Raşit Ulaş: DAİŞ’in beslendiği tek kaynak Vehhabîlik ideolojisidir

DAİŞ’in beslendiği tek kaynak Vehhabîlik ideolojisidir
Giriş Tarihi: 13.2.2017 17:08 Son Güncelleme: 13.2.2017 17:09
Raşit Ulaş SAYI:32Şubat 2017
DAİŞ denen vahşet şebekesinin, işgal ettiği yerlerdeki okullarda öğrencilere, akide/inanç dersleri müfredatı olarak Muhammed b. Abdilvehhab’ın kitaplarını okuttuğu sağır sultanın dahi duyduğu/bildiği bir hakikat. Dolayısıyla DAİŞ’in kaynağını merak edenler, ehl-i sünneti mürted sayan VehhAbî ideolojisine bakmalıdır.

DAİŞ terör örgütünün yaptığı katliamları ve kullandığı argümanları ehl-i sünnet ve'l cemaat itikadının ortaya çıkardığı söylemi, son zamanlarda bazı kurumlar ve kişiler eliyle sıkça dillendiriliyor. Ehl-i sünnet kavramının ne olduğunu ve neden DAİŞ ile ehl-i sünnet inancının bir araya getirilmeye çalışıldığını Yalova Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi öğretim üyesi Ebubekir Sifil ile konuştuk. Bu söylemlerin asıl sebebinin İslam'ın bizatihi kendisini hedef almak olduğunu ifade eden Sifil konuyu tarihi süreciyle izah etti.

Hocam 'ehl-i sünnet' denilince ne anlamamız gerekiyor?

Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber'in (sav) din olarak sahabeye, sahabenin de sonraki kuşaklara aktardıklarının tamamını; din olarak gönülden benimsemenin, korumanın ve savunmanın adıdır. En az bunun kadar önemlisi, bütün bunları belli bir sistem içinde ve bilinçli olarak yapma başarısıdır.

Son zamanlarda belirli medya kuruluşlarına bağlı televizyon kanalları ve gazetelerde ehl-i sünnet itikadının DAİŞ terör örgütünün doğuşuna zemin hazırladığı sıkça dillendiriliyor. Ehl-i sünnet itikadı ile DAİŞ'in bir araya gelmesi mümkün olabilir mi?

Bu bir dezenformasyondur ve itiraf edelim; DAİŞ denen karanlık yapıyı peydahlayıp ortaya sürenlerin amaçladığı tam olarak budur. DAİŞ'le ümmetin tarihî tecrübesi arasında kurulabilecek tek paralellik Haricîlik üzerinden olabilir. Ortada bir vahşet var; bunun adı geçmişte Haricîlik'ti, bugün DAİŞ; belki gelecekte daha farklı bir şey olacak. Önemli olan isim değil müsemmadır. DAİŞ kendisini ehl-i sünnet olarak ifade/takdim ediyor olabilir. Hatta ehl-i sünnetten bir kısım kavramları, uygulamaları almış da olabilir. Ancak bu onu ehl-i sünnet saymak için yeterli değildir. Somut bir örnek üzerinden gidersek; ehl-i sünnetin görüşüne göre bir kimsenin dinden çıktığını gösteren 99 delil olsa ama mümin olduğunu gösteren bir delil bulunsa, tercih edilmesi gereken o bir delilin gösterdiğidir. Yani o kimse mümin sayılır. Zira bir kimsenin yanlışlıkla mümin sayılması, yanlışlıkla tekfir edilip dinin dışına atılmasından evlâdır. Teorik tartışmalara girmeye gerek yok; tarihe dönüp yüzeysel bir nazarla bakmak bile bu söylemin ne ölçüde kasıtlı olduğunu anlamak için yeterlidir. Tarih içinde ehl-i sünnet esaslar zemininde kurulmuş hiçbir devletle ve o devletlerin uygulamalarıyla, dine, dünyaya, insana bakışıyla DAİŞ adlı bu vahşet şebekesi arasında paralellik kurulamaz. Hal böyleyken DAİŞ vahşetinin kökeninde ehl-i sünneti aramak tamamen algı yönetimi maksatlı bir davranıştır. Açık yüreklilikle ve sözü eğip bükmeden konuşalım: DAİŞ; hırsızın elinin kesilmesi, dinden dönenin öldürülmesi, dörde kadar kadınla evlilik, içki içene sopa gibi kimi kavram ve hükümlerin benimsenmesi noktasında ehl-i sünnete paralel bir çizgideymiş gibi görünmektedir. Ancak bu noktada iki önemli husus gözden kaçırılmaktadır:

1. Söz konusu kavram ve hükümler ehl-i sünnete mahsus olmayıp başından beri ümmetin tamamı tarafından kabul ve icra edilmiş şeylerdir. Dolayısıyla DAİŞ ile ehl-i sünnet arasında paralellik kurmaya çabalayanlar dürüst davranıp, karalamaya çalıştıkları adresin ehl-i sünnet değil ümmetin tamamı olduğunu açıkça söylemelidirler!

2. Bu hükümlerin uygulanması (özellikle mürtedin katli ve diğer cezaî ahkâm), belli şartların tahakkukuna bağlıdır. Öncelikle topluma günah-sevap bilinci, ahiret endişesi ve sorumluluk duygusu yerleştirilmeli, günahlara yönelten etkenler ortadan kaldırılmalı, İslam'ın diriltici soluğu en ücra köşelere kadar ulaştırılmalıdır. İslam'ın inşa etmediği bir toplumsal hayatta insanlara, inanmadıkları, benimsemedikleri, hatta belki yanlış buldukları hükümleri "Allah'ın emridir" diye uygulayamazsınız. Şeriatı öcü gösterenlerin anlamadığı yahut bilerek çarpıttığı nokta burasıdır. Asıl olan ferdin ve toplumun 'Allah'ın rızası'nı hedeflemesi ve bu istikamette gönüllü bir gayret içinde olmasıdır. Hz. Peygamber'in yaklaşık 23 yıl sürmüş bulunan peygamberlik görevi içinde ilk 13 yılın tebliğ ve irşada, yani fert ve toplumun İslam'a gönülden bağlanma kıvamına gelmesine ayrılmış olması tesadüf değildir. İman ve teslimiyetin kalplere tam anlamıyla yerleştiği bu dönemden sonradır ki, 10 yıllık Medine safhasında normatif hükümler indirilmeye başlamıştır. Sosyal gerçekleri görmezden gelerek insana ve topluma bir şeyleri 'metazori' kabul ettirmek mümkün ve doğru olsaydı Marksizm'in ömrü 70 yılla sınırlı olmazdı. Söz konusu normatif hükümlerin önemlice bir kısmı bizzat Kuran'da yer almıştır. Modern zamanlarda birtakım çevrelerin modern dünyaya şirin görünme kaygısıyla bu hükümleri olmadık tevillere tabi tutması yahut 'tarihsel' ilan etmesi bu gerçeği değiştirmiyor. Meseleyi bu şekilde ortaya koyan birinin, "O halde DAİŞ nereden besleniyor?" sorusuna da elbette cevap vermesi gerekiyor. Evet, bu soruya verilecek cevap, problemin çözümü için gerekli doğru zemini de ele verecektir: DAİŞ'in beslendiği tek kaynak Vehhabîlik ideolojisidir. 19'uncu yüzyılın başlarında itibaren Hicaz bölgesinde ortaya çıkan bu hareket, emperyalist ülkelerin de desteğiyle o coğrafyayı Osmanlı'dan koparırken bugün DAİŞ'in kullandığı argümanların aynısını kullanıyordu: Önce tekfir et, sonra katlet! Bu mantıkla Osmanlı'yı ve onu destekleyen yerel güçleri dinden çıkmakla (irtidat) itham edip, Osmanlı idaresine karşı ayaklanmanın 'farz, cihad' olduğunu ve mürtedin katlinin vacip olduğunu söyleyerek ortaya çıkan bu hareket, İngiltere'nin de açık desteğiyle o bölgeyi Osmanlı hâkimiyetinden kopardı. Petrol sayesinde dünyanın sayılı zengin ülkeleri arasına giren Suud yönetimi, Vehhabî ideolojisini yaymayı bir devlet politikası olarak benimsedi ve icra etti. Geldiğimiz noktada bu ideoloji bumerang gibi dönüp kendisini vurunca Suud yönetiminden şikâyetler ve teberri mesajları duymaya başladık. Ancak bu politik tavır, hakikati örtmeye yetmeyecektir. DAİŞ denen vahşet şebekesinin, işgal ettiği yerlerdeki okullarda öğrencilere akide/inanç dersleri müfredatı olarak Muhammed b. Abdilvehhab'ın kitaplarını okuttuğu sağır sultanın dahi duyduğu/bildiği bir hakikat. Dolayısıyla DAİŞ'in kaynağını merak edenler, ehl-i sünneti mürted (dinden çıkmış) sayan Vehhabî ideolojisine bakmalıdır.

DAİŞ bunca katliam yaparken kendine hangi alandan meşruiyet sağlıyor ve gençlere hangi yollarla ulaşıyor?

Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesiyle ortaya çıkan boşlukta, ehl-i sünnetin bid'at dediği oluşumlar sahne almaya başladı. Vehhâbîlik bunlardan ilkidir. İkincisi İslam modernizmi, üçüncüsü de Şia'nın siyasi arenada iyiden iyiye yer almaya başlamasıdır. İslam coğrafyasının Batılı emperyalist devletler tarafından fiilî işgallere maruz kalmasıyla birlikte, bu coğrafyada direniş hareketleri ortaya çıktı ve kurtuluş savaşları verildi. Anadolu gibi, Balkanlar gibi Osmanlı etkisinin güçlü olduğu coğrafyalarda bu kurtuluş hareketleri bizzat ehl-i sünnet tarafından yürütüldü. Temel motivasyon kaynağı ehl-i sünnetti. Ancak Osmanlı etkisinin görece zayıfladığı ve etkisini kaybettiği coğrafyalardaki kurtuluş savaşları ve gençlik hareketleri giderek daha ideolojik karakterli yapılanmaların etkisinde şekillendi. Bu hareketlerin en temel vasfı tepkisel olmalarıydı. Söz konusu tepkisellik bizzat ana gövdeyi yani ehl-i sünneti de ötekileştiren bir karaktere sahipti. Osmanlı kültürünün 'durmuş-oturmuş' insanı yerine; yerleşik kültüre, tasavvufa, mezhebe, tarihî tecrübeye tepkili; sanata, estetiğe, ruh inceliğine yabancı; hareketi ve eylemi önceleyen, hamasetle yoğrulmuş, isyana ayarlı, diyaloğa kapalı, uyumsuz, ölçüsüz, tepkisel bir gençlik ortaya çıkarttı. Bu ideoloji İslamî bir temele dayanmak zorunda bulunduğu için Kuran ve sünnetten 'kendine uygun' bulduğu kavramları öne çıkarmak suretiyle genç kuşaklara ulaşma yolunu seçti: Cihad, tağut, tekfir gibi kavramlar bu ideolojinin ana damarını oluşturdu. Kuran ve sünnetin birtakım verilerini de metotsuz, sistemsiz bir şekilde, lafzı önceleyerek -tabir yerindeyse- 'bodoslama' anlama yoluna gitmesi bu bakımdan tabiidir. Söz gelimi Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri, kâfir/zalim/fasık olarak ifade eden Mâide suresinin 44, 45 ve 47'nci ayetlerinin, sahabeden itibaren bu ümmetin âlimleri tarafından nasıl anlaşıldığını ve uygulandığını dikkate almadan, hiçbir kayıt ve şart gözetmeden yüzeysel bir değerlendirmeyle ele alan bu ideoloji, bu tavrıyla görünüşte Kuran'a dayanmış oluyor! Ancak herhangi bir hususun Kuran'da/sünnette yar alması başka şeydir, doğru anlaşılması başka şeydir. Haricîlerin, başta Hz. Ali olmak üzere kendileri dışındaki bütün ümmeti tekfir ederken aynı mantıkla hareket ettiğini hatırlayacak olursak, DAİŞ'in bu anlayışının ne kadar İslamî olup olmadığını anlamamız kolaylaşır.

Yakın dönemde; insan aklının daha verimli kullanılması için Eş'arîlik yerine Mâturîdîliği tercih etmemiz gerektiğine dair açıklamalar yapılıyor. Gerçekten de bu iki ekol birbirinden bu denli farklı mı?

Müslümanları 'modernizm cininin' çarptığı, günümüze mahsus bir yanılsamadır bu! Eş'arîlik'le Mâturîdîlik arasında 'esasa etki edecek' bir ihtilaf yoktur. Ne inançla, ne de amelle/uygulamayla ilgili hususlarda ehl-i sünnetin bu iki mektebi arasında esasa ilişkin bir farklılığın varlığından bahsedilebilir. 28 Şubat döneminde ülkemizde mayalanmaya çalışılan bir tabir vardı: "Türk Müslümanlığı." O zamanlar yazdığım bir yazıda şöyle demiştim: "Burada temel bir tespit yapmamız gerekiyor: Türk Müslümanlığı tabiri neyi anlatmaktadır? Bu tabirden, Türklerin Müslümanlığı kabul edişinden itibaren tarih boyunca benimsediğimiz İslam anlayışını mı, yoksa günümüzde Türk dünyasında gördüğümüz Müslümanlığı mı anlamalıyız? Eğer bunlardan ilki kastediliyorsa, Türklerin tarih boyunca kabul edip uyguladığı İslam'ın diğer kavimlerin İslam anlayışından farklı olmadığı aşikârdır. Fars kökenli Ebû Hanîfe ile Arap kökenli iki talebesi Muhammed b. el-Hasen ile Ebû Yusuf'un, yahut Buharalı Muhammed b. İsmail el-Buhârî ile Benu Kuşeyr kabilesine mensup saf Arap Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî'nin, Müslümanlık anlayışı arasında bir fark bulunduğu söylenebilir mi? Eğer söz konusu ayrım, günümüz Türk dünyasının İslam anlayışını vurguluyorsa, Çin'den Balkanlar'a kadar geniş bir coğrafyayı kuşatmış bulunan Türk topluluklarından hangisinin İslam anlayışıdır bu? Sonuç olarak geriye bir tek şık kalmaktadır: Türk Müslümanlığı tabiri ile anlatılmak istenen, aslında Türkiye Cumhuriyeti Müslümanlığıdır. Bu, doğrudan doğruya resmî ideolojinin öngördüğü, ahkâm ayetlerinin ve Hz. Peygamber'in, uygulamaya yönelik sünnetinin artık geçersiz olduğuna inanan, din adına, sonradan ortaya çıkmış bir takım bid'at ve hurafelerle amel etmeyi yeterli sayan, kalbi temiz, yaptığı hataları ve işlediği günahları bile iyi niyetle işleyen, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, kendisine lütfen bahşedilenle yetinen, amelsiz, talepsiz 'tatlı su Müslümanı'dır. Eğer bu tespit yanlış ise, Türk Müslümanlığı tezini ortaya atan ve savunan modernistlere buradan açık bir çağrıda bulunmak istiyoruz:

Antepli Bedruddin el-Aynî, Sivaslı Kemaluddin İbnu'l-Hümâm, Tokatlı Mustafa Sabri Efendi, Düzceli Muhammed Zâhid el-Kevserî, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır gibi âlimlerin temsil ettiği Türk Müslümanlığında buluşmaya ne dersiniz?" Bu uzun alıntıdaki Türk Müslümanlığı tabirini çıkarıp, yerine 'Mâturîdilik'i koyun, bir şey değişmeyecektir.

Türkiye'deki İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri'nin mevcut müfredatları hakkında neler söylemek istersiniz? İddia edildiği gibi gerçekten bu iki eğitim kurumunun müfredatları DAİŞ'e terörist yetiştirecek şekilde mi?

Bu temcit pilavını ısıtıp ısıtıp bu milletin önüne koyanları, açgözlü tüccar hırsıyla fırsatçılık yapmayı bırakıp dürüst davranmaya davet etmekten başka söyleyecek bir söz bulamıyorum. Dürüst olsunlar ve kendi heva ve heveslerini din diye pazarlayabilmek uğruna bu milletin asırlık müktesebatını itibarsızlaştırmaya çalışmaktan vazgeçsinler. İdeolog mu, yoksa ilim adamı mı oldukları konusunda bir karar vermelidirler. Kendi ideolojisini iktidar yapabilmek için kendi ideolojisi dışındaki hiçbir fikre, yaklaşıma, inanca hayat hakkı tanımamak, kendisi dışındaki herkesi ve her şeyi itibarsızlaştırmak ideologların işidir. İlim adamı her şeyden önce 'haddini bilen' adamdır. Kendisi gibi düşünmeyenlere saygı duymasa da, saygısızlık da etmez. İhtiyatlıdır; kendisini mutlak doğrunun tek adresi olarak göstermez. Hangisi olduklarını açıkça söylesinler ki, bu millet de kendilerini tanısın ve ona göre muamele etsin.

BİZE ULAŞIN