Gaddar Laikliğin üst kimliği: Mavi Anadoluculuk

Mustafa Akar 11 Aralık 2020, Cuma
Türk entelektüelleri gelenekle olan sorunlarını çözebilmek için coğrafyanın sunduğu bazı imkânları kullanmak istediler. Bu yüzden önce evden kaçtılar, sonra eve döndüler. Bir tür “Türkiyeli Odysseus” hikâyesiydi aslında bu. Hepsinin temel derdi bizi bir şekilde “öksüzlükten kurtarmak”la ilintiliydi.

1940'lı yıllarda Türk aydınları dünyadaki hâkim fikir akımlarına ayak uydurabilmek için bazı arayışlara girişmişlerdi. Cumhuriyet'in tepeden inmeci modernleşmesi, bir anlamda geleneğin reddini entelijansiyaya kabul ettirmeye çalışırken, öte yandan da ulus-devlet formülüyle çelişmeyecek birtakım "öz" arayışları içindeydi. Osmanlı'nın kültürel mirası reddedildi.

Hatta ve hatta Osmanlı aydınının yirminci yüzyılın başındaki fikri tartışmaları yeni Cumhuriyet'e bir tür gen aktarımıyla nüfuz etmesine rağmen oldu bu. Öte yandan, mirasın reddi de öyle kolay bir şekilde "ben yaptım oldu" metoduyla yapılabilecek bir iş değildi. Kabul edelim ki, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çözülemeyen, kanun ve yasalar yoluyla halledilmeye çalışılan birçok mesele, cumhuriyetin sonraki yıllarında da çözülemeyen karmaşık sorunlar olarak önümüze çıktı. Birçok fay hatları yarattı düşünce dünyamızda.

Kültür birbirine eklenen halkalar gibidir. İç içedir. Ben Öz Türkçecilerin kültür için uydurduğu "ekin" kelimesini de severim mesela. Ekin, zorlama gibi dursa da, kültür gibi başa bela bir kelimeyi tanımlamak için birebir. Tohumu yani kültürü "ek"mek için toprağa ihtiyaç var çünkü. Peki ya o toprak neresidir? Biz Türkler toprağın neresi olduğunu çözebilseydik, bugüne kadar çözemediğimiz birçok meseleyi ertelemeden nihayete erdirebilecektik. O fay hatları bir şekilde teker teker kırıldı ve patladı daha sonra. Her kırılmada da çok şey kaybettik doğrusu. Kültüre ekin demek gibi, aşka sevi demek gibi, edebiyata yazın demek gibi… Zorlayınca olmuyor demek ki. Özü değiştirmekle tözü değiştiremiyorsunuz.

"Devrimi çiğneyecek ayak varsa kırılır!"

Oysa Türk entelektüelleri gelenekle olan sorunlarını çözebilmek için coğrafyanın sunduğu bazı imkânları da kullanmak istediler. Bu yüzden önce evden kaçtılar, sonra eve döndüler. Yahya Kemal kaçtığı Fransa'dan eve döndü, Tanpınar Garpçılıktan şarka döndü hep. Necip Fazıl Büyük Doğu'ya döndü. Cemil Meriç "Bu Ülke"ye... Nurdan Gürbilek'in tabiriyle bir tür "Türkiyeli Odysseus" hikâyesiydi aslında bu. Hepsinin temel derdi de bizi bir şekilde "öksüzlükten kurtarmak"la ilintiliydi.

Türk entelektüellerinin "ev" ile aralarındaki çekişmenin özünde yatan çatışma alanı tabii ki o kadim tartışma konumuz "Doğu- Batı" sorunsalıydı. Doğduğu, yetiştiği sınıf dolayısıyla Garb'ı seçmişse de, sonradan "Garbın afakını saran çelik zırhlı duvar"a toslayarak Doğu'ya dönen aydınlarımız olduğu gibi Garb'ın ufkunu ulaşılması gereken tek mümkün ütopya olarak gören aydınlarımız da vardı. Ki zaten Batı ufku ütopyası da cumhuriyet idaresi tarafından bir devlet nosyonu olarak kabul edilmişti.

