Zeki Bulduk: Kırmızı Kadın: Kandan elbise giymek

Kırmızı Kadın: Kandan elbise giymek
Giriş Tarihi: 3.11.2015 15:39 Son Güncelleme: 3.11.2015 15:47
Zeki Bulduk SAYI:18Kasım 2015
Adı, Yakut. Delirmenin aşk hali. Beklemenin en masum ve sessiz hali. Şahların şehrinde bir peri. Savaşın kalbinde bir yalnız gül. Anlatılanlara göre zengin bir ailenin kızı. Eğitim almış. Kuzeyin zenginlerinden; güneyin fakir bir delikanlısına âşık... Evvelini tam olarak bilen yok. Bilinen ise, beklemeye başladıktan sonra hikâyesi doğuyor. Yakut, beklerken Yakut. Dururken Yakut. Sustuğu yerde Yakut. Gözlerini Firdevsi’nin gözlerine dikip hiçbir zaman gelmeyecek olan sevgilisini beklerken Yakut. Bir ülkeye başkentinden değil, gettolarından, varoşlarından, gecekondularından, ibadethanelerinden, çarşılarından girmek gerektiğini çok önceleri öğrenmiştim. Ama bir ülkeye hangi kapısından girerseniz girin, önyargı kapısından girmişseniz siz o ülkeye girmiş olmazsınız.

İran; İslam devriminin, Şia'nın, kadim Zerdüşt inancının, 2009 yılında muhaliflerin kanlı bir şekilde bastırıldığı, şahların, imamzadelerin ülkesi... Türkiye-İran ilişkilerinin Suriye nedeniyle gerildiği bir zamanda gittim Tahran'a. Tahran; dün ile bugünü yan yana görebileceğiniz hem eski hem de modern bir şehir. Dünyanın bir özeti. Hafız-ı Şirazi'den Sadık Hidayet'e kadar; Çin malı ürünlerden sokakları dolduran motosikletlere, pahalı yarış arabalarından 40 yıllık otomobillere varana kadar sokaklarında bir cümbüşün yaşandığı ama karmaşanın olmadığı bir şehir. Şaşırtan, tanıdık, fazlasıyla yabancı, bir Fransız romanına, mesela Simone de Beauvoir romanlarına mekân olacak kadar savaş sonrası başkentlerini andıran bir hüzün ve tedirginlik var caddelerinde. Hüzün pek yakışmıyor Tahran'a. Ayrılıkların ve hızlı bir şekilde hayata adapte olmaların kenti...

Tahran'a vardığımda Muharrem ayıydı. Hüzün ayıydı. Ve hüznün Tahran'da bir aya sıkıştırıldığını gördüm daha çok. Oturduğum semtte Muharrem hüznünü yaşayan insanların aksine, çalıştığım semtte başka bir dünya vardı. Sanki Hz. Hüseyin hiç ölmemişti kuzey Tahran'a bakarsanız. Oysa güney Tahran'da Hz. Hüseyin her gün katlediliyordu... Zengin-fakir, dindar-dünyevi, mutlu-mutsuz, yeni-eski farkının bu kadar açık ve net olduğu bir şehir dünyada pek azdır.

Sokak çalgıcılarından, metrodaki sıkışıklıktan, Derbent'teki su kıyısından, tiyatro ve konser salonlarındaki kalabalıklardan, restorantlardaki Şehname anlatıcılarından, şehrin kendi kadar büyük parklarından, Niyeveran'ın şaşaasından, kalabalık trafiğinden, Ortadoğu'nun en uzun bulvarı Veliyeasr Caddesi'nden geçip Firdevsi Meydanı'na varıyorum.

Şehirler... Siz medeniyet için deyin, kültür için deyin, gelişim ve ilerlemenin kaleleri deyin... Her ne için derseniz deyin eninde sonunda şehirler ekonomiye hizmet içindir. Bunun doğusu ya da batısı yoktur. Hele ki modern zamanlarda tüm şehirlerin birbirine benzeyen o kadar çok yönü vardır ki, ayırt edici bir özelliğini bulduğunuzda define bulmuş gibi sevinirsiniz.

Tahran'dan, şehrin sakinlerine göre Tehran'dan bana kalan, kırmızı elbiseler giyen bir kadının sabırlı hikâyesidir. Hakkını yememek gerek; Tahran ana caddelerindeki sıra sıra ağaçları ve o ağaçların kenarından akan sularıyla başkalığını gösterir.

