Sena Subaşı: Distopyaya dönüşen ütopyalar

Distopyaya dönüşen ütopyalar
Giriş Tarihi: 14.3.2020 15:36 Son Güncelleme: 14.3.2020 15:36
1500’lü yıllardan itibaren düşünürlerin farklı zamanda kurguladıkları ütopyaların hiçbiri aradan beş-altı yüzyıl geçmesine rağmen gerçek olmadığı gibi kurguladığı ideal dünyaya yaklaşamadı bile. Ama tasarlanan distopyaları bir bir yaşıyoruz. Hatta bazı ütopyalar düpedüz distopyaya dönüştüler.

2020'ye henüz yeni girdiğimiz şu dönemde hemen her yerde duyuyoruz: "2020, bit artık!" Fazlasıyla kötü geçen bir yılın sonunda beyaz bir sayfa açarak, yeni umutlarla girdik yeni bir seneye fakat yine umduğumuzu bulamadık. Üstelik tatsız, endişe verici haberlerin ardının arkasının kesilmediği bir zaman dilimi içerisindeyiz. Aslında durum şöyle: Yaşadığı dönem insana hep "En kötü çağa biz denk geldik" dedirtir; hiçbir devrin insanı kendi zamanının bir öncekinden iyi olduğunu düşünmez.

Eminim 1915'te, 1939'da ya da herhangi bir yılda yaşayan bir genç de bir an önce o senenin bitmesini hayal ediyordu.

Böyle bir noktada, en yumuşak tabirle insanların memnuniyetsizliklerinin tavan yaptığı yerde ütopyalar karşımıza çıkar. 1500'lü yıllarda Thomas More'un Ütopya'yı yazarak bu kavramı hayatımıza sokmasının sebepleri vardı kuşkusuz: O dönem de pek parlak geçmemiş olacak ki More, tüm bu sıkıntılardan kaçıp eşitliğin ve özgürlüğün temel düstur olduğu ideal bir ülke, bir Ütopya adası tasarladı. Adada yaşayan herkes istediğini yapabiliyordu ve buna rağmen herkes çok mutluydu çünkü burada eşitsizlik, hoşgörüsüzlük yoktu.

Sosyalist hayalin acı sonu

Kurgudaki bu ideal ülkenin aksine gerçek hayatta bu atmosferin tam zıddını yaşayanlar için iki seçenek söz konusuydu: Düzeni değiştirmek ya da hayallere sığınmak. Değiştirmek pek mümkün olmayınca insanlar mevcut düzeni iyileştirmekten ziyade kaçıp tamamen uzaklaşmak istediler. Bu yüzden o dönemde insanların huzur içinde yaşadığı, düzenin keskin kurallarla sağlandığı, savaşın, ölümlerin olmadığı, zenginlik ve bolluk içinde bir "ada" ütopyasına sığındılar.

Ancak insanlar her zaman bir adaya ya da başka bir hayali gezegene sığınmadılar; bazen de mevcut gerçekliği bir şekilde değiştirmeye ve iyileştirmeye çalıştılar… Kendi ütopyalarını gerçekleştirmek için… Yapılan icatlar, devrimler daha güzel bir gelecek hayalinin ürünü olarak ortaya çıktı ama devrim yapmak bu ideali gerçekleştirmenin yollarından biri, belki de en etkin yoluydu. Bazen ütopyaya sığınmak yerine ütopyalarını gerçekleştirmek için kolları sıvayıp devrim de yaptılar.

Kaçmak, bir adaya ya da başka bir gezegene yerleşmek yerine içinde yaşadığı toplumu yeniden inşa etmek, daha iyi bir devlet düzeni kurgulamak isteyen idealistler de çıktı. Karl Marx bunlardan biriydi mesela. Yaşadığı çağ, emeği sömürülen milyonlardan oluşan dev bir işçi sınıfının dönemiydi.

Marx'ın kurmak istediği ideal devlette özgürlük, eşitlik ve mutluluk kavramları bu sistemin yapısını oluşturan temel faktörlerdendi ama öncelikli olan mevcut kapital düzene yapılacak olan bir devrimdi. Devrimden sonra devlet kurumu yok olacak ve böylece sınıf farklılıklarının olmadığı, kimsenin kimseyi sömürmediği eşit ve özgür bir toplum meydana gelecekti.

