Zeynel Yaman: Aynı hayatın parçasıydık üzerimize hikâye yazdılar

Aynı hayatın parçasıydık üzerimize hikâye yazdılar
Giriş Tarihi: 23.9.2019 15:03 Son Güncelleme: 23.9.2019 15:04
İçeriği tam olarak doldurulamamış tanımlar üzerınden bugüne, hatta geleceğe zapt koymak, nostaljik bir romantizmden daha ziyade hegemonik baskıdan başka bir şey değildir.

Yeryüzünde ilk adımın atıldığı günden beri elinin değdiği her yeri kendi mülkü addeden insanoğlu, aidiyet ve sahiplik duygusunu çevresine dikte etme konusunda en şedit canlıların başında gelir. İhtiyacı olandan fazlasına hükmetme ve konforu için başka konforları gasp etme konusunda da son derece acımasızdır. Ancak güç ve imkânları azaldığında karşısındakine boyun eğmek zorunda kalması, geçmişinde yatan medeni ve cismi hoyratlıkların kaçınılmaz sonucudur. Hep kendisinin güçlü olduğu dönemdeki şartların baki kalmasını ister.

Kimi için geriye dönük hoş bir hatıra olarak görünen zaman dilimleri, başka pencerelerde gözü yaşlı dramların yâd edilmesidir. Türkiye'nin kuruluş hikâyesini okurken oluşan sevgi ve nefret, yeni talep ve beklentilerin önünde bir duvarın harcını karmaya devam ediyor. Hataları kabullenerek geleceğin dilini inşa etmek yerine geçmişin sloganlarıyla beslenen vicdansız infaz sahiplerinin sonu, kavanozda kendisini zehirleyerek yaşamını sona erdiren akrebin akıbeti gibi olacağa benziyor. Herkes takkesini önüne, elini vicdanına koyup, kendisine dışarıdan bakmayı öğrenmek zorunda… Zira bizim bizden başka kurtaranımız yok.

Tarihin geniş dilimlerinde yaşanan gerilimler ve paylaşımlara baktığımızda, aslında paylaşma ve birlikte yaşama arzusunun doyuramadığı kavimlerin yarattığı trajedileri görürüz. Başkasına muhtaç olmayı bir zayıflık olarak görmemizin yegâne nedeni, muhtaç olanın yok olmak zorunda kaldığı gerçeğinin hâlâ geçerli olmasından kaynaklanıyor.

20'nci yüzyılın ilk çeyreğinde, dünyanın efendisi rolüne soyunan İngiltere ve yoldaşlarının başlattığı trajedi, geriye milyonlarca ölüm ve yıkımdan başka bir şey bırakmadı. 17'nci yüzyılda kendi topraklarında yaşadıkları dramın aynısını, İslam dünyasının mümbit ülkelerine taşımayı sinsice başaran güçler, hastalıklı olsa bile büyük bir cüsse olarak hâlâ ayakta durabilen koca bir gövdeyi, lime lime etmeyi başardı.

Balo salonundaki devlet

En gelişmiş silah ve ordularla geldikleri topraklarda, kendi tayin ettikleri kişilere adrese teslim ülkecikler kurdular. Bin yıllık bir beraberliğin 20 yıl içinde eriyip gitmesinin sebebi, ne kadar öldürücü olsa bile tabii ki dışarıdan gelen darbede aranamaz. Sizi bir yapan paradigmanızın aldığı hasarlar, artık onarılamaz seviyeye gelmişse, ya yeniden ihya edecek dinamikleri kurmak gerek ya da çaresizlik içinde kaderin ellerine teslim olmak…

Yedi düvelin kuşattığı Osmanlı'dan ortaya çıkan Türkiye'nin kurtuluş hikâyesi, kaderle ölüm güreşine tutuşan bir halkın topyekûn savunmasıdır. Anadolu'nun, düşmandan fiziken temizlenmesinin ardından kurulan Cumhuriyet, yeni yüzyılın yeni sesi olarak kabul görmüştü. 23 Nisan 1920 Cuma günü, dualarla açılan meclis, yeni bir can suyu olarak heyecan yarattı.

Ancak yeni kurulan Cumhuriyet'in içerde ve dışarıda yaşadıkları, istikamet ve yöntemlerini de belirlemesinde etkili oldu. Koca bir imparatorluktan küçük bir toprak parçasına tutunmak zorunda kalan yönetimin, meselelere getirdiği keskin ve radikal yaklaşımlar, dar çevreler içinde olağanüstü addedilerek başarı hanesine yazıldı.

Militarist kadroların, Namık Kemal, Ziya Gökalp gibi önceki dönem aydınlarından aldıkları ilhamla, eğitimden, dinî hayata, devlet yönetiminden sosyal düzene kadar "mükemmel" kurguyla başlattıkları süreç, savaşın yaralarını sarmaya çalışan Anadolu'dan başka türlü görünüyordu. Falih Rıfkı Atay'ın üvey kızı Mina Urgan'ın anılarında, "Devlet bir balo salonundaki kalabalıktan oluşuyordu" dediği kimseler, yeni bir dünyanın kapılarının açıldığına inanıyordu. Oysa balo salonundaki o güzel şarkılar, o kadehler dışarıdaki hayat içinde kaç cürümlük yer tutuyordu kim bilir…

Nostalji merhem olabilir mi?

Amacımız tarihi bilgileri geçmişin tozlu sayfalarından çıkarıp yeniden hatırlatmak veya yeni tartışmalar açmak değil… Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden geçen yıllar içinde, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, darbeler, Körfez Savaşı ve ABD'nin son işgali gibi gelişmeler yaşandı. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de araçlar, idealler ve beklentiler eskiye göre her alanda değişti. Darbe ve siyasi fetret dönemleriyle birlikte yaşanan ekonomik ve sosyal gelişmeler, köylerden şehirlere gelişi artırmakla birlikte, sosyolojik ağırlık merkezlerinde de kabuk değişimlerine yol açtı.

Uzaktan gelen bir ses gibi duyulmakta zorlanan Anadolu'nun kimilerini rahatsız eden sedası, koca şehirlerin içinde ahenk buldu. Elbette sırtında döşeği ve tahta bavuluyla şehre gelen de bu ülkenin insanıydı. Hem de öyle bir insan ki yüreğinde koca bir ülkeyi saracak kadar sevgi ve cesareti barındırıyordu.

Dünyada güçle var olabilen hiçbir irade yoktur ki, ilelebet payidar kalsın. Birlikte yaşadığı insanları ikna etmeden güce kavuşan her fikir, iktidarı ele aldığı gün kendi sonu için sürenin başlayacağını bilmelidir. Ya dönüşmek, ya uzlaşmak, ya da empati yaparak değişmek zorunda kalması kaçınılmazdır. Türkiye Cumhuriyeti hem cephede, hem siyasi arenada yetişmiş kimselerin eliyle kurulan, hangi aşamada ne yapacağını bilen kimseler tarafından yeniden inşa edilmişti. Cumhuriyet, önceden beri devam eden devletin yeni yönetim şekli olarak belirlenmişti.

Geçmişimizde aramak için başladığımız her cümle, bugünümüzde eksik gördüğümüz bir boşluğun doldurulması için duyduğumuz sızının kelimelere dökülmesidir. Mazide başarı ve üstünlük olarak gördüklerimizi bugüne taşımak, göğsümüzü kabartan gururu bugün de hissetmek için aynı kelimeleri tekrar etmek, bazen derin çatışma ve kopuşların temelini de dinamitleyebilir. Bunun sebebi, kişisel kusur veya sosyal bozuluşlardan ziyade, ideolojik fikriyatın dönem ve kitle nezdinde karşılığının yeterli olmamasından kaynaklandığına inananların sayısının her geçen gün artıyor oluşudur.

Hegemonik baskı

Avrupa modernleşmesiyle birlikte tanıştığımız ulusalcılık, kutsallık atfedilen değerlerin yeniden tasarlanarak içselleştirilmesini salık vermiştir. Feodal bağlarından koparılarak birey hâline getirilen vatandaşların, devletin erklerine bağımlı hâle dönüştürülmesiyle yeni nesiller meydana getirilmesinin de önü açıldı. Yabancı müziklere yazılan marşlar, ırkçılığın geliştiği Batı ülkelerindeki denenmiş yöntemlerin tahviliyle açılan yol, mecmua, kültür ve sosyal elitizm içinde de direkt karşılık buldu. Örfi ve dinî bir harmanla kıvam bulan topluluğun karşı tepkileri çeşitli saiklerle bastırılarak veya asimile edilerek giderilmeye çalışıldı.

82 milyonluk bir kitlenin çok az konuda aynı hissiyatta olabilmesi mümkün görünürken, içeriği tam olarak doldurulamamış tanımlar üzerinden bugüne, hatta geleceğe zapt koymak, nostaljik bir romantizmden daha ziyade hegemonik baskıdan başka bir şey değildir. Hele hele yaşadığımız pek çok toplumsal sorun ve çatışmanın temellerinin de atıldığı dönemleri ve uygulamalarını bugüne ilaç olarak sunma gayreti içindeki bir ulusalcı nostalji yaraya merhem olabilir mi?

Herkes kendi veçhesinden geriye dönüp baktığında, farklı hikâyelerle anımsayacağı günlerden geriye baki kalan, hepimizin içinde yaşadığı bu güzide vatandır. Bu yola nereden geldiğini bilmeden, yalnızca kendi zihninden çıkan söylemlerle, eleştiriye ve taleplere kapalı yürümeye çalışılan yolun sonu herkes için çıkmazdır.
Son bin yılda defalarca çıkmaza sokulmak istenen milletin, eskimeyen değerleri ve tercihleriyle bu cenderelerden çıktığını, tarih kitapları tekrar tekrar yazıyor. Ulusalcı olarak tanımlanan kimselerin terazisinin, renk, dil, din ve örf çeşitliliğiyle mayalanmış bu bünyeyi tartabilecek hassasiyete sahip olmadığını görmesi gerekiyor.

Aç kaldığında bir tas çorba getirecek komşusunun farklılığına alışmak ve empati kurmak, bizi yeniden diri bir bedene dönüştürecek yegane iksirdir. O yüzden atalarımızın, dedelerimizin beraber kurtardığı, ninelerimizin analarımızın dokusunu yeniden beraber dokuduğu ülkemizin güncel sorunlarının ve açmazlarının yegâne çözümü olarak dünyanın ne kadar değiştiğine, şartların nereye evrildiğine bakmadan 1930'ların, 1940'lar hayalini çözüm olarak dayatan ulusalcı vatandaşıma bir çift sözüm var: "Kendi nostaljini geleceğe ipotek koyan bir giyotin olarak önüme koymadan önce beni de anla be kardeşim…" Cem Karaca'nın dediği gibi "Duvara astığın o çorapların sahibi geldi…."

BİZE ULAŞIN