Turgay Bakırtaş: İki ile üç arasında

İki ile üç arasında
Giriş Tarihi: 7.7.2015 14:57 Son Güncelleme: 7.7.2015 16:33
Turgay Bakırtaş SAYI:15Temmuz-Ağustos 2015
Bu hikâyede yer alan hiç kimse suçlu değil, hiç kimse masum değil, hiç kimse şeytan değil, hiç kimse melek değil. Bu roman yalnızca aşka ‘düşen’ ve ona karşı koyamayarak oradan oraya sürüklenenlerin hikâyesini anlatıyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. "Yeterince yaşa ve nefret ettiğin şeye dönüştüğünü gör." Bu cümleyi yıllar evvel bir kitapta okumuştum. Ancak hangi kitaptı, kime aitti, alıntı mıydı yoksa özgün içerik miydi hatırlamıyorum. Hatırlatmasını umduğum sanal mecralar da bugüne değin yardımcı olmadılar. Aslında zihnimin bir uydurması olduğuna karar verip "Bu söz bana ait!" deyinceye kadar hatırlama çabalarıma devam edeceğim.

Bana bu cümleyi tekrar hatırlatan, Fransız yazar Andre Maurois'in 1928'de yayınlanan romanı İklimler'in başkarakteri Philippe Marcenat oldu. Daha çocukken zihninde yarattığı 'kusursuz sevgili' idealine, dolayısıyla arzuladığı mutluluğa kavuşması çok vaktini almayan Philippe'in, yine bu ideal tarafından zehirlenişini ve yok oluşunu okurken yeniden aklıma düşmesi boşuna değil.

İklimler bir aşk hikâyesi. Daha doğrusu kesişim kümesinde Philippe'in yer aldığı üç kişilik iki aşk hikâyesi. İlk yarısında Isabelle'e yazdığı mektup dolayısıyla Philippe'in ağzından Odile; ikinci yarısındaysa Isabelle'in ağzından Philippe anlatılıyor. Her bir karakterin (ama en çok da Philippe'in) ağır ve bunaltıcı dönüşümünün yıllara yayılan hikâyesinde kendimizden bir şeyler bulmamak için aşktan uzak bir ömür yaşamış olmak gerekiyor.

Philippe, ilk gençlik çağındayken Küçük Rus Askerler isimli romanda okuduğu bir bölümün etkisinde kalıyor. Romanda bir grup liseli erkek bir oyunda kendi kendilerine ordu oluşturuyor ve 'güzelliği tarifsiz' bir kızı kendilerine kraliçe yapıyorlar. Delikanlılar her hareketleriyle, başarılarıyla, tavırlarıyla kraliçelerinin gözüne girmek istiyor. Bu roman, Philippe'in karşı cinsten beklentilerini etkiliyor ve yaşamı boyunca 'kraliçem, amazonum' diyebileceği güçlü (ve elbette güzel) kadını aramaya başlıyor. Odile'le tanışana kadar birkaç defa aradığı kadına ulaştığını zannediyor; ancak her defasında 'sıradan' erkeğin arzularına kapıldığını fark ediyor ve kendinden nefret ederek arayışına yeniden başlıyor.

İdeal sevgiliye dair net düşünceleri olan Philippe'in 'aşk' hususuna pek de kafa yormamış olması hikâyenin, dolayısıyla da erkeklerin en büyük ironisine işaret ediyor. Erkek zihni için 'aşk ve kadın' neredeyse 'güneş ve ışık' ya da 'kâğıt ve yazı' kadar birbiriyle ilintili kavramlar. Aşkı kadınla birlikte gelen, onun parçası olan bir kavram olarak görme eğilimi, çoğu erkeğin aşka dair ne kadar anlam varsa tek tarafa, yani kadına yüklemesine sebep oluyor. Kendisinin de bu ortaklıkta yüzde 50 hissesi olduğunu bilen ve buna göre davranan erkek çok az. Kim bilir, belki bu da aşkın doğasındandır.

Philippe'teki bu eksikliğin farkında olan kadınlar, ona "Siz de bir gün aşkın ağına düşersiniz" dediğinde, aşkın 'içine düşülen' bir duygu olduğu gerçeğiyle karşılaşıyor kahramanımız. Ne var ki bu gerçek onu pek etkilemiyor. Henüz içine düşmediği bir gerçekten etkilenmeyişi de bizi pek şaşırtmıyor haliyle.

Daha sonra Philippe İtalya'ya gidiyor ve orada karşılaştığı Odile'e görür görmez âşık oluyor. Odile'in de karşılık vermesiyle aşkları kısa zamanda derinleşiyor. Philippe, ilişkilerinin ilk haftalarında kendisini bir şövalye gibi hissediyor.

