Ahmet Edip Başaran: Gelecekteki geçmişin gölgesinde

Gelecekteki geçmişin gölgesinde
Giriş Tarihi: 21.9.2018 15:02 Son Güncelleme: 21.9.2018 15:08
Bazen geçmişle o kadar dolarız ki, kendimize geçmişin içinde muhayyel gelecekler inşa ederiz. Geçmişin içinde olduğu için artık asla gerçekleşmeyecek gelecekler... Şimdi, avuçlarımızın içinden bir kum tanesi gibi kayar gider. Zaman, elinde bir ölüm davetiyesiyle dolaşan korkusuz cengâver... Kim kaçabilmiş ondan ki biz kaçabilelim? Yüreği sonsuzluk düşleriyle çatlayan büyük dehalar bile direnememiş o devasa değirmene. Önüne gelen ne varsa silmiş süpürmüş. Koca koca çağ ciltlerine baktığımızda un ufak olmuş kemik yığınlarından, tozdan, topraktan başka ne kalmış geriye? Bir hiç! Bir insanı bir başka insana eşitleyen o ilahî adalet ilkin zamanla tecelli etmiş. Zamanı alt eden, ölümü alt eden bir pehlivan yok. İnsanın kaderi doğmaktan ve ölmekten ibaret... Sadece bu iki kelime ve arasında kalan o kesik çizgi. Hepimiz içimizde saklı kalmış o ilahî üçlemeyle göçüp gidiyoruz dünyadan: Geçmiş, şimdi, gelecek… Geçmiş bir sanrı, şimdi bir hayal, gelecek bir narkoz… Bir mezar taşı kitabesi kadar sessiz, bir mezar taşı kitabesi kadar "canlı" ne var şu âlemde. Meçhule kanat çırpan bir muammanın alevi. Kim söndürebilmiş bu alevi? Hiç kimse!

Ne garip bir keder ki, dönüp dolaşıp o meşum kelimenin can yakıcı susuzluğunda gelip konaklıyoruz hep: Sonsuzluk. Oğuz Atay'ı dinleyecek olursak, sonsuzluk sadece Allah'ın dayanabileceği bir sınır. İnsan o sınırı geçemez çünkü insanın zamanla mukayyet bir zihni var. Ötesi yok! Geçmişi, geleceği, şimdiyi zihnimizde aklileştiren bir zaman çizelgesi var. Bu çizelge çoğumuz öyle sansak da düz bir çizgide uygun adım yürümez. Zikzaklar çizer, döner durur, bir dairenin içinde mütemadiyen dolaştırır insanı. "Kronoloji aptalların tarihidir" diyordu Cemil Meriç. Her baktığı yerde cetvel gibi dümdüz bir bilimsellik arayanlar için biçilmiş bir kaftan kronoloji. Çünkü her tarif aynı zamanda bir tahriftir. Zamanı parçalayıp bölen bir zihinle sadece zamanı yani vakti yaralarsınız. Yaralanmış bir zamanla neyi, nereyi fethedecek insan? Geleceği mi? Peki…

Ne zaman gelecekten söz açılsa, geçmişi, şimdiyi, dolayısıyla zamanı düşünürüm. Elinde şık bir ölüm davetiyesiyle dolaşan zaman… Fatih türbedarı Ahmed Amiş Efendi'nin her okuduğumda içimi ürperten bir cümlesi vardır, zaman bahsinde hep o cümleyi hatırlarım: "Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur." Kaderin ince çizgilerini harikulâde bir hikmetle taçlandıran bu cümle, bizim geçmişe ve geleceğe atfettiğimiz anlamları yıkıp yeniden kurmaya azmettirecek derinlikte değil mi sizce de? Şöyle bir kadercilik konforundan söz etmediğimizi, bilmem açıklamaya gerek var mı: "Madem, her şey olup bitmiş hatta olacak olanlar bile olup bitmiş, öyleyse yan gelip yatalım, her şeyi boş verelim."