Firdevsi Meydanı'nda dünyanın en kadim ve en büyük destan anlatıcılarından Firdevsi'nin gözleri bir cümbüşü, bir karmaşayı, bir şehrayini seyrediyor yıllardır. Seyrettikleri arasında ise on yıllarca sevdiğini bekleyen bir kadın vardı, yaşlandı, Firdevsi Meydanı'nın değişmez figürlerinden biri oldu ve zamanın insanlarınca görülmediği gün eksikliği gözlere, dillere, kulaklara vardı. En çok da Firdevsi'nin tunç kalbini kırdı...

Adı, Yakut. Delirmenin aşk hali. Beklemenin en masum ve sessiz hali. Şahların şehrinde bir peri. Savaşın kalbinde bir yalnız gül. Anlatılanlara göre zengin bir ailenin kızı. Eğitim almış. Kuzeyin zenginlerinden; güneyin fakir bir delikanlısına âşık... Evvelini tam olarak bilen yok. Bilinen ise, beklemeye başladıktan sonra hikâyesi doğuyor. Yakut, beklerken Yakut. Dururken Yakut. Sustuğu yerde Yakut. Gözlerini Firdevsi'nin gözlerine dikip hiçbir zaman gelmeyecek olan sevgilisini beklerken Yakut.Takashi Kitano'nun Bebekler adlı filminde vardır benzer bir hikâye; genç adam fabrikada çalışır. Sevgilisi de aynı fabrikadadır. Ancak kazandıkları para evlenmelerine yetecek kadar değildir. Genç adam Tokyo'ya gideceğini, zengin olacağını, geri dönüp evleneceklerini, beklemesini söyler sevgilisine. Kız, bekleyeceğini söyler... Bekler de... Hani hikâyelerde bir unutan, bir de asla unutmayan vardır ya, işte bu hikâyede unutan genç adamdır; unutmayıp her gün bekleyen genç kızdır. 40 yıl bekler. Genç adam yaşlanmıştır. Bir gün bir şarkı dinler ve yıllar önce verdiği sözü hatırlar. Bir Yakuza'dır artık. Adam, öldürmekte mahir olmuştur. Söz verdiği şehre, tam da sevdiğiyle ant içtiği yere varır. Kadın oradadır! Ancak, kadın bir fikr-i sabitin esiri olmuştur. Kimseleri tanımaz. Sadece beklemektedir. 40 yıl öncesini bekleyen, 40 yıl öncesinde durmuş olan bir saat gibidir gözleri.

Rivayetlere göre; Yakut, evli bir erkeğe âşık olmuştur. Devrimci bir delikanlıya âşık olmuştur. Bir hovardaya âşık olmuştur. Fakir bir çocuğa âşık olmuştur. Böyledir işte; bir insan hikâyesini bulur, diğerleri söyler de söyler... Derler işte! Yakut, her kimi bekliyorsa, bilinen şu ki 'âşık olmuştur'. Gelmeyecek, gelemeyecek bir adama âşık olmuştur. İranlı dostlarımla Yakut'u konuşurken, Yakut'un en çok neye üzülmüş olabileceğini sorduğumda, bir dostum 'sevdiği adamın neden gelmediğini bilememek' olabileceğini söylemişti. Evet, dostum haklıydı. Adamın evli, devrimci, fukara, hovarda ya da ölmüş olması kadını o kadar üzmeyecek, bağrına taş basacak, anasının evine geri dönecekti. Sebebini bilmediği bir şeyden dolayı acı çekmişti. Belki de acı değildi onun için. Sözünü tutmuştu ve kendini tamamlayan adamı beklemişti.

Derler ki, Mevlana Şems'i bizim zannettiğimizden daha az görmüş, çok az sohbet etmişler ama Mevlana refikine, dostuna ermenin o kısa zamanını genişletmiş yüreğinde. Aşkta ve dostlukta makamları kadem kadem hızla ilerlemiş. Şems'le az da olsa muhabbetlerinden çok doğmuş, yürek inşirah bulmuş, dil anlatılabilecek en iyi hikâyeleri anlatmış...