Garp ufkunu seçenler, tıpkı 40'lı yıllar CHP'sinin atadığı hem vali hem parti il başkanı olan bürokratlar gibilerdi. CHP Genel Başkan Vekili ve Başbakan İsmet İnönü'nün 18 Haziran 1936 tarihinde yayınladığı genelgeyle "Vilayet ve özel idarelerle, belediyeler ve parti örgütleri kaynaştırıldı." Bu işin devlet kararnamesiyle olan kısmıydı. Bir de öte tarafı vardı; yani makbul aydınlar ile makbul olmayan aydınlar. Mesela makbul aydınlardan Behçet Kemal Çağlar şöyle uyarıyordu milletvekillerini:

"Bilin ki Atatürk'ün kurduğu
Ankara'ya
Atatürk'ün yolundan yürünerek
girilir.
Anıtkabre gidip de yürekten baş
eğmeyen
Günü gelir çarpılır, düşer, yere
serilir.
Bir avuç yobaz için, bir sürü cahil
için
Devrimi çiğneyecek ayak varsa,
kırılır.
Bir de bakarsınız ki her
meydanda bir kere
Her genç Türkte bir kere bir
Atatürk dirilir.
Bir an unutmayın ki Atatürk
ülkesinde
Ahiretten önce de Yüce Divan
kurulur…"

Çağlar, bununla da yetinmiyor, birçok şiirinde Kemalizm'in bir tür manevi yönelim olduğunun altını çiziyordu. Çağlar'ın bir "Atatürk Mevlidi" yazdığını, hatta "Atatürk ekber" sözleriyle başlayan garip bir ezanı olduğunu bile söyleyebilirim. İnönü kararnamesi kültür dünyasında da işe yaramıştı demek.

Makbul aydın yaratma projesi

1940'lı ve 50'li yıllarda da genç cumhuriyetteki fikri yönelimler çeşitlenmeye başlamıştı. Ulus devletlerin kendi "öz"lerini yeniden tanımlamaları, iki dünya savaşı, bu fikrî akımların çoğalmasına zemin hazırlamıştı. Türk edebiyatında da çeşitli öz arama faaliyetleri sürüyordu. Orhan Veli ve arkadaşlarının biraz da Nurullah Ataç'ın desteğiyle giriştikleri "Garip" akımı, öz arama faaliyetleri için önemli bir dönüm noktasıdır. Orhan Veli dil devriminden sonraki şiirde sadeleşme tartışmalarına noktayı koyarak, şiiri sokağa indirdiğini söylüyor, o zamana kadar şiire girmemiş kelimeleri şiire çağırıyor ve kendinden önceki "büyük" şairlerle de dalgasını geçiyordu. Divan şiiri devrilmesi gereken bir puttu. Ataç'ın eleştirideki "gayret"lerinin şiirdeki kavga alanıydı çünkü Garip. Yahya Kemal alay edilecek birisiydi Orhan Veli için vs.

İşte tam da böylesi bir dönemde çıktı ortaya Mavi Anadoluculuk fikri. Neden makbul aydın yaratma projesi diyorum Mavi Anadoluculuğa? Oraya gelmeden önce Mavi Anadoluculuğun fikir babası Cevat Şakir Kabaağaçlı'dan yani bilinen adıyla Halikarnas Balıkçısı'ndan söz etmem gerekecek. Kabaağaçlı, Mehmed Şakir Paşa ile Sare İsmet Hanım'ın çocuklarından birisi. (Şakir Paşa ailesinden birçok sanatçı yetişti:

Hakiyye Hanım, Fahrelnisa Zeid, Aliye Berger, Füreya Koral, Nejad Devrim, Cem Kabaağaçlı) Çocukluğu, babasının görevli olduğu Atina ve Büyükada'da geçmiş. Robert Kolejli. Oxford'da Yakınçağ Tarihi eğitimi almış. Oxford yıllarında da İtalyan bir kadına âşık olmuş. Adı Agnezi olan sevgilisini Afyon'daki çiftlik evlerine getirmiş. Burada yaşarlarken, Agnezi ile Şakir Paşa arasında bir aşk dedikodusu çıkmış. Çevrede epey de duyulmuş. Şakir Paşa ise her an her yerden düşman çıkabilir diye Afyon'daki evin her yerine bir sürü tabanca saklarmış.

