Aslışah Sarıtaş: Türkiye'nin meselesi bir PR sorunu değil

Türkiyenin meselesi bir PR sorunu değil
Giriş Tarihi: 12.7.2017 11:16 Son Güncelleme: 19.7.2017 14:53
Aslışah Sarıtaş SAYI:37Temmuz 2017
İlk zamanlar “Görüyor musun New York Times ne yazmış” diye ortalıkta dolaşan birtakım makaleler bugün yerini büyük bir ilgisizliğe bıraktı. İnsanlar ne yaparsak yapalım, Batı’nın gözüne giremeyeceğimizi, bu coğrafyada demokrasi olmuş olmamış Batılıların bununla hiç ilgilenmediklerini, Batı’nın tek umursadığı şeyin kendi çıkarları olduğunu ve dahası bu coğrafyada insanların onar biner ölüyor olmasının Batı tarafından pek de yadırganmadığını anladı artık.

Özellikle son dört senedir, Gezi Parkı sürecinden beri, Batı medyasının Türkiye'ye bakışı düzenli olarak kötüleşti. Önyargılı, saplantılı ve manipülatif bir hal aldı. Türkiye'ye karşı takındıkları tavır, NATO'yu Türkiye'ye müdahale etmeye çağıran bir noktaya kadar vardı hatta. Yakın zamana kadar kendini Batı'ya anlatabildiğinde; "Oh, tamam, oldum ben" diye sevinen Türk bürokratlar, diplomatlar, üniversite hocaları ve gazeteciler için zor bir süreç başlıyordu. Gittikleri toplantılarda karşılarına daha evvel hiç alışık olmadıkları sorular gelecekti artık. Üstelik neredeyse standartlaşmış olan bu sorular dört senedir hiç değişmeyecek, hiç eksilmeyecekti. Bu durum, önce pek çoğunu dehşete düşürdü. Sanki New York Times (NYT)'ı okuyan sadece kendileriymiş, BBC'nin ne dediğini bir tek onlar anlıyormuş gibi; "Bakın uyarıyoruz, Türkiye'nin Batı'daki imajı gittikçe kötüleşiyor, gidişat iyi değil" diye parmak sallayıp durdular. Yaşadıkları ülke ve ait oldukları kimlik sürekli aşağılanıp saldırılara maruz kalırken onlar da böyle bir ülkede yaşamaktan aslında utanç duyduklarını hiç gizlemediler. "Bakın uyarıyoruz" kıvamındaki söylemleri zamanla saf değiştirmelere sebep oldu. Onlar da Batı ile beraber Türkiye'yi hizaya getirecek "son çağrıları" yapmaya başladılar, "kötü gidişattan" duydukları endişe ise dört senedir hiç ama hiç bitmedi.

Peki ne olmuştu da Batı, amansız bir Türkiye aleyhtarlığına dönmüş, cevaplarını hiç beklemeden aynı aptal sorularını tekrar tekrar sıralamaya başlamıştı? Bazıları için bu, bir 'PR' meselesiydi. Evet, belki öyleydi. Türkiye Batı karşısındaki 'PR'ını yıllarca korkak Kemalist hariciyecilere ve daha sonrasında hain FETÖ'cülere bırakmıştı. Bu insanlar kurdukları ikili ilişkiler ve sürekli olarak verdikleri tavizlerle ilişkileri pek ala götürüyorlardı!

Aslında Batı ile olan ilişkilerin bozulması, son dört yıldır Türkiye'nin kendi başına var olma süreciyle yakından ilgili. Meselenin 'PR' la kurtarılamayacak kadar derin olduğunu görmek gerekiyor. Batı ve Türkiye'nin çatışan çıkarları ancak Türkiye'nin Batı karşısında geri adım atması ile çözülebilir, PR çalışması ile değil. Hal böyleyken ilk zamanlar "Görüyor musun NYT ne yazmış" diye ortalıkta dolaşan birtakım makaleler bugün yerini büyük bir ilgisizliğe bıraktı. İnsanlar ne yaparsak yapalım, Batı'nın gözüne giremeyeceğimizi, bu coğrafyada demokrasi olmuş olmamış Batılıların bununla hiç ilgilenmediklerini, Batı'nın tek umursadığı şeyin kendi çıkarları olduğunu ve dahası bu coğrafyada insanların onar biner ölüyor olmasının Batı tarafından pek de yadırganmadığını anladı artık.

