendirilmesi bir tahkir değildir; hayat ve yaşamak ile ilgili olmaları sebebiyle böyle isimlendirilmişlerdir. Her birimiz bu duyguların tatmin edilmesiyle yaşar ve hayata tutunuruz. Lakin insan aklının teşekkülüyle birlikte "hayvani" olan ikincilleşerek bir alt kategoriye iner. Bu durumda hayvani nitelemesi insanı tarif eden bir anlam olmaktan çıkarak insanın kendisini kontrol etmesi gereken nitelikler hâline gelir. Biz söz konusu niteliklerle varlığımızı koruruz ancak sadece onları karşılamakla ve yerine getirmekle "insan" olamayız. İnsan olabilmemiz akıl dediğimiz daha üst bir kabiliyetin bizde ortaya çıkmasıyla mümkündür. Akıl ise daha önce sayesinde var olduğumuz niteliklerle bazen çatışarak bazen uzlaşarak fakat her durumda arada bir gerilim bulunarak ortaya çıkar.

Redderek var olmak

İnsan "düşünen canlı" diye tarif edilir. Bu, gerçekte insanın kendisi hakkında ulaşabildiği en nihai ve kesin açıklamadır. İnsana dair hemen bütün önermeler bu cümlenin parçaları olabilir. Bununla birlikte "insan düşünen canlıdır" önermesinin izahında ittifak etmek her zaman mümkün değildir. Çünkü akıl ve düşünmenin kendisi hakkındaki belirsizlik tarifin bütünü hakkında bizi müphem bir noktaya düşürür. Tarifin farklı yorumları insanlık düşüncesindeki gelişim seyrini takip etmemizi mümkün kılar. Belki de bir tabir üzerinden bütün insanlık düşüncesinin seyrini görmek mümkündür: Platon'un idealar düşüncesinden insan ve onun akletmesi hakkındaki tasavvurumuz farklı görüneceği gibi Aristoteles veya sonraki şarihlerinde ve Müslüman düşünürlerde de durum farklılık arz edecektir. Modern dünyada ise iş tamamen değişecektir. Meselenin ayrıntısı bir yana, "düşünen canlı" kadim zamanlardan beri ihtiyaçlarımızı aşan bir ruhumuz olduğu iddiasıyla irtibatlı bir düşünceler kümesidir. Bu durumda insan üzerine her konuşma onun yaşadığı hayatı aşan ve ona sığmayan bir yönü olduğunu hesaba katarak yapılır. Üstelik insanın bu hayatı aşan kısmı genellikle dünyanın bir parçası olan kısmının arzu ve istekleriyle çelişir, onunla çatışır, ona direnir; genellikle de ona rağmen ortaya çıkar.

Dinî hayat kadar ahlak da bu çatışmanın bir neticesi olarak ortaya çıktı. Çünkü ahlak, hayati arzularımız (hayvani olan) ile aklımız arasındaki çelişkilerde arzuları sınırlamak ve kontrol altında tutmak ilkesine dayandı. Üstelik insan özgürlüğü de böyle tanımlandı. İnsanın özgürlüğü arzularının peşinden giderek değil, arzuları ile akıl arasında bir yabancılık ve gerilim düşünürsek, arzularına direnirse ulaşabileceği bir kemal hâlidir. Başka bir anlatımla özgürlük yaparak ve uyarak değil, direnerek ve reddederek var olacağımız bir kemal hâlidir. Hürriyeti böyle bir kemal hâli sayanlar dünyaya bir oyun ve eğlence yeri olarak bakarak dünya ile oynamayı hayatın anlamı saydılar; ötekiler ise yani akla karşı arzuları tercih edenler için ise dünya hayatı var olabileceğimiz tek yer olarak bir oyun ve eğlenceden ibarettir dediler.

BİZE ULAŞIN