Bir tür Anadolu hümanizmi doğuyor

İşte bir akşam ortalıkta çokça konuşulan bu aşk dedikodusu hakkında baba ile oğlu arasında çıkan tartışmada, evdeki gizli silahlar çekilip birbirine doğrultulmuş. Cevat Şakir, Agnezi ile ilişkisini reddeden babasını söylenenlere göre çıkan tartışmada yanlışlıkla vurmuş. (Selçuk Altun'dan öğrendiğimize göre, Agnezi'den Muttara adlı bir kızı varmış Cevat Şakir'in. İşte o kızıyla birlikte İtalya'ya gitmiş Agnezi. Kızının da Çinzia adında bir kızı olmuş sonra. Çinzia'nın bahsettiğine göre Agnezi, ölünceye kadar kayınpederi Şakir Paşa ile Büyükada'da çekilmiş bir fotoğrafı yatağının başından hiç eksik etmemiş.)

Cevat Şakir ise baba katlinden dolayı 15 yıl kürek cezasına çarptırılır. Cezasının yedinci yılında ince hastalığa yakalanınca serbest bırakılır. İstanbul'da yaşadığı günlerde Sertellerin dergisinde yayınlanan bir hikâyesinde İstiklal Mahkemeleri'ni eleştirdiği için meşhur "Üç Aliler Divanı"nda yargılanır. İdamı kalebentlik cezasına çevrilir ve o zamanlar küçücük bir balıkçı köyü olan Bodrum'a sürgüne gider. O zamanlar Bodrum'a sadece deniz yoluyla gidilebilmektedir. Cevat Şakir denize atlayıp Yunanistan'a firar etmesin diye karayoluyla Milas'a götürülür. Oradan Bodrum'a kadar yürür ve kaleye kapatılacağı yerde Bodrum içinde bir eve yerleştirilir. Daha sonra cezası bitince burada evlenir, belediyeye bahçıvan olarak girer, çocukları olur, sonra da ölümüne yakın İzmir'e yerleşir.

Bodrum'un antik çağdaki adı olan "Halikarnas"ı kendisine müstear isim olarak seçen Cevat Şakir, Bodrum'da yaşadığı yıllarda yazdığı kitaplarda bir tür Anadolu hümanizmi diyebileceğimiz Mavi Anadoluculuğu geliştirir. Halikarnas Balıkçısı'nı destekleyen Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, İsmet Zeki Eyüboğlu ve Melih Cevdet Anday gibi yazar ve şairlerle birlikte de bir tür dünya görüşüne dönüşür Mavi Anadoluculuk.

Her mekânı müze, her önemli âlimi hümanist yaptılar!

Anadolu, Mavi Anadolucular için Doğu ile Batı'nın kucaklaşabildiği bir toprak parçasıdır. Doğu ve Batı onlara göre bir çatışma alanından çok bir birleşme noktasıdır. Bir medeniyetler beşiği tanımı dense de, aslında Anadolu üzerinden bir büyük İyonya fikrinin hayata geçirilmesi çalışmasıdır. Çünkü Batı fikrinin temelleri de bu topraklar üzerinde atılmıştır.

Daha sonraları "Ege" olarak adlandırılacak bölge, Miletos, Ephessos ve Dydima gibi önemli merkezlere sahiptir. Antik Çağ'da felsefe burada başlar. İyonyalılar medeniyeti öğrettikleri Yunanistan halkına da "kültürsüz" olarak bakarlar nitekim. Halikarnas Balıkçısı'nın kitaplarında işlediği bu medeniyet havuzu, dün ile bugün kültürleri arasında bir köprü oluşturur ve coğrafyayı birbirine bağlar. Fakat Doğu ile Batı'yı birleştirmeye kalkan bu görüş profan, din dışı ve giderek ayıkladığı isimleri yine bir tür seçmecilik altında birleştiren "tezli bir görüş"tür. Bu tezli görüşte mesela "derviş" Yunus Emre hoşgörüsüyle ortaya çıkar. Bektaşi tarikatı şeyhi Hacı Bektaş Veli hümanizm ışığıdır. Aynı zamanda Hanefi fakihi olan Mevlâna ise sevginin, içi boş bir aşkın odak noktasıdır. Eyüboğlu'nun sıkça vurguladığı bu Yunus Emre'nin aslı ile tek ilişkisi şiirleridir, onlar da kötü bir Türkçeye kurban edilerek "çevrilmeye" çalışılmıştır.