Demokrasinin tesisi için insanlar ölebilir!

Biz bizeydik ve başımızın çaresine bakmak zorundaydık. Nitekim öyle de oldu. 15 Temmuz gecesi bıçağın kemiğe dayandığı noktada kendi başımızın çaresine baktık. Onlarca, yüzlerce öldük. Günlerce, aylarca sokakları bekledik. Yine de görülmedik.

15 Temmuz gecesinde Batı tarafından ilk görülen yahut görülmek istenen; köprüde teslim olan askerlere ne yapılacağı, konuştukları ilk mesele ise devlet tarafından açığa alınan kişilerin akıbetinin ne olacağıydı. Batı bütün bu meraklarının nedenini ise bildiğimiz beylik açıklamalarıyla yapıyordu: Demokrasi endişesi.

Batı medyasının 15 Temmuz gecesinde kalkışmanın başarılı olup olmayacağını beklediğine şahit olduk evvela. Bazı medya kuruluşları heyecanlanıp erken davrandıysa da genelde bir sükûnet hâkimdi Batı yakasında. Eğer bu girişim başarılı olsaydı, tıpkı 3 Temmuz 2013'de Mısır'da Mursi'ye karşı gerçekleştirilen darbede olduğu gibi "demokrasinin tesisi" şeklinde değerlendirilecekti muhtemelen. Demokrasinin tahsisi için yüzlerce insanın ölümüne, binlercesinin yaralanmasına göz yumulacaktı.

Gezi kalkışması sırasında TOMA'nın karşısında duran insanlar "romantik modern kahramanlar" olarak değerlendirilirken, tank mermisine karşı sokağa çıkan insanlar radikal İslamcı, aşırı uç, marjinal ve şiddet eğilimli gruplar olarak lanse edilecekti.

İngiliz Mirror gazetesine göre, "Kızgın Türkler komutanı tanktan çıkarıp dövmüşlerdi ve darbenin ardından ülke kaosa gidiyordu…" Ufku dar ve izanı kıt Batı medyası, sosyal medyada takip ettiği sahte hesaplardan aldığı bilgilerle haber yapıyordu. Darbe bertaraf edildikten sonra Boğaz Köprüsü'nde bir askerin boğazının kesildiği haberi yayıldı. Gazetecilik bu ya, yine Daily Mirror gazetesi "Başarısız darbe girişiminden sonra İstanbul Boğaziçi Köprüsü'nde hükümet yanlıları tarafından Türk askerinin kafası kesildi" başlığı ile bir haber yapıverdi hemen. Lakin bu İngiliz gazetesinde o gece yaşanan olaylara ve halkın üzerine ateş açılmasına dair hiçbir şey yayınlanmadı. Böylesi bir haber yapılmasının arkasında FETÖ olduğunu filan düşünmeyin. Batı basınının cehaletini gerçekten küçümsememek gerek. Zira takip ettikleri sınırlı sosyal medya hesabından ve gönderdikleri muhabirlerin "Cihangir Republic"ten aldığı bilgilerle sınırlı Türkiye haberleri genelde…

Türkiye açısından diğerlerine göre daha yansız haber yapan CNBC'nin "Türkiye'nin Erdoğan'ı düşürme çabası başarısız oldu. Pek çok ölü ve yaralı var" başlıklı haberinin içeriğinde insanların sanki sivil çatışmalar sırasında hayatını kaybettiği gibi bir algı oluşturulmaya çalışılmıştı. Darbeci askerlerin faaliyetlerine dair ise üç maymun oracıkta duruyordu.