Yakut, adını bilmediğimiz adamı ne kadar tanıyordu, bilmiyoruz. Dostlarım arasında Yakut'u görmüş olanlar vardı. Onlardan dinledim. Sessizmiş. Oturur, insanları seyredermiş. Üzerinde ateş kırmızısı elbisesi... Kimselerden bir şey almaz, sadece kırmızı renkli kumaşlar ve elbiseleri kabul edermiş. Hatta, pürüzsüz bir dille konuşurmuş. Fakat çarşı pazar diliyle değil, bizim almak ve vermek üzerine kurduğumuz dille konuşmaz, aşkın ve derinliğin diliyle konuşurmuş. Kısa bir röportaj yapılmış onunla. Dinledim... Delirmiş bir insandan ziyade daha derinlerde kendine bir dünya kurmuş ve o dünyanın diliyle konuşan bir insanın sesini duydum onda. "Sizin aşktan dolayı delirdiğiniz söyleniyor..." diyen gazeteciye, "Delirmedim. Âşık olmuştum. Siz hiç âşık olmadınız mı?" diye cevap veren bir kadın Yakut.

70'li yılların başında Firdevsi Meydanı'nda her gün görülüyor. Esnaf, çevreden gelenler alışmaya başlıyorlar ona. Ne kadar da garip; alışmasak yaşayamayız. Yakut'un yaptığı alışkanlık mıydı? Bilmiyorum. Meydanın kenarındaki parkta ve boş bir dükkânda yatıp kalkıyor. Çok güzel bir kadın... Anlatanların yalancısıyım; insanlar onu kabullenmiş, korumaya almışlar, kendi haline bırakmışlar...

Tehran Today 1997 adlı belgesel nitelikli filmde dört dakikaya yakın Yakut'u görebilirsiniz. Kırmızı elbisesiyle geçip gidiyor bizim sıkı sıkıya bağlandığımız dünyanın kenarından. Daha sonra 2012 yılında bir grup sanatçı ortaya çıkıyor ve onun 'aşkı beklediği' yerde kırmızı elbiseler giyerek beklemeye duruyorlar. O kızlara bakan kimi insanlar fahişelik yaptıklarını, şeytana taptıklarını zannediyor. Kimi de gelip o kızlarla sohbet ediyor, sarılıp ağlıyorlar. Sabırla sevdiğini bekleyen bir insanın anısına ağlıyorlar.

Rivayet odur ki; Yakut, devrim sırasında öldü; kayboldu; sahipsizlikten kayboldu... Kimilerine göre devrimden sonra da meydanda beklemeye devam etti. Belki de İran-Irak savaşı sırasında öldü...

Tahran... Evlenme oranının en düşük olduğu başkentlerden. Sevgilisini beklemeyen âşıkların çoğaldığı başkentlerden biri Tahran. Hafız falı çekilen parklarında el ele gezen sevgililerin Yakut ismini sadece değerli bir taş olarak bildikleri yüzlerce şehirden biri... Ama Tahran, yüreğinde Yakut adlı bir kız saklıyor. Firdevsi'nin kollarına sığınmış, bekleyen, vazgeçmeyen, yeminini koruyan; masala inanan bir kız. O kız için şarkılar yazılmış, şiirler yazılmış ve en güzeli de o kız yaşamış; bizim yaşamayı denediğimiz dünyada yaşamış; ölse ne gam.

Bir şehre hangi kapısından girerseniz girin; çıkarken bir hikâye anlatamamışsa o şehir çöldür. Ben Tahran'da muhteşem bir vaha buldum. İstanbul'dan sonra en çok Türkçe konuşulan ikinci büyük şehirde öğrenmeye çalıştığım aşk ve hüzün dilinde bir hikâye buldum. Ölene kadar hecelesem yeridir.

Kimseler beklemese de aşkı, Kırmızılı Kadın bekliyor aşkı. Aşkı beklemek farzdır, kimse kimsenin yerine beklemezmiş aşkı; budur Yakut'tan öğrendiğim. Yakut, hikâyesine, acısına, aşkına, sözüne, acısına, yalnızlığına sahip çıktığı için delirdi zannettik. Hikâyesine sahip çıkmayan insanlar için birilerine deli demek ne kadar da kolay!

Derler ki Hüseyin Mansur, kendi kanıyla aldı şehadet abdestini; aşkla. Kırmızılı Kadın, Yakut kalbinin rengini, kaderini, kan kırmızısı aşkını üzerine elbise diye geçirdi...

ZEKİ BULDUK KİMDİR?

Hikâyeci, yazar.
BİZE ULAŞIN