Kültürde kopuşsuzluk için öne çıkarılan Mavi Anadoluculuk, Cumhuriyet'in hümanizma fikrinin de temellerini oluşturur. Fakat Eyüboğlu'nun asıl yapmak istediği tarihte aradığı "öz"ü bularak Mavi Anadoluculuk fikri ile Marksizmi birleştirmeye çalışmaktır. Zeminin hikâye-roman kısmını aslında fikrin kurucusu Halikarnas Balkçısı, şiir kısmını ise Melih Cevdet doldurur. Akademik taraf ise Homeros çevirmeni Azra Erhat'a aittir. Akım, entelektüeller düzeyinde bir hareket olarak kalır. Hititlerden başlayarak her ismi bir kültürel kökende buluşturmak iddiası, Türk ve Avrupa kültürleri arasında bir denge mekanizması tutturamaz. Devletin laik eğitim politikası olan Köy Enstitüleri gibidir Mavi Anadoluculuk da. Seçmeci, karmaşık ve fazlasıyla romantiktir. Anadolu'nun Türk ve Müslüman kökeninden en küçük bir iz bile taşımaz. Her mekânı müze, her önemli âlimi hümanizm şövalyesi yapmak ister.

Mavi renkli bir Jön Türk olayı

Cumhuriyete dair hiçbir eleştiride bulunmazlar. Dilde yalınlığı önemserler. Yaşama sevincini baş tacı ederler. İmece bir gelenek anlayışları vardır. "Halkın aydınlattığı gelecek" falan gibi süslü laflar etseler de, o halk, en fazla CHP'li valilerin makbul vatandaş diye kabul ettiği halktır sadece. Mavi Anadolucular, ilk "sivil" şairimiz Ece Ayhan için "Mavi renkli bir Jön Türk olayı"dır. Osmanlı kültürünü reddedip, Hititleri Türk saymaları bile tarihten ve toplumdan nasıl da kopuk olduklarını gösterir. Aslında Halikarnas Balıkçısı'nın İyonya fikri çerçevesinde Batı'ya alternatif bir fikir olarak ortaya çıksa da, Doğu ile Batı'yı buluşturmak, bir medeniyet havuzu yaratmak bir yana, Batı karşısındaki "aşağılık kompleksi"ne çareler üretmek için bir çözüme dönüştürülmüşlerdir.

Halikarnas Balıkçısı daha sonra bu ekipten ayrı bir yere çekilir. "Işığın doğudan geldiğini" ima eden ilk odur bir bakıma. "Mukadderatın Adamı" yazısı şöyle başlar: "Batılılara 'Evren ne için yaratıldı' diye soruldukta, onların çoğu 'Batı uygarlığını yaratmak için' diye cevaplar. Böyle demeseler ve mahviyet taslasalar bile, çoğunun ta özündeki temel kanısı, gene budur."

kanısı, gene budur." Balıkçı giderek Batı'dan gelen Anadolu üzerine yanlış fikirlere karşı çıkar. Mesela Balıkçı'nın Doğu Batı meselesine bakışını bilge mimarlarımızdan Cengiz Bektaş bir yazısında Azra Erhat'la olan tartışmaları üzerinden aktarır: "Balıkçı, Batı'dan bize gelen Anadolu üzerine yanlış bilgilere karşı çıkan ilk kişiydi. Onun çevresiyle yaptığı tartışmalar yol açıcı olmuştu. Bunlardan birini bana Azra Erhat aktarmıştı. Uygarlığın ne yandan gelip ne yana gittiği tartışmasıydı bu. Bize uygarlığın Batı'dan geldiği anlatıldı hep. Benim bildiğim, dedim ya, ilk Balıkçı çıkıp dedi ki; 'Batılılar böyle söylediklerine göre kanıtlamak onlara düşer. Ben tersini söylüyorum. Onlar kanıtlasınlar yanlışlığımı…' Azra Erhat bile, 'Yapma yahu!' demiş. Balıkçı da oturmuş Azra Erhat'a 191 sayfalık bir betik yazmış. Kanıtlarını aktarmış… Latince 'Ex Oriente Lux' denmez' mi? 'Bütün ışık doğudan gelir' demek bu… Mimarca bir örnek vereyim: Batılılarca ilk kez Girit'te ortaya çıktığı söylenen "megaron" (mimarlığın konusu olan ilk yapı, ev) için M.Ö. 1400- 1500'lerden söz edilir. Oysa Denizli Çivril'deki Beycesultan'da, Prof. Mükerrem Anabol'un ortaya çıkardığı megaron M.Ö. 3500-4000 yılı, Troya'daki megaronlar 2300- 2400 yıl geriye gider. Balıkçı da Girit'e Anadolu'dan göç edildiğini söylemez mi?" Ki, Halikarnas Balıkçısı daha sonra altmışlı yıllarda Turgut Reis ve Uluç Reis adlı iki güzel roman yazacak ve Murat Belge tarafından "şovenist" olmakla suçlanacaktır. Üstelik sadece kitapta Yunanların sadistliğine karşı Türkleri savunduğu için. Balıkçı artık kültürde de "sürgün"dür.