Batı medyasının cici teröristleri!

Batı'nın darbe girişimini masumlaştırma çabaları sadece FETÖ'cü askerler ile sınırlı kalmadı elbette. Türkiye'de FETÖ ile mücadeleyi etkin bir şekilde yürütmek için alınan Olağanüstü Hal (OHAL) kararı ve darbecilerin gözaltı ve tutukluluk süreleri, Batı basınında insan hakları meselesi gibi ele alınmaya başlandı. OHAL sonrası AB başta olmak üzere Batı kamuoyu, Türkiye'ye hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı duymaya yönelik çağrılar yaparken yaşanan gelişmeleri kaygı verici, alınan önlemleri ise kabul edilemez bulduklarını açıkladılar. Türkiye ile mukayese edildiğinde son derece hafif bir terör tehdidiyle karşı karşıya kalan Fransa'nın altı aylık OHAL kararını iki kere uzatmasına ise diyecek bir sözleri olmadı.

Yıllardır devletin birçok kurumuna sızmış bulunan FETÖ ile mücadele edilirken gözaltına alınan veya tutuklanan kişileri sadece meslekleri üzerinden gördü Batı medyası. Bu algının oluşmasında bilinçsiz bir şekilde, "şu kadar öğretmen açığa alındı" diye haber yapan Türkiye basınının da katkısını unutmamak lazım.

Türkiye için, "Dünyanın en büyük gazeteciler hapishanesi" ifadeleri başlıklara çekilerek raporlar hazırlandı yahut The Guardian'ın haberinde olduğu gibi 1990'dan bu yana en yüksek tutuklu gazeteci sayısı gibi istatistikler vererek Türkiye aleyhine bir dizi haber yayınlandı. Bu gazetecilerin ne yaptıkları, neden içeride olduklarına dair ise herhangi bir detay yoktu yapılan haberlerde. Aslında PKK'ya ve FETÖ'ye hizmet ettikleri ve devletin gizli belgelerini açıkladıkları için tutuklanan bu gazeteciler, Batı medyası tarafından sırf Erdoğan'a muhalif olduklarından ötürü içerdeymiş gibi gösterildi.

Tıpkı DAİŞ'in yeni palazlandığı 2014 yılı boyunca Türkiye DAİŞ'e yardım ediyor diye veryansın ederek terörizme karşı geliştiremedikleri ortak tavrı burada da sürdürdüler. Temmuz 2017 başında Hamburg'da yaşanan G20 protestolarında devletlerin karşılaştıkları benzer sorunlara benzer tepkiler verdiğini gördük fakat tuhaf ki, benzer tepkiler Türkiye tarafından verildiğinde hep bir görmezden gelme durumuyla karşı karşıya kalıyoruz… Sahi, Batı dünyasının yaptığı bu aymazlığın uluslararası alanda terör gruplarının ekmeğine yağ sürmekten öte bir işe yaramadığını görmek bu kadar zor mu?

15 Temmuz'dan sonra geçen bir yılda, Amerika'nın yönetimi değişmesine rağmen, kullanışlı terörist başı Fethullah Gülen'i iade etmemek için direnmesine şahit olduk. Türk heyetleri, bakanlar cumhurbaşkanımız gelip gittiler, deliller sundular, tehlikenin boyutunu anlattılar. Bütün bu iyi niyetli girişimlerin cevabını ise FETÖ başının Guardian ve NYT gibi gazetelerde kaleme aldığı yazılarından okuduk. Nitekim darbe girişiminin ertesi günü Reuters, Gülen'in darbe için yaptığı "tiyatro" açıklamasında Gülen'i "Müslüman din adamı" olarak vurgularken, CNN; "Türkiye'de darbe girişimi ile suçlanan Fetullah Gülen kim?" başlıklı haberiyle Gülen'in oldukça pozitif bir profilini çizmişti. Haberde Gülen, "Hizmet hareketi ile yardımsever, dinler arası diyalog kurmaya çalışan ılımlı bir imam" olarak gösteriliyordu.

