Hakkı Öcal: Türküm, doğruyum ama ben neyim?

Türküm, doğruyum ama ben neyim?
Giriş Tarihi: 25.11.2018 13:33 Son Güncelleme: 25.11.2018 13:33
Nice allameleri, nice profesörleri, nice okur-yazarı bir gecede okunmaz-yazmaz hale getirirsen...

Yıllar-yıllar önceydi... Samuel P. Huntington'ın Medeniyetler Çatışması dersinin ardından başlattığı "Biz Kimiz?" başlıklı seminerini alma fırsatım olmuştu. Dediler ki "Bu Hoca bu seminerleri belirli bir konuyu oluşturmak için yapar. Sonra da bu konuda bir kitap yazar!"

Medeniyetler Çatışması seminerleri nerede ise 5 yıl sürmüş ve Huntington 1992'de konferans, dergi makalesi derken kitabı bitirebilmişti. Derlerdi ki "Daha da bitiremezdi ama eski öğrencisi Francis Fukuyama'ya dua etsin." Medeniyetler Çatışması seminerlerine katılmış olan Fukuyama, eski hocasının derslerdeki tezlerini çürüten bir kitabı birkaç yıl önce yayınlamış ve Huntington'ın tersine, ideoloji çağının bittiğini ve dolayısıyla artık insanların savaşmayacağını ilan etmişti. Oysa Huntington, "Medeniyet" denilen şeyin aslında sadece dine dayanan bir süreç olduğuna ikna olmuştu ve modern zamanlarda dinin mutlak gerçek saydığı şeylere karşı koyanların en kıyıcı savaşlara girişebildiklerine ilişkin örnekler bulunduğunu öne sürüyordu. Aslında, Taliban veya El Kaide'den çok Amerika'nın NeoConları, Evanjelistleri ve bilumum Yeniden Doğmuş Hıristiyanları bu tezin doğruluğunu kanıtladılar ama bu taraft an kimse çıkıp da "İslamik Terör" mukabili "Hıristiyanik Terör" diye bir terim icat etmediği için Medeniyetler Çatışması'nın kaynağı biraz kim vurduya gitti.

Neyse konumuz bu değil; konumuz Huntington'ın "Biz Kimiz?" başlıklı semineri. Seminerin düzeni şöyleydi: Huntington her haft a bir insan topluluğu özelliği ortaya atar ve seminere katılan bütün uluslararası öğrenciler, içinden geldikleri veya temsil ettiklerini sandıkları bir milletin, o özellik çerçevesinde enineboyuna irdelemesini yapardı. Öğretme yöntemi açısından çok enteresandı çünkü hangi derste hangi toplumsal özelliğin ele alınacağı belli olmadığı için genç akademisyenlerin bir konudaki bilgilerini bilimsel bir düzen içinde sunma yeteneklerini ortaya koymaları yani bilgi mimarisi denen şeye ne kadar vakıf olduklarını göstermeleri gerekiyordu. İlk turdan sonra herkes hakkında bilgisi olduğu bir başka ülke veya o sırada sunumu yapılan millet için söylenen argümanlar açısında bir kritik yaparak bir akademisyende olması gereken rasyonel becerilere ne ölçüde sahip olduğunu da ortaya koyardı.

Sam (birinci dersten sonra, hoca dâhil herkes birbirine adıyla hitap etmeye başlamıştı) bazen devreye girerek ortaya atılan bir argümanın veya eleştirinin içindeki tutarsızlığa, hayattaki gerçeklerle çeliştiğini sandığı noktalara işaret ederdi.

Dersin akış planına bir örnek vermek isterim. Diyelim ki Sam, toplumların iç işlevlerinden biri olarak yardımseverliği anlatıyor. Sosyal bir fonksiyon olarak yardımlaşma nasıl başlamıştır? Yardımlaşma kurumları nelerdir? Bireyler bu kurumlara veya bireysel olarak bir yardımlaşma işlevine nasıl katılırlar. Bu çerçeveyi çizen 10 dakikalık bir sunumdan sonra siz söz alıyorsunuz ve başlıyorsunuz temsil ettiğiniz milletin ne kadar yardımsever veya yardımsevmez olduğunu anlatmaya. "İşte ben Kanadalı olarak istediğim anda bir yardım kuruluşuna katılabilirim. Çünkü Kanada milleti yardımlaşmayı şöyle organize etmiştir, böyle organize etmiştir" filan. Oradan birisi söz alıyor: "Kanadalı derken kimi kastediyorsun? İngilizce konuşanları mı? Fransızca konuşanları mı? Yoksa yerli halkı mı?" Sen devam ediyorsun, "Her iki millet de bu bakımdan aynıdır ve saire..." Başka biri, muhtemelen Sam, sözünü kesiyor: "İyi ama bugüne kadar Kanadalı diye bir millet çiziyordun. Şimdi birden bunlar İngilizler, Fransızlar olarak ikiye ayrıldı." Tartışma dönüyor çok milletli ülkelere. Bunlar ne kadar kaynaşmıştır? Hangi özellikleri bunları kaynaştırıyor? Hangi özellikleri her birinin ayrı bir milliyeti sürdürmesine sebep oluyor?