Marx böyle hayal etmemişti

Marx'ın düşüncesine göre; dünya tarihi, sınıflar arasındaki savaşların tarihiydi, dolayısıyla sınıflar ortadan kaldırılırsa tarihin de sonu gelecekti. Marx böylece, devletsiz ve sınıfsız yeni bir dünya ideali ortaya koydu. Sosyalizm, koskoca bir toplumsal sınıfın, işçi sınıfının ütopyasıydı.

Marx'ın bu ütopyasını hayata geçirdiğini ileri süren iki devlet çıktı; Çin ve Sovyetler Birliği. Her ikisi de çok köklü büyük devletlerdi. Peki, bu dev ülkeler Marx'ın "dünyayı kurtaracak olan" ütopyasını gerçekleştirebildi mi? Bu devletlerde gerçekten sınıflar ve çatışmalar ortadan kayboldu mu?

Pratikte sosyalizm Çin'i yöneten tek parti ve dünyanın en büyük siyasi partisi olan Çin Komünist Partisi ülkesinde son derece katı bir rejim ve oldukça katı kurallarla biliniyor.

Çin, bilindiği gibi dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri fakat ülkede gelir eşitsizliği ve yoksulluk gitgide artmakta. Dünyanın en zengin 500 kişisinin 38'i ise Çinli.

Ancak gelir dağılımı geçmişte olduğu gibi Çin'in ekonomide liberalleştiği bu dönemde de pek parlak değil. Toplumun bir kesiminin zenginleşip diğer kesimlerinin iyice fakirleşmesi ise düpedüz komünist sisteme fazlaca aykırı bir durum... Üstelik işçi sömürüsünün en fazla yaşandığı ülkelerin başında geliyor aynı Çin.

Ülke ekonomide dünyayı kasıp kavuruyor olabilir ama "Made in China" hikâyesinin arka planını herkes biliyor. Sınıfsız, eşitlikçi bir toplum oluşturma idealinden yola çıkıp son derece katı ve totaliter bir rejim kuran Çin günümüzde adeta distopya filmlerinden fırlamış bir ülke görüntüsü veriyor.

Emir büyük yerden: "Mutlu olma!"

Sovyet Rusya ise topluma "Mutlu olma!" emrinin dahi verildiği, devletin ve devlet yöneticilerinin her şeyin üzerinde olduğu bir dönem yaşadı. Özellikle Stalin ile birlikte. Çarlık rejimini yıkan Ruslar sosyalizmle birlikte sınıfsız toplum hayali kurarken devlet, başlı başına bir sınıf hatta en ayrıcalıklı sınıf hâline geldi. Hâliyle çatışma da devlet-halk sınıfları mücadelesi olarak devam etti.

Çin de Sovyetler Birliği de ülkelerinde barış ve özgürlük idealini merkeze alan bir ideolojiyi esas aldılar fakat buna rağmen her ne kadar iki ülke ekonomisi çok gelişmiş olsa da halkları esaret ve sefalet içerisinde yaşamaktan kurtulamadı. Marx pek de böyle hayal etmemişti. Gerçekte birilerinin ütopyası başka birilerinin distopyası oldu.

Dünya tarihinin belki de en çarpıcı zaman dilimi olan 20'nci yüzyıl onca olayın içinde sosyalist devletlerin kuruluşuyla ütopya olarak doğan komünist ve sosyalist teorilerin uygulamada bir distopyaya dönüşmesine ve bazılarının yıkılışına şahitlik etti.

Albert Camus'nün şöyle bir sözü var: "17'nci yüzyıl matematiğin çağıydı; 18'inci yüzyıl doğa bilimlerinin; 19'uncu yüzyıl biyolojinin cağıydı. Bizimkisi, yani 20'nci yüzyıl ise korkunun çağıdır. (...) Gerek benim kuşağımın insanları gerekse bugün işletmelere ve fakültelere girmekte olan insanlar köpekler gibi yaşadılar ve yaşamaktalar."