Batı için kaybedilen bir kalkışma

Batıdaki söylemler daha ziyade darbe girişimini kendileri kaybetmiş gibi biraz hayal kırıklığı, biraz can sıkıntısı ile gelişiyordu. FETÖ'nün söylemleriyle paralel olarak Batı basınında darbe girişiminin Recep Tayyip Erdoğan'ın lehinde olduğu hatta daha da ileri giderek onun kontrolünde olduğu yönünde haberler de çıkmıştı. Mesela Washington Post'ta yer alan "darbe girişiminin komplo teorileri" konulu haberde; "Darbenin Erdoğan'ın işine yarayacağı" ima ediliyor, darbenin Erdoğan'ın kontrolünde gerçekleştirildiği yönündeki diğer haberlerde ise; "Hitler ile Erdoğan arasında benzerlik" kurulmaya çalışılıyordu. Erdoğan'ın tıpkı Hitler'in Reichstag Yangını sonrasında yaptığı gibi seçilmiş bir diktatör olma adına oluşan durumdan faydalandığı ima ediliyordu. Alman Spiegel dergisi de girişimi; "Erdoğan'ın darbesi" olarak duyurmuştu ve bu süreci diktatörlüğe giden bir adım olarak ilan etmişti.

15 Temmuz'da gerçekleşen halk mücadelesini görmezden gelen Batı, kalkışmayı kaybedilmiş bir darbe olarak görmekten çekinmemişti. The Economist dergisi, Erdoğan'ı sultan olarak sunduğu haberde başarısız olan darbenin Türkiye'nin siyasetini kötüleştireceğini savunmuş, Foxnews ise; "Türkiye'nin son umutları öldü" başlıklı haberinde Erdoğan'ın darbeyi Türkiye'nin İslamlaşmasını hızlandırmak için bir bahane olarak kullanacağını söylemişti.

Aradan geçen bir yılda, Batı medyasında kayda değer bir 15 Temmuz analizi yayınlanmadı. Dahası, yayınlanması için gönderilen pek çok makale de görmezden gelindi. Gülen'in iadesinde bir yol alınamadığı gibi kaçan darbeciler ve FETÖ'nün sivil müntesipleri Batı ülkelerinde rahatça hareket etmeye, okul kurmaya, iş bulmaya, hatta Türkiye'nin düzenlemiş olduğu toplantıları basıp Türkiye'ye tehditler savurmaya başladılar. Batı basını o gün Türkiye halkının F-16'lara, tanklara siper olmasını değil kışlasında olması gereken askerin köprüde ne aradığını sormadan, tutuklanmasını dert edinmişti. Geçen sürede ise FETÖ'cülerin 15 Temmuz gecesi bombaladığı meclisi gezen onlarca Avrupalı siyasetçi ve gazeteciye rağmen Batı'nın ne politikalarında ne de basının da herhangi bir değişiklik oldu. AB Türkiye ile müzakereleri durdurdu, Trump YPG'ye destek vereceğini açıkladı, Alman basını Erdoğan'a karşı kullandığı tehditlerin dozunu artırdı. Uluslararası alanda zor bir dönemden geçen Türkiye'ye en ufak bir tolerans gösterilmedi, aksine daha da üzerine gidildi. Bizler burada olanları bizzat yaşamasaydık neredeyse bir darbe olmadığına bile inanabilirdik. Bu durumdan çıkarılabilecek sonuçlar ise çok basit; Batı basınının bu davranışı dünyanın başka milletlerine ve coğrafyalarına yaptığını da unutmayalım. Başka diller öğrenelim, haber almak için başka kanallar bulalım. Diğer milletlerin gazetecileri ile irtibata geçelim. Bir de artık dünyadaki imajımız neden kötü diye dövünüp durmayı bırakalım. Darbe ile perişan edilmiş Mısır'a sırf Batı basını saldırmıyor diye iyi bir imajı var diyebilir miyiz?

BİZE ULAŞIN