Ali Abrek: Bilinmeyene yolculuk

Bilinmeyene yolculuk
Giriş Tarihi: 1.9.2015 16:30 Son Güncelleme: 1.9.2015 16:35
Ali Abrek SAYI:16Eylül 2015
Çerkesler, 150 yıldır bu coğrafyanın kaderine ortak olmuş bir halk. Türkiye toplumu tarafından çok bilinmeseler de anlatacak çok hikâyeleri var… Soykırım ve ardından gelen sürgünler, hikâyelerini anlatmamalarının da sebebi belki… Anavatanları olan Kafkasya'da yıllarca emperyal Çarlık Rusya'sına karşı yurtlarını savunan Çerkesler için 1864 yılı tarihsel bir kırılma noktası. Yıllarca süren asimetrik savaş ve ardından yaşadıkları ağır soykırım bu tarihle sembolleşmiş durumda. Gerek kelime anlamı itibariyle gerekse uluslararası hukuk açısından baktığımızda 1864 öncesi ve sonrasında yaşadıklarını soykırım dışında bir kelime ile ifade etmek oldukça güç. Net rakamlara ulaşmak mümkün olmasa da Çerkesya'nın başkenti Soçi'de bugün Çerkes yaşamadığını bilmek bile katledilen insanların yüzbinlerle ifade edilmesi için yeterli. Ayrıca sadece Çerkesya'da katledilenler ya da insansızlaştırılan bir coğrafya ile de sınırlı değil yaşanan dram.

Geçtiğimiz yıl Çarlık Rusya'sının tarihi, kültürel ve siyasal mirasçısı olduğunu her fırsatta dillendiren Putin'in Rusya'sı tarafından gerçekleştirilen Soçi Kış Olimpiyatları'nın yapıldığı Kbaada (Rusça adıyla Krasnoya Polyana-Kızıl Çayır) vadisinde, 1864 yılı Mayıs ayında gerçekleştirilen büyük Çerkes direnişinin kırılmasının ardından dönemin Osmanlı coğrafyasına sürülen Çerkesleri geldikleri coğrafyada yeni bir hayata tutunma çabası karşıladı. Sürgün yollarında çekilen sıkıntıların ve kayıpların ardından dilini bilmedikleri geniş bir coğrafyaya dağıtılan yaklaşık 1.5 milyon Çerkes'e, yıkılma dönemini yaşayan Osmanlı devletinde diaspora olmak düşüyordu. Hikayesini anlatmaktan 'aciz' bir diaspora…

İbn-i Haldun'un yüzlerce yıl önce söylediği "Coğrafya kaderdir" sözünü haklı çıkarırcasına bu coğrafyanın kaderine hızla dâhil olan Çerkesleri, II. Meşrutiyet, İttihat Terakki dönemi ve tabi en çok da Cumhuriyet dönemi etkiledi. II. Meşrutiyet'in ilk yıllarında yaşanan kısmi özgürleşme rüzgârından etkilenen, İttihat Terakki'nin Türkçü söylemlerinden ürken ve diaspora olmanın da etkisiyle 'buralı' olmak için çabalayan Çerkeslere, İttihat Terakki elitlerinin kullanışlı fedailiği rolü biçilirken, Cumhuriyet'in kuruluş dönemindeki pozisyonlarını ise 'ehlileştirilecek ilk denekler' olarak değerlendirmek mümkün.

Sürgün halk olmanın, yaşanan ağır bir soykırımın ardından geldikleri coğrafyada diaspora olmanın sonuçları aslında sadece Çerkeslere has bir durum değil. Büyük katliamlara maruz kalarak yersiz yurtsuzlaştırılmış halklar geldikleri ülkede kendilerini uzun süre misafir olarak hissederler ve 'buralı' olmak, aidiyetlerini ispatlamak için otorite tarafından kendilerine biçilen rolü oynarlar. Biçilen rolün olumlu veya olumsuz oluşunun çok bir önemi yoktur. Kendilerinden ödün vererek, hatta çoğu zaman düzleşmeyi, ehlileşmeyi, sessiz kalmayı, unutmayı ve unutturmayı göze alarak oynadıkları bu rol sonuçta onları hiçbir zaman buralı yapmaz. Misafir oldukları hep hatırlatılır diasporik halklara. Otorite karşısında takındıkları bu itaatkâr tutum, otorite bölündüğünde ise daha büyük acılar ve kırımları getirir beraberinde.