Hayır, bilakis tam tersi! Sezai Karakoç'un Sessiz Müzik şiirindeki dizeleriyle söyleyecek olursak; "Bu dünyada olup bitenlerin /Olup bitmemiş olması için/Ne yapıyorsun" İnsan hem sözüyle hem eylemiyle yaratılmış. Yani iradesiyle. Bununla birlikte zaman da bir mahlûktur. Tıpkı insan gibi o da yaratılmıştır. Allah Resulü'nün risâletiyle birlikte döne döne devrini tamamlayan o ezeli zaman bilinciyle âleme bakarsak şayet; evet, olacak olan da olmuştur. Sonsuzun kapılarına açılan o ilahî bilgelik bizim kaldırabileceğimiz bir sıklet değil.

Geçmişteki gelecek, gelecekteki geçmiş

Bir zaman, sınıfta talebelere "Gelecekteki geçmişe ne denir?" sorusunu yönelttiğimde aldığım cevaplar, muhayyilemizin zamanın çelik pençeleriyle nasıl da kıskıvrak bağlı olduğunu örnekliyordu. İlginç cevaplar gelmişti ama kendimce aradığım cevap yoktu bunların içinde. Soruyu sorarken, genç zihinlerde zamana dair bazı kavrayış ve sorgulama sahaları açmaktan başka amacım yoktu elbette. Gençlerin kendi zihinleriyle kurdukları kurtarılmış bölgeler… Bu özerk veya bağımsız bölgelerin öncelikle bir zaman kavramına sahip olması gerek. Kavramları kendinize ait kılarsanız yaşadığınız hayatı da kendiniz kılmış olursunuz.

Peki, benim aradığım cevap neydi? Doğrusu net bir cevabı yoktu bu sorunun ama içimden bir ses bu soruya verilecek belki de en mantıklı cevabın "ömür" olacağını fısıldıyordu. Hangi sorunun düpedüz net, yalın bir cevabı var ki? Ömür geçmişi, şimdiyi, geleceği derleyip toparlayıp avuçlarımıza bırakan o efsunlu kelime değil miydi hem? Ömür geçmiş, ömür şimdi, ömür gelecek… Ömür, doğduğu gün ölümü de dünyaya gelen insanın ta kendisidir aslında. Nasıl geçmiş ve gelecek varsa geçmişte bir gelecek, gelecekte de bir geçmiş var. Zaman bir bumerang... Nereye atarsanız atın yine size dönecektir.

Geleceği yani zamanı kurcalayan bu yazının başlarında şöyle bir cümle var, onu biraz açmak gerekiyor sanırım: Geçmiş bir sanrı, şimdi bir hayal, gelecek bir narkoz. Hiç şüphesiz çok farklı ruh halleriyle çeşitlendirebiliriz bu ifadeleri. Geçmiş bir sanrı olduğu kadar bir özlemdir de. Şimdi hayalin ötesinde bir gerçeğe dönüşebilir. Gelecek narkozdan uyanışa, hiç el değmemiş umutlara gebedir. Geçmişe veya şimdiye dair belirlemeler kendi bünyelerinde bir farklılığa dönüşebilir. Yaşanmış olan ve yaşanmakta olan, artık tasarlanması ve kurgulanması için çok geç kalınmış zaman dilimlerine tekabül eder çünkü. İsteseniz de geriye saramazsınız artık makarayı. Film çekilebildiği kadar çekilmiştir. Mühim olan şudur: Peki bundan sonra ne olacak? İşte, geleceği bütün bir insanlık için nerdeyse ortak bir hissiyatta buluşturan ruh bu sırda saklıdır: Umut. Çünkü gelecek henüz yaşanmamış olandır. Bir fırsat… Bir günahlardan arınma ümidi… Bir bekleyiş susuzluğu… Her gün başımızı yastığa koyarken içimizi titreten o beklenti: Daha güzel bir sabaha uyanacak olmanın umudu. İnsan hep bu umutla yaşamaz mı zaten?

Umudu ters yüz eden ruh hâlleriyle de karşılaşabilir insan. Bazen geçmişle o kadar dolarız ki, kendimize geçmişin içinde muhayyel gelecekler inşa ederiz. Geçmişin içinde olduğu için artık asla gerçekleşmeyecek gelecekler... Şimdi, avuçlarımızın içinden bir kum tanesi gibi kayar gider. Geçmişte mahpus kalırız. Hani dinlerken durmaksızın bir uçurumdan aşağıya düşme hissi veren şarkılar vardır, onun gibi. Geçmişte o muhayyel geleceği kurcalarken bir de bakarız ki gelecekteki geçmiş de yitip gitmiş. Yani ömür… Yani demem o ki, bu zaman üçlemesinin ortasında insan ayağını vakte iyi bir şekilde sabitlememişse ömür ellerinden kayar gider. Ariflerin dilinde hayat bulan "ibnü'l vakt" deyişini tam da burada anmak gerek. Vaktin oğlu olursanız geçmiş, şimdi, gelecek o billurdan vaktin içinde eriyip kanınıza karışır.

Geleceğin gözleri

Geçmişin sadece ağzı vardır sanki sürekli konuşur. Her adımınızda onu dinlemek zorunda hissedersiniz kendinizi. Geçmiş konuşur çünkü adına tecrübe dediğimiz sayhalar o çokbilmiş edayla kulaklarınızda uğuldar durur. Paul Thomas Anderson'un Manolya filminde bir replik vardı, kahramanlardan biri film boyunca ne zaman ekranda görünse hep aynı cümleyi söyler: "Ne diyor büyük kitap? Siz geçmişi unutsanız da geçmiş sizi unutmaz!" Bu cümledeki geçmişi gelecekle değiştirmek mümkün mü acaba? Hatırlama eylemi hafızaya, yani geçmişe bağlı bir eylem olarak görünür hep.

Ya gelecek? Gelecek hiç hatırlamaz mı, gelecek konuşmaz mı? Geleceğin bize söyleyeceği, uyarı mahiyetinde bize aktarmak istediği hiçbir cümlesi yok mudur acaba?

Geçmişin kulakları varsa geleceğin de gözleri vardır aslında. İlerideki bir meçhulden bu zamana açılan pencereler vardır. Belki sayılı belki sayısız… Bazen kendimizi o pencerelerden başımızı uzatmış halde şimdiye, geçmişe bakarken buluruz. Bu ben, nasıl bir bendir? Mutlu mudur, mutsuz mudur? Hayata dair hangi umutların neresindedir? Bu ben, geçmişteki ve şimdideki benlerden razı mıdır? Soruların arkası gelmez, her seferinde aynı kıskacın içinde yakalanırız kendimize. Yorgun ve kederli… Gelecek insanı yorar çünkü geleceğin gözlerinin her zaman bizi dört bir yandan gözetlediğini hissederiz. Gelecek günler insanı yorar çünkü yaşananlar değil yaşanacaklar ihtiyarlatır insanı. Söyledikleri değildir insanı yoran, söyleyecekleridir. Yürüdüğümüz yollar yormaz bizi de yürünecek yolların taslağı, krokisi ayaklarımızı sızlatmaya başlar nedense.

Köşe şiirinde Sezai Karakoç, "Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim" der. Geleceğin hem gözleri kara hem zalim insanı kimdir/nedir acaba? Gelecek önüne gelene hediyeler dağıtan bir hayırsever değildir belki de. Veya tam tersi, eline avcuna düşenin olduğu yerde canını alan despot bir zalim de değildir gelecek. Geleceğin gözleri insan gözleri gibi rengârenktir. Mavisi de vardır, karası da. Biz görmek istediklerimizle bakarız, ötesi o bakıştan kaderimize ne düşmüşse onu yaşamaya kalmış. Gelecek umuttur derken bile bir ortak kabulden daha çok, görmek/yaşamak istediğimiz hayata olan bir inançla doluyuzdur. Gelecek her sabah tomur tomur bir tazelikle ufukta doğan güneşe karşı duyduğumuz o gizli aşkın kılcallarında saklıdır.

Her gelecek kelimesinde böylesi bir sabah tazeliği aramamız o doğuşa, o umuda dair içimizde kaynayıp duran özlemden dolayıdır. Çünkü insan sadece geçmişi özlemez, geleceği de özler. Ya da şöyle söyleyelim: İnsan geçmişi özleyebildiği için geleceği de özler.

Ütopyalar ve distopyalar arasında

Gelecek bir duygudur daha çok. Adına umut deriz, bekleyiş mahmurluğu deriz, idealler, beklentiler havada uçuşur. Hemen hemen ortak hissiyatlarda buluşur bütün temenniler. Gelecek bir duygudan çıkıp düşünce olmaya başladığında ise iki uç tasarı belirmeye başlar. İflah olmaz kötümserler ve iflah olmaz iyimserler. Ütopyaların ve distopyaların çıkış noktası da hep o meçhul gelecek imgesidir. Baştan ayağa yazıldıkları zamanın yani o ânın, o hâlin psikolojisiyle dopdoludur bu metinler. Geleceğe dair kurgular, adı üstünde sadece birer kurgudur. Bu metinleri okurken en iyi ile en kötü arasında umarsızca salınır dururuz. Thomas More'un Ütopya'sından, Yevgeni Zamyatin'in Biz'ine, Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sından George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'üne… Orta yol yoktur sanki. Bir tarafta nerdeyse kötülük kavramının olmadığı bir cennet hayali, diğer tarafta adları olmayan sadece rakamlarla çağrılan insanların yaşadığı, büyük biraderlerin insanı sürekli gözetim altında tuttuğu otoriter yönetimler…

Ütopyalarda, distopyalarda vakte mağlup olmuş insanların hezeyanları, heyecanları saklıdır biraz da. Kafalarında sürekli bir gelecek taslağıyla gezen insanlar yaşadıkları andan mutsuz olanlardır daha çok. Baktıkları gelecekte ister umut ister umutsuzluk görsünler, hepsi de o iflah olmaz duyguların içinde pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi dolanır dururlar. Bir hayal kırıklığı ansiklopedisi gibidir hepsi. Ütopyalar bir kaçıştır, mekândan ve zamandan kopuş, bir yangın merdiveni. Peki ya distopyalar? Gelecek yaşadığımız andan daha kötü olacaksa o halde yaşamanın ne anlamı var? Ontolojik buhranların kaynadığı yer tam olarak burası değil midir? İnsanı gelecek umudu yaşatır. Yeni bir gün, yeni bir sabah düşüncesi ortadan kalktığında insanlık ya çıldırır ya da intihar eder. Bir üçüncü yol yoktur.

Ütopyalar ve distopyalar arasında sağlıklı bir gelecek fikrine muhtaçtır insan. Çünkü gelecek aynı zamanda bir başka kavramı karşılar: Kıyamet. İnsanın ölümü ne denli gerçekse dünyanın ölümü de o denli gerçektir. Gelecek kıyamettir bizim için. Bu yüzden kıyamet olduğu kadar kıyamdır da gelecek. Bir duruş, bir hissediş, bir şuur… Bir zaman şuuru… Mekânı kaybeden insan yerini kaybeder, zamanı kaybeden ise vakti. Geleceğin gözleriyle geçmişin sözleri arasında bir altın denge kurmadığımız müddetçe ziyandayız. Geleceğe bakarken bir orta yol bulmakla mükellefiz. Ne iflah olmaz yavan bir umut ne de iflah olmaz kupkuru bir kötülük. Geleceği kuran irade, işte bu orta yolu döşeyen işaret taşlarıyla örülmüştür. Gelecek de tıpkı geçmiş ve şimdi gibi bir kıyamdır. İşaretleri kaybeden geleceği de kaybeder.
BİZE ULAŞIN