Bu tartışmalar bazen Harvard Üniversitesi'nin bir sınıfında ne kadar milletler çatışmasına yol açabilirse o kadar ama kesinlikle sert ve seslerin yükselebildiği münazaralara, atışmalara -tabirimi hoş görün- laf sokuşturmalara kadar giderdi. Böyle hararetin arttığı hâllerde, Huntington arayı soğutmaya hiç çaba göstermeden ama kabalığa da izin vermeden tartışmanın sürmesini sağlardı.

Ee, ne demişler? "Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar." Fikirler çarpışacak ki gerçek şimşeği ortalığı aydınlatsın.

Böyle müsademenin bol olduğu durumlarda size söz sırası kalmaz ise boşuna sevinmezdiniz çünkü Sam tartışmayı kaldığı yerden aynı şiddetle yeniden başlatmayı ve söz almamış olan diğer ulusları da tartışmanın içine çekmeyi başarırdı. Bu da tabii şu kadar yıllık bir öğretmenliğin getirdiği edinim, kazanım olmalı.

Türksem, ne olarak Türküm?

Sınıft a benden başka, TRT'de İsmail Cem'in Genel Müdürlüğü'nde yardımcısı ve başyönetmeni olarak görev yapmış Mustafa Gürsel vardı. Gerçi TRT'deki bu görev 500 gün sürmüştü ama İsmail Cem'den Haluk Şahin'e, TRT'yi yoktan inşa eden ve 500 yıllık yorulan bu ekip Harvard'da Niemann Vakfı'nın bursu ile bulunuyordu. Mustafa'nın sınıft a "senin milletin-benim milletim" diye tartışmalara girecek hâli yoktu. (Ülkeye döndükten ve çeşitli iletişim okullarında epey görev yaptıktan sonra 1997'de elim bir ev kazasında hayatını kaybetti.) Dolayısıyla Türk milletini temsil etme ve onun toplumsal özelliklerini söyleme görevi bana düşmüştü. Sınıft a Kuzey Afrikalı ve Güney Doğu Asyalı çok sayıda genç de vardı. Hemen hepsi doktora-sonrası çalışmaları için oradaydılar. Yani ateş gibi çocuklar. Ben ne zaman "Türklerin şu özelliği, bu güzelliği…" diye lafa başlasam, onlardan biri-ikisi, bazen hepsi atılır ve bunun kendi uluslarında çok daha iyi veya çok daha etkili, çok daha verimli düzenlendiğini, icra sırasında çok daha farklı kanalların harekete geçirilerek işleyişin kolaylaştırıldığını vs. anlatırlar, anlatırlar ve Türk milletinin bu aciz ve yeteneksiz temsilcisi, Harvard öğrenci camiası içinde Türk kökenli kardeşlerini arar, bulduklarının Kürt mü, Çerkez mi, Laz mı olduğuyla ilgilenmez, onlara sorular sorarak gelecek haft a milletin namını kurtaracak bilgiler edinme gayretine düşerdi.

Artık dökme suyla değirmen ne kadar dönerse! Ne var ki yarıyıl ilerledikçe ortaya benim değil öğrencilerden, kitaplardan, hatta telefonlar açarak İstanbul'dan aldığım destekler yetmemeye başlayınca dikkatimi bir şey çekti: Bu Kuzey Afrikalı, Güney Doğu Asyalı biraderlerimin ısrarları karşısında derlediğim ve geliştirdiğim argümanlar, tezler dönüp dolaşıp bir şeye raci oluyordu: "E birader, o sizde de öyle çünkü siz de Müslümansınız..."

Bu "karşı tez" artık o kadar çok kullanılır oldu ki, sözüm kesilmesin diye veya "Filanca millet olarak biz bu konuda Türklerden daha iyiyiz…" lafından kurtulayım diye, ben savunmamı "Bir Müslüman halk olarak, filanca konuda, biz Türkler…" girizgâhı ile yapar oldum. Tartışmalar ilerledikçe "Biz Türkler…" yerini "Diğer Müslüman milletler gibi biz Türkler..." tanımlamasına bıraktı.