Çerkes Ethem ve Ahmet Anzavur Paşa'dan arta kalan yeni sürgün

Osmanlının yıkıldığı, Cumhuriyetin kurulduğu çalkantılı ve karanlık yıllara ait tarihçiliğimizin bize sunduğu bilgiler halen kısıtlı olsa da, Güney Marmara'da, yani Düzce'den Balıkesir'e kadar olan bölgede yaşananlar, Çerkeslerin Cumhuriyet ile kurdukları ilişkiyi ve sonuçlarını gözlemlemek açısından oldukça öğreticidir.

Osmanlı'nın son döneminde devleti kurtarmak kaygısına düşen çeşitli fikri akımların içerisinde bulunan dönemin Çerkes ileri gelenleri, Ankara Hükümeti, İstanbul Hükümeti ayrışmasında iki cenahta da bulunuyorlardı. Ankara ile İstanbul arasındaki siyasi kavgada kan dökenlerin -iki otorite adına da- Çerkesler olması ve ağırlıklı olarak Çerkeslerin birbirlerini öldürmeleri de büyük ölçüde sürgün halk olmanın ya da daha buralı olma çabasının bir tezahürü olarak görülebilir. 'Çerkes' Ethem'in Ankara Hükümeti'nin en etkili ve örgütlü gerilla grubunun lideri olarak Yunanlılarla savaşmasının yanında, yine bir Çerkes olan saltanat yanlısı Ahmet Anzavur Paşa ile savaşması ve bu savaşlarda her iki taraftan da yüzlerce Çerkes milisin hayatını kaybetmesi, otorite ile ilişkilerinde diasporik toplumların kendilerinden nasıl vazgeçebildiklerinin en görünür halidir belki de.

Yüzlerce Çerkesin, direkt kendilerine ait olmayan bir iç savaşta hayatını kaybettiği Ankara-İstanbul çatışmasının figüranları olan 'Çerkes' Ethem ve Anzavur Ahmet Paşa'nın kişisel ikballeri hazin bir sona evrilirken, Güney Marmara'da, özellikle de Gönen ve Manyas bölgesinde yaşayan Çerkesleri Cumhuriyetin rijit asimilasyonist politikaları bekliyordu. Yeni bir sürgünün kapıda olduğu bu 'bilinmeyen' yılların hikâyesi, 90 yılın ardından yeni yeni anlatılır oldu.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk iç sürgünü

1922 yılının son aylarında bölgede otorite sağlamayı başaran Ankara Hükümeti'nin emriyle başlatılan Gönen-Manyas Sürgünü halen tam olarak aydınlatılmış bir vaka değil. Alternatif tarih yazıcılarımızın bile es geçtikleri bu acıklı sürgünün neden gerçekleştirildiği dahi halen net olarak bilinmiyor. Bölge Çerkeslerinin Anzavur Ahmet'i ya da Çerkes Ethem'i destekledikleri sebebiyle sürüldükleri önermesi inandırıcılıktan oldukça uzak çünkü aynı köyden hatta aynı sülaleden Çerkeslerin iki karşıt kampta birbirlerine silah sıktıkları vakalar biliniyor. Yunan işgali altındayken İzmir'de ilan edilen Şark-ı Garip Çerkesleri Temini Hukuk Cemiyeti'nin yayınladığı bir bildiri dışında, olmayan faaliyetlerini sürgüne sebep olarak göstermek de gerçeklikten uzak. Gönen-Manyas civarından 13 Çerkes köyünün Anadolu içlerine sürgün edilmesinin sebebini belki de yeni kurulan Cumhuriyet'in ideolojik yaklaşımına ve benzer 'kolektif cezalandırma' uygulamalarına bakarak tahmin etmek mümkün.

Sürgünün nasıl gerçekleştiği, kararın nasıl halka duyurulduğu, toplumsal altyapısının nasıl hazırlandığı ve sürgünde yaşananlar hakkında şimdiye kadar yapılan/yapılmayan tarihsel çalışmalar bize bir şey anlatmıyor. Şimdilik en güvenilir ve gerçek kaynağımız; 90 yılın ardından çözülmeye başlayan diller…

Bu sürgünün fotoğrafı yok

Son dönemde bölgede yapılan amatör sözlü tarih çalışmalarından ve tabi sürgün esnasında İstanbul'dan yükselen ürkek çığlıktan (Çerkes Aydını Mehmet Fetgeri Şoenü'nün konuyu gündeme getirmek için TBMM'ye gönderdiği iki adet mektup) anladığımız kadarıyla Cumhuriyet tarihinin unutulan iç sürgününün hikâyesi şu şekilde;

1922 yılının Aralık ayında Manyas'a bağlı bir Çerkes köyü olan Mürüvvetler'e bölgede otoritesini yeni tahkim eden jandarma birlikleri bir tebligat getirir. Tebligatta bir hafta içerisinde yola çıkacakları yazılıdır. Nereye ve neden sorularının bir cevabı yoktur. Mürüvvetler köyünün yine Balıkesir civarında başka bir yere sürülmesi, dönemin elitleri arasında ve toplumda ciddi bir tepki ile karşılaşmayınca plan genişletilerek uygulamaya konur.

Gönen ve Manyas'ta bulunan Çerkes köyleri sürgüne gönderilmeden önce Çerkes olmayan bölge insanı Çerkeslere karşı provoke edilir. Çerkeslere yönelik çeşitli tacizler başlar. Hatta sözlü tarih anlatıcılarının aktardığına göre, "Çerkesleri istemiyoruz" şeklinde imza kampanyaları başlatılır.

Toplumsal altyapı da hazırlandıktan sonra uygulama yaygınlaştırılır. Çerkes köyleri teker teker jandarma birlikleri tarafından abluka altına alınır. 13 köye daha malum tebligat ulaşır. Bu tebligatın özeti şudur: "Bir hafta içinde bir öküz arabası kadar eşyanızı alın, gideceksiniz." Nereye, neden sorularının cevabı yine yoktur. Bir hafta içinde köylerde mezatlar kurulur. Eldeki eşyalar yok pahasına satılır. Yolculuk başlar…

Jandarma nezaretinde kuş uçurtulmayan sürgün konvoyları, yürüyerek geçtikleri bölgelerde yerel halkla görüştürülmez. Yürüyerek varılan ilk durak Bandırma'dır. 'Bandırma kırı' denilen bölgede 13 Çerkes köyü birbirleriyle iletişimleri kesilerek günlerce yağmurun altında bekletilir. Sürgün ahali, kadın çocuk ve yaşlılardan oluşmaktadır çünkü köylerdeki erkeklerin çoğu Birinci Dünya Savaşı'nda Yemen'den Çanakkale'ye kadar birçok cephede hayatını kaybetmiştir.

Günler sonra Bandırma Tren Garı'na yanaşan vagonlar aslında hayvan vagonlarıdır. İttihat Terakki'nin B kadrosu olarak anılan Cumhuriyet'in ilk yöneticilerinin sürgün için Çerkeslere layık gördüğü tuvaleti olmayan ve bir önceki seferde taşınan hayvan dışkılarının bulunduğu bu vagonlardır.

Zorlu tren yolculuğu başlar. İlk durak dura kalka da olsa Balıkesir'dir. Yolda tuvalet ihtiyacını gideremeyen Çerkes kadınlarının etrafını saran erkeklerin çarşaflarla etraflarını kapatmaları ve ihtiyaçlarını görmelerini sağlamalarını ağlayarak anlatır sürgün yaşamış Çerkes kadınları sessizce, yıllar sonra… Durulan hiçbir yerde yerel halkla temas kurmaları mümkün olmaz. Bunu talep eden ve Çerkeslere yardım etmek isteyen halka da cevap dipçikle verilir. Aylarca bir çadırdan bile mahrum olarak soğukta, yağmur ve kar altında toplama kamplarında -evet bu ülkede toplama kampları kurulmuştur- bekletildikleri olur. Daha yoldayken ölenler olur içlerinden.

Toplu olarak yerleştirilmezler hiçbir yere. Tren yolcuğunun bittiği yerde yine jandarma nezaretinde yaya yolculuğu başlar. Nereye gittiklerini soranlara cevap verilmez. Yolda sonu hüsranla biten kaçma girişimleri olur. Hüsranın adı ölümdür. 'Bilinmeyene yolculuk' aylarca sürer. Kimi hane Kayseri'ye, kimi Konya'ya, kimi Niğde'ye kimi de Urfa'ya gönderilir. Yerleştirildikleri şehir ve köylerde de birbirleriyle irtibat kurmaları yasaklanır. Yerel halkın yardımıyla ve düşük ücretlerle çalışarak ayakta kalmaya çalışırlar.

Aradan iki yıl geçip yeni hayatlarına ayak uydurma kavgasını daha veremeden yeni bir tebligat ulaştırılır sürgün ailelere, 'dönebilirsiniz' diye. Nasıl, sorusuna ise cevap yine yoktur. Devlet orasına karışmaz, dönebilirsiniz diyerek alicenaplığını göstermiştir sadece. İki yılın ardından sayıları iyice azalmış olan Çerkes haneleri farklı bölgelerden, birbirlerinden habersiz şekilde yürüyerek yola koyulurlar. Dönüş yolu daha da zorlu ve uzun geçer. Yolda 'kalanlar' olur.

Köylerine dönenleri de yeni bir kavga bekler. Çerkesleri sürgüne gönderen devlet, yerlerine başka halkları yerleştirmiştir. Kimi evini zorla geri alır, kimi para bulup kendi malını satın alır, kimisine ise evin yeni sahibi yardımcı olur. Tekrar varılan köyler şükür vesilesidir Çerkesler için ancak bu sefer de baskılar başlar. Çerkesce konuşanların cezalandırılması, sürekli jandarma baskınları, köyden çıkma yasakları vs. uzun yıllar devam eder. İşin ilginci, ne yaşadıkları sürgünün sebebini bilirler ne de geri dönüşlerinin ve sonrasında yaşadıklarının…

Unutmayı ve unutturmayı tercih ederler, anlatmazlar yaşadıklarını çocuklarına. En büyük uyarıları ise torunlarına; "Çerkes olduğunu her yerde söyleme" olur yıllarca… Onun bedeli ağırdır bu topraklarda, tecrübe edilmiştir…

Sürgün edilmiş olmak biraz da böyle bir şeydir belki de, unutmayı, hafızayı silmeyi gerektirir; en azından birkaç nesil…

Türkiye toplumunun tavuğu, güzel kızları ve danslarıyla bildiği Çerkeslerin Çarlık Rusya'sı tarafından uğratıldıkları soykırım ve ardından bu coğrafyada yaşadıkları olaylar bu anlattıklarımızla sınırlı değil elbette. Samsun'dan Kayseri'ye, Hatay Reyhanlı'dan Konya'ya, Eskişehir'den Van'a, Maraş'a, Adana'ya, Çorum'a, Tokat'a, Balıkesir'e, Düzce'ye hatta ve hatta Suriye, Ürdün ve İsrail'e kadar bütün Çerkes köylerinde anlatılmamış binlerce hikâye, yazılmamış bir tarih var.

1864 Çerkes Soykırımı ve Sürgünü'nün ardından bu coğrafyaya gelen Çerkesler yaşadıkları acıları anlatmamayı, unutmayı tercih ettiler. Diaspora olmanın getirdiği buralı olma çabasıyla yeni nesillere kendi gerçekliklerini aktarmayı uygun bulmadılar belki de. Buralı olma çabasında başarılı olabildiler mi sorusu ise; "kendileri olarak olmadılar/oldurulmadılar" şeklinde cevaplanabilir.

Kendilerini sorun edemediklerinden midir bilinmez, Türkiye entelijansiyası da görmedi, ilgilenmedi onların hikâyeleriyle… Gönen-Manyas Sürgünü gibi hadiselerin travmatik sonuçları, ülkede yaşanan tek parti döneminin baskıcı ve asimilasyonist politikaları, kulaklarına devamlı çalınan "beğenmiyorsan çek git" nidaları ve tabi ki darbeli yılların ve bir türlü demokratikleşemeyen ülkenin getirdiği boğucu ortam, Çerkeslerin kendilerini anlatmalarının önünde bir engeldi. Kabuklarına çekildiler ve yıllarca özel alanlarında yaşatmaya çabaladıkları kültürlerinin yok oluşuna hayıflandılar. Son yıllarda ise dertlerini sivil yöntemlerle kamusallaştırmanın acemi çabası içindeler. Çerkes soykırımının sembol şehri Soçi'de yapılan olimpiyatları 2014 yılına kadar canhıraş protesto etmeleri ya da dillerini yaşatma çabalarının hızlanması ve bunlarla birlikte daha görünür olmaları, Çerkes olarak buralı olma çabasını da yansıtıyor aslında…

Sürgün olmak, diaspora olmak, ilk nesiller için unutulması gereken acı hatıralarken, bu coğrafyada doğmuş beşinci nesil Çerkesler için kazınarak bulunan tarih, hatırlamak, anlatmak ve var olmak çabası halini almış durumda.

Bu ülkede yaşayan hepimiz için Çerkesleri de duymak toplumsal iyileşmemiz için ve o hep dillendirdiğimiz mozaiğin renklerinin daha net görünmesi için iyi bir vesiledir…

ALİ ABREK KİMDİR?
Emekli öğretmen.
BİZE ULAŞIN