Sanayileşmeye başlamış, kapitalizmle beraber insanların üzerinde bir baskı kurmuş bir sisteme sahip toplumların yaşadığı binlerce sosyal problemin yanı sıra milyonlarca insanın can verdiği iki koca savaşa sahne oldu anılan bu dönem. Tüm bunların yanı sıra şiddet ve korku psikolojisinin hâkim olduğu bir çağ; hâliyle "korku ve umutsuzluk çağı" demekle aslında pek de haksız sayılmaz Camus.

Rüyalarda görülen Amerika

Umuttan çok umutsuzluk, özgürlükten çok korku ve ütopyadan çok distopyaya evrilen bir dönemdi bu. Umutsuzluğun hâkim olduğu noktada distopyaların artış göstermesi kaçınılmaz bir sondur elbette. Koskoca yüzyıl; savaşlarıyla, salgın hastalıklarıyla, küresel krizleriyle, totaliter ve baskıcı rejimleriyle başlı başına bir distopya çağı olarak kaldı akıllarda.

Ütopya olarak başlayıp distopyaya dönüşen çağın akımları bu kadarla kalmadı tabii ki. Hollywood filmleri ve televizyon dizileriyle nesilleri peşinden sürükleyen bir "Amerikan rüyası"na kapıldık uzun bir süre. Fırsatlar ve özgürlükler ülkesi, büyük kahramanlık hikâyelerinin anavatanı, refahın, hoşgörünün, modernliğin, eğlencenin ve paranın dünyadaki karşılığıydı Amerika ve dolayısıyla kapitalizm. Dünyanın geri kalanı için bir ütopyaydı; adeta Thomas More'un adasıydı.

Büyük bahçeli ve müstakil bir evde yaşayan, garajında birden fazla arabası ve bir de köpekleri olan mutlu, huzurlu çekirdek aile betimlemesini hatırlarız. Ya da New York ve Los Angeles gibi büyük ve gelişmiş metropollerin caddelerinde kafelerinde şık bir biçimde neşeyle oturan ve sınırsız eğlenme özgürlüğüne sahip gençleri de.

Yoksulluk içinde geçen hayatlar ya Amerika'ya gidince ya da yaşadığımız ülke Amerika'ya dönüşünce kaybolacaktı. Hollywood yapımlarında izlediğimiz kasaba ve metropollerde yeni bir hayat kurulacak, başarı basamakları bir bir tırmanılacaktı. Artık Amerika insanların başını döndürüyordu; herkes bir an önce "sınırsız iyilik ve özgürlük vaat eden" bu "ideal" hayata adım atmanın çabası içindeydi.

Hem "ideal" hem "yasaklar ülkesi"

Afro-Amerikalıların verdiği özgürlük mücadelesi, ülkenin girdiği savaşlar, öldürdüğü insanlar, açlık ve yoksulluk, ekonomik problemlerin üzerini örtmeyi başaran ABD özgürlük kandırmacasıyla bu ütopyayı çok uzun bir süre devam ettirdi. Kaçak yollardan ülkeye giriş yapan göçmenler içinse bu rüyanın bir kâbusa, ütopyanın bir distopyaya dönüşmesi pek de vakit almıyordu oysa. Ortada büyük bir kandırmaca olduğunu ancak yaşayanlar anlayabildi. Şimdi ise tek bir kimse bile "Amerikan rüyası"ndan bahsetmiyor.

İnsanlara ideal bir ütopya olarak sunulan sadece "Rüya ülkesi Amerika" ile sınırlı değildi. Bazen de onun neredeyse tam zıddı ütopyalar pazarlanıyordu. Bu pazarlama çabası herkesin her yeri gördüğü iletişim çağında, günümüzde bile mevcut. Bazı haber kaynaklarında "Ütopya gibi bir ülke: Küba" başlığıyla yazılan bir sürü yazıya denk geliyoruz. "İşsizlik ve evsiz insan yok, eğitim ve sağlık harcamaları ücretsizmiş ve herkes çok mutlu" diye de bitiyor bu yazılar.

Komünizm ülkesi Küba'da bir garson ve bir milletvekilinin maaşının eşit olduğu söyleniyor. Tabii, maaşların ne kadar olduğu yazmıyor ya da evlerin, mağazaların, kafelerin, her şeyin devlete ait olduğu da. Sokaklarda mutluluktan dans eden insanlar daha sık gösterilse de açlıktan hırsızlık yaparak geçimini sağlayan insanları da saklamak mümkün değil oysa. Genel olarak ülkeye koca bir yasaklar ülkesi diyebiliriz. Her kurumun devlete ait olması bile ideal bir ülkeyi değil, distopyayı andırıyor.

Hiç de parlak olmayan koca bir yüzyılı geride bıraktıktan sonra içinde yaşadığımız çağa ne gibi bir ad koyarlar bilemeyiz ama bir öncekinden farksız betimlemeler kullanmayacak gibiyiz. Teknolojinin çıkış noktası insan hayatını kolaylaştırmak ve insanı daha da özgürleştirmekti. 21'inci yüzyıla geldiğimizde teknoloji vaatlerinin bir kısmını gerçekleştirdi, birkaç küçük fazlalıkla beraber.

Dev bir gözetleme toplumu

Robotların dünyayı ele geçireceği, insanların yapay zekânın kölesi olacağı, dünyanın sonunun geleceği ve sadece zenginlerin başka bir gezegende yaşamına devam edeceği gibi başlıklar son dönem distopya romanlarına ve filmlerine en çok konu olan başlıklardan birkaçı.

Hepimiz bu konularda endişeliyiz fakat yakın gelecekte bunların mümkün olmayacağını düşünüp o filmleri keyifle izliyoruz. Fakat hayatımızı kolaylaştırmak vaadiyle hayatımıza giren teknolojiyle geçmişteki distopyaların hemen hepsinin bir bir gerçekleştiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bazen rutin hayatın içinde şaşırmış bir şekilde "Big Brother"ı anarken buluyoruz kendimizi. Teknolojiyle beraber dev bir gözetleme toplumunun içindeyiz aslında. Sokaktaki binlerce güvenlik kamerasıyla attığımız her adım kayıt altına alınıyor, sosyal medyayla sayısız insan her gün bizi izliyor.

Başkaları tarafından denetlendiğimiz bu çağda biz de kendimizi sürekli kontrol altında tutuyoruz ve denetliyoruz. Bu denli yapay zekânın olduğu bir çağda özgürleşmekten söz etmemiz mümkün değil; olsa olsa esaretten, bir robota dönüşmekten konuşabiliriz. Black Mirror dizisi bize "Aslında tam da bunu yaşıyoruz" dedirtiyor.

Sosyal medya "like"larına göre hayatımızı idealize etmeye başlayalı uzun zaman oldu. Klavye başındakilere kendimizi bir türlü beğendiremediğimiz için siber zorbalıklara yeltenenlerimiz hiç de az değil.

Siber zorbalıkların neticesinde sosyal medya intiharlarına bile şahit oluyoruz; bazen yaşamına canlı yayında son verenleri bir dizi izler gibi hayretle seyrediyoruz.

Teknoloji özgürlüğe mani mi?

Geçtiğimiz günlerde en enteresan teknolojilerden birine şahit olduk. Sanal gerçeklik gözlüğüyle, ölen kızıyla bir parkta buluşan anneyi izledik. Kızını yıllar sonra tekrar görünce ağlayan anne "Belki de bu bir cennet" cümlesini kuruyor ama bir başka açıdan bir cennetten çok bir distopyanın gerçekleşişini de görmüş olduk.

Teknolojiyle bir bakıma gözetleme, denetleme, yargılama özgürlüğüne tanık olduk fakat aynı şekilde bunların nesnesine de dönüştük; istediğini düşünme, istediğin gibi yaşama, istediğini yazma hürriyetini getirdiğini söyleyebilir miyiz teknolojinin? Mesela, her an bir yerden bir linç girişimi gelebilir. "Herkes bir gün ünlü olacak" deniliyordu ve şu dönemde o ünün sosyal medya linçiyle gelmesi bile mümkün.

1500'lü yıllardan itibaren düşünürlerin farklı zamanda kurguladıkları ütopyaların hiçbiri aradan beş-altı yüzyıl geçmesine rağmen gerçek olmadığı gibi kurguladığı ideal dünyaya yaklaşamadı bile. Ama tasarlanan distopyaları bir bir yaşıyoruz. Hatta bazı ütopyalar düpedüz distopyaya dönüştüler. Belki de tüm ütopyalar sahiden de bir distopyadır. Muhtemelen Thomas More da böyle hayal etmemişti.

BİZE ULAŞIN