Ama Huntington benim yakamı bırakmadı; "Hakkı," dedi "Farkında mısın artık Türk milletinden değil, Müslüman milletinden söz ediyor ve bize onu anlatıyorsun."

Farkında olmaz mıyım hocam! Ah, olmaz mıyım?

"Ben bir Türk'üm dinim, cinsim uludur / Sinem, özüm ateş ile doludur" şiirini okuduk, aklımızda sadece "Ben bir Türk'üm" kaldı, "dinim ve cinsim" bölümleri, kafiyeye hazırlık gibi unutuldu gitti. Ben bir Türk'sem, ne olarak Türk'üm?" diye soranımız bile olmadı ve sorunlara verilecek cevap, bir ret ve inkâr siyasetinin, vesayetçi-camiacı, bireyciliği reddeden nakaratı idi:

"Doğruyum, çalışkanım, büyüklerimi severim, küçüklerimi sayarım." Aslında varlığım filan da yoktur; onu çoktan camiaya armağan ettim. Zaten sen, ben yokuz; sadece biz varız. Ben, biz olmadan bir şey değildim. Eğer bugün bir şeysem bunu ben bana değil, ilahî bir ihsana da değil, sadece biz denen küllî kavrama borçluyum. Bırak Buğra Hanları, obaları. Göklerdeki Türkleri, bana sadece camiadan haber ver. Biz denen kolektif içinde, bir arı kovanındaki birey bile benden kişiliklidir; çünkü o benim gibi vazifesini yaparken gözlerini kapatmaz; tersine daha çok açar.

Türk'sün, pekiii, ama nesin?

Farkında olmaz mıyım Sam! Nasıl olmam! İşte en ufak bir sosyal organizasyon, en sıradan sosyal fonksiyon, hazırlıkta, düzenlemede, icrada nasıl bana, bana asıl şeklimi kazandıran unsura, dine geliyor. Bunu görmemek mümkün mü?

Mümkün tabii. Şöyle ki; hiçbir sosyal hazırlık aşamasına gerek görmeden, Osmanlı yerine yeni bir ulusa, üstelik hukukî veya anayasal bir tanım olarak değil, "kafatasının en geniş transvers kutrunun uçlarından her biri… şu kadar … desimetre olan bir ırk" için referans kelime olarak kullandığın zaman sebep olduğun fakirliğin bir başka boyutu olarak nice allameleri, nice profesörleri, nice okur-yazarı bir gecede okumaz-yazmaz hâle getirirsen… Onlara yeni bir "hars" kazandırmak için, yeni bir tarih, yeni bir uygarlık kazandırmak üzere enstitüler açarsan, işte ne güzel ortaya bir "şey" çıkarırsın. Bununla övünmek için şiirler yazdırırsın;
destanlar icat edersin, ama elinde Turkish Delight misali, lokum benzeri, kâğıt helvayı andıran bir yokluk kalır.

Havaalanlarımızda ve limanlarımızda ülkemizden ayrılanların, ülkelerine vardıklarında bizi hatırlamaları için yanlarında götürmelerini istediğimiz emtiaya bir bakar mısınız?

Tabii bu seminerden sonra Samuel Huntington büyük bir kitap yazdı ve başta kendi milleti Amerikalılar olmak üzere Batı medeniyetine dâhil milletlerin kim olduklarını irdeledi: Biz Kimiz?

Kitabın genel cevabı; "Biz, Amerikalılar, Kanadalılar, Meksikalılar, Uruguaylılar, Paraguaylılar, biz üst-kimliğimizle ortağız: Biz Hıristiyan'ız, biz Batılıyız."

Seminerin amacı da buydu zaten: Milliyeti teyiden, üst kimliği ortaya çıkartmak. Milliyeti anlayarak, oradan meta-aidiyeti bulmak! Türk'sün, pekiii, ama nesin?

Ben de bu doktora sonrası çalışmadan ülkeye döndükten sonra, kafamı iki elimin arasına alıp varoluşsal ikinci tefekkürümü yaptım. Birincisi "Ben gazeteci miyim, solcu muyum?" sorusuna cevap arıyordu.

Bu ikinci iç-münazara, bugün hâlâ cevap aradığımız sorunun cevabını veriyordu: Ben milliyet itibariyle Türküm, üst-kimliğim itibariyle Müslümanım. Doğruluğum, çalışkanlığım, büyüklerimi saymam ve küçükleri sevmem ne kadar önemli ise bir camia içinde erimiş değilim. Bireyim, tekim; ferdim. Aklım var; fikrim var. Benliğim var. Çünkü ben Türklük harsından daha çok sarıp sarmalayan ve şekillendiren ve bilinçlendiren bir uygarlığın üyesiyim.

BİZE ULAŞIN