Sınıf mücadelesinin gayri resmi dini

"Mavi Sürgün" Halikarnas Balıkçısı giderek fikri anlamda yalnız kalırken, İzmir'den deniz yoluyla Bodrum'a gidenlerin ütopyası olan Mavi Anadoluculuk fikri, kültürel bir sapmaya dönüşür. Batı karşısında bir refleksten çok, "bizim de Batılı olduğumuzun bir ispatı" hâline getirilmeye çalışılır. Turizm patlamasıyla birlikte temelleri Mavi Yolculuk'la atılan bir yaşama kültürünün de temsilidir. Türkiye'de yatçılık mesela Mavi Anadolucuların ilk deniz seferleri örnek alınarak geliştirilmiştir. Ve aslında Batılı olmak için fazla bir şey yapmanın da bir anlamı yoktur. Özel uğraş verip, bir dizi okuma yapmanıza da gerek yoktur. Batı zaten bizim topraklarımızda doğmuştur. Ege'nin sularına dalmanız kâfidir yani.

Tarih derslerinde de Sümer, Hitit, Frig, İyon ve Bizans tarihlerine öncelik verilmelidir. (Gaddar laikliğin yılmaz savunucusu Muazzez İlmiye Çığ'ın da bir Sümerolog ve Hititolog olduğunu hatırlayın. Hatta Tevrat, İncil ve Kuran'ın Sümerler'deki Kökeni diye bir kitabı bile var.) Böylece, İslam'la bir bağı kalmayan gençler de, aynı zamanda Batı medeniyetinin kökenlerine "sağlıklı" bir kafayla ulaşabileceklerdir. Bağnaz, karanlık, örümcek ağlarıyla dolu geçmişten de ("bağnaz, karanlık, örümcek ağları" da Mavi Anadolucuların bize mirası!) böylece kurtulmak mümkün olur. Ve giderek her şey bir fikir kavgasından çok bir sınıf mücadelesine dönüşür. Selanik'in kaybıyla onun yerini tutsun diye imar edilen Cumhuriyet projesi İzmir bir tür fikrî merkez hâline gelir.

Cumhuriyet elitlerinin kültüre ulaşma reflekslerinin altını Mavi Anadolucuların bir tür ayine dönüştürdükleri usuller doldurur. Heykel sevgisi oradan gelmektedir. (Mavi Anadolucular en azından heykeli bir sanat olarak savunurlar. Sabahattin Eyüboğlu'nun kardeşi Bedi Rahmi önemli bir heykeltıraştır), rakı sevgisi oradan gelmektedir (Alkol tüketimini sınıf ayrıcalığı olarak görürler). tarihteki seçmecilikleri de oradan gelir (tarihin sıfır noktası Cumhuriyetin ilanıdır gerçi, oradan geriye gidemezler).

***

Türkiye'nin Akdeniz'deki sınırlarını korumaya çalışması ve Mavi Vatan'dan vazgeçmeme kararlılığının içimizdeki bazı "aydın"ları ürkütmesinin altında yatan gerçek buralarda saklıdır. Siyaset bilimi ve felsefe okuduğu için (özü Antik Yunan'a dayanıyor ya!) Macron'u tutanlarla, Akdeniz'in bir Türk gölü olduğunun ispatı için "Dünya beşten büyüktür" diyenlerin mücadelesidir bu.

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.