Odile'e kol kanat germe, onu koruma içgüdüsü baskın geliyor. Bu da bir erkeğin âşık olduğunda gösterdiği klasik reflekslerden biri aslında. Bir aşk romanı incelemesinde kullanmak için doğru bir örnek mi bilmiyorum ama hayvanlar âlemindeki birçok 'dişiye kur yapan erkek' davranışı da aşağı yukarı böyle bir şey. Güçlü olan, rakiplerini korkutan, kızı alır.

Odile'in olağanüstü güzelliğinin yol açtığı şövalyelik duygusu yerini zamanla ölçüsüz bir hayranlığa bırakıyor. Giydiği her kıyafet, aldığı her çiçek, yürüyüşü, hatta mobilyaları yerleştirişi bile Philippe'in bakışında hep çok ince bir zevkin ve zarafetin ürününe dönüşüyor. Öyle ki sıkı bir kitap okuru olmakla yetinmeyip kitapla ilişkisi olmayanları insan yerine koymayacak kadar küçümsemeye meyilli Philippe, Odile'in kitaplarla zayıf bir ilişkisi olmasıyla ilgilenmiyor. Maurois, Philippe'in bu tavrı üzerinden aşka dair yaygın ve köklü bir inanışa farklı bir açıdan bakıyor aslında. Malum, hemen her kültürde aşkın gözünün kör olduğuna dair kalıplaşmış sözler vardır. Âşık insanın 'gözünün hiçbir şey görmediği' sanılır. Ama aksine, tüm dikkatini olabilecek en üst seviyede sevdiğine yönelten kişinin kör gibi davranması mümkün değildir. Kendisi için her şeyden önemli olanı bulduğuna inanan kişinin buna odaklanması ve çok iyi gördüğü kusurlara ilgisiz kalmasıdır mevzubahis.

Bu noktadan sonra yazar, Philippe'in 'sersem âşık' figüründen 'şüpheden çıldıran koca' rolüne geçişine hazırlıyor okuru. Her iki tarafın ailesinin de itirazlarına karşın evleniyorlar. Başlarda yolunda giden evlilik, Philippe'in yalnızca kendisine ait olmasını umduğu Odile özgürlüğünden taviz vermeyince sıkıntılı bir sürece giriyor. İstediğiyle, istediği saatte gezip eğleniyor Odile. Bunu bir aykırılık, argo tabirle 'gıcıklık' olsun diye değil, sadece canı öyle istediği için, öyle yapmaktan hoşlandığı için yapıyor. Ne var ki Odile'in bu serbestliği Philippe'i olur olmaz şüphelere, çoğu zaman masum olan Odile hakkında olmadık vehimlere kapılmaya itiyor. İçinde biriken şüphe ve kıskançlığın patlama noktası, karısının bir gün saat iki ile üç arasında nerede olduğunu ve ne yaptığını söylememesi oluyor. Odile hem bu soruya cevap vermiyor, hem de daha sonra kocasına onlarcasını daha sordurtan kıskançlığı umursamıyor. Bir gün, kadınları kolaylıkla avucunun içine almakla, fakat onlara değer vermemekle nam salmış François adlı bir deniz subayıyla tanışıyorlar. Odile, kocasının görür görmez nefret ettiği François'ya gönlünü kaptırıyor. O günden itibaren Philippe'in şüphe ve kıskançlık dolu günleri katlanarak çoğalıyor. Sonunda ayrılıyorlar ve François ile evlenen Odile, bir süre sonra içine düştüğü bunalımdan kurtulamayarak intihar ediyor.

Aşkın, duygularımız üzerindeki karşı konulamaz etkilerinden bir diğerini yine Odile'den ayrılan Philippe'de görüyoruz. Yazar bu kez de 'gözden ırak olan gönülden de ırak olur' anlayışını yıkıyor. Maurois'e göre uzak kalınan sevgilinin tüm huysuzluklarını, dırdırını, kıskançlık krizlerini zamanla unutuyor, buna mukabil onda sevdiğimiz, bağlandığımız ne varsa yüceltiyoruz. Aşkın şiddetine göre bu uzak kalış sevgiliyi bir efsaneye bile dönüştürebiliyor. Özlem daima bıkkınlığa galip geliyor.

Romanın ilk kısmında yaratılan atmosfer, okurun zihninde sorumsuz, uçarı, hoppa bir Odile portresi oluşmasına neden oluyor. Odile'i yalnızca Philippe'in öznelleşmiş bakışıyla gördüğümüz için ondan neredeyse nefret ediyor, intihar etmekle layığını bulduğunu düşünüyoruz. Fakat Isabelle'in gözünden anlatılan ikinci bölüm yargılarımızı tersine çeviriyor. Odile'de, dolayısıyla kadında gördüğümüz tüm 'şeytanlık', rollerin değişmesiyle birlikte erkekte vücut buluyor. Maurois'in romanını benzerlerinden ayıran en önemli nokta burası. Alman filozof Arthur Schopenhauer'un kadını neredeyse şeytanlaştıran aşk felsefesi birçok büyük edebiyatçıyı (ki bunların başında Tolstoy geliyor) derinden etkilemişti. Bu etki altında yazılmış çok sayıda roman ve hikâyenin merkezinde, erkeğe dünyayı dar eden, sadakatten nasibi olmayan bir kadın bulunuyordu. Maurois, Odile'in şahsında okurda uyandırdığı öfkenin tamamını, romanın ikinci bölümüyle birlikte Philippe'e yönlendiriyor. 'Yeterince yaşayan' Philippe, bir vakitler kendisini acılara sürükleyen kadına dönüşüyor.

Isabelle, öne çıkmaktan, dikkat çekmekten hoşlanmayan; sessiz, soğukkanlı, kendisine ilgi gösteren erkeklere yüz vermeyen bir kadın. Philippe, zihnine kazınmış ideal sevgiliyle (Odile) hiçbir benzerliği bulunmasa da Isabelle'in aşkına karşılık veriyor ve evleniyorlar. İlişkileri başlarda huzur dolu olsa da Philippe gün geçtikçe içinde bulunduğu durumdan sıkılmaya, mutluluğu Odile'e benzeyen, kuzeni Renee'nin deyişiyle 'kendisine acı verecek kadınlarda' aramaya başlıyor. Gördüğü tüm eksiklik ve kusurları Isabelle'in yüzüne çarpıyor. Buna karşın Isabelle geri çekilmek yerine kocasının istediği kadın olmaya çalışıyor, sevdiği adam uğruna kendi kişiliğini yok etmeye razı oluyor.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: İnsan karakterinde böylesi dalgalanmalar yaratan etken bizatihi aşk mıdır, yoksa aşkın tetiklediği hırs, kibir, öfke, şefkat, tutku vs. gibi duygular mı? Maurois'in kahramanlarının dönüşümüne baktığımda, Avrupa'yı baştanbaşa fetheden Napolyon'un, sıra Rusya'ya geldiğinde nasıl da 'kendi gibi' davranamadığı ve felaketini hazırladığı geliyor aklıma. Tolstoy'un Savaş ve Barış'ta iddia ettiğine göre Napolyon'un böyle davranmasının başlıca sebebi başında bulunduğu ordusuydu. Maurois'in karakterlerinde ise bu ordu 'aile' oluyor. Isabelle'in Philippe uğruna okurun sinirini bozacak denli silikleşmesi başta anlamsız gelse de yazar bunun köklerine inerek bizi ikna ediyor ve romanda sıkça vurgu yaptığı aile kurumunun kişiliğimize ne denli kalıcı izler bıraktığını gösteriyor. Hikâyenin birçok yerinde Philippe'in davranışları için "Tam bir Marcenat" deniyor örneğin. Aileye has birtakım karakteristik özelliklerin en karmaşık duygu durumlarında bile kendini bir biçimde belli ettiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Keza Odile'in babasının anlatıldığı kısacık bölümde de karşımıza tıpkı Odile gibi rahat, gamsız bir adam çıkıyor. Isabelle ise karakterini neden bu kadar geri planda tuttuğunu şu sözlerle anlatıyor romanda:

"Beni sevdiklerini söyledikleri zaman bir türlü inanamıyordum onlara, annemin "Yazık ki çirkinsin" sözü hemşirelik yaşamım sırasında çok yalanlanmıştı, gene de bir türlü çıkmıyordu içimden. Kendime güvensizliğim çok derindi hâlâ."

Philippe, Isabelle'de bulamadığı amazonu Odile'den çok daha özgür ruhlu Solange'da buluyor. Başta bu ilişkiye ısrarla direnen Isabelle, kocasının mutluluğu için Solange'a bile razı oluyor. Hatta birbirlerinden uzaklaştıkları dönemlerde onları bir araya getirmeye çalışıyor. Ancak uzayıp giden ve bir türlü daha ileriye taşınmayan bu ilişki Solange'ın başka biriyle 'ilgilenmesi' yüzünden yarım kalıyor. Bu maceranın ardından Philippe tekrar Isabelle'le yakınlaşıyor. Ta ki amansız bir hastalığın pençesine düşünceye kadar…

İki farklı kadınla aşkın iki farklı iklimini yaşayan Philippe'in hikâyesi, aşk üzerine bugüne dek yazılmış en 'adil' edebiyat eseri olabilir. Çünkü bu hikâyede yer alan hiç kimse suçlu değil, hiç kimse masum değil, hiç kimse şeytan değil, hiç kimse melek değil. Bu roman yalnızca aşka 'düşen' ve ona karşı koyamayarak oradan oraya sürüklenenlerin hikâyesini anlatıyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Ve yazarın hikâyesini bitirirken söylediği gibi, yazgılarımızla isteklerimiz hemen her zaman çelişiyor.

TURGAY BAKIRTAŞ KİMDİR?
İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji bölümünde lisans öğrencisi ve sonpeygamber.info sitesinde editörlük yapmakta.

BİZE